Ünsal ÖZTÜRK
Bakan Faruk Çelik, Cem (Cumhuriyetçi Eğitim) Vakfı tarafından 10 Ekim 2010 tarihinde düzenlenen toplantıda Alevilere “Dinle ne sorununuz var?” diye sordu. Sorduğu soru Cem Vakfı’na yönelik değildi.
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği öncülüğünde 9-10 Ekim 2010 tarihinde, Ankara’da Sakarya Caddesi’nde Zorunlu Din Dersleri’nin kaldırılması amacıyla oturma eylemi yapılmıştı. Bu eyleme Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelen çok değerli Aleviler ve dostları katılmıştı. 9 Ekim gecesi Aleviler ve dostları Sakarya meydanında sabahlamışlardı. İşte Sayın Bakan Faruk Çelik, halkımızın ve çocuklarımızın geleceği için alanlara çıkan Alevilerin fedakâr evlatlarına karşı söylüyordu bu sözleri.
AİHM, Hasan Zengin ile ilgili verdiği kararda din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılmasını istemişti. Bakan Faruk Çelik kararın bu şekilde değil, “Müfredat”ın içeriği ile ilgili olduğunu ileri sürdü. Müfredatın ise değiştirildiğini, yeni müfredatın AİHM’e gönderildiğini ve onlardan haber beklendiğini belirtti.
Konu ile ilgili Milliyet gazetesinin 11 Ekim 2010 tarihli haberi şöyle:
“Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) öncülüğünde, zorunlu din derslerinin kaldırılması amacıyla gerçekleştirilen 24 saatlik oturma eylemi dün öğlen saatlerinde sona erdi. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı Fevzi Gümüş, sonuç alıncaya kadar eylemlerinin süreceğini bildirdi.
Dün başkanlığını İzzettin Doğan’ın yaptığı Cem Vakfı tarafından Alevi örgütlerini bir araya toplamak amacıyla oluşturulan Alevi Kurumlar Konfederasyonu’nun toplantısında konuşan Bakan Çelik ise şöyle dedi: ‘Bu konuyla ilgili o kadar haksız değerlendirmeler yapılıyor ki. Gönül arzu ediyor ki bu işin uzmanları konuşsunlar. ‘Din dersi kalksın’ diyor. Ne derdiniz var din dersiyle, niye kalksın din? Din ile bu salondaki insanların, bu milletin bir problemi yok ki. Şahsen, açık ve net söylüyorum, bu yaklaşım bizim iktidar olarak doğru bulmadığımız bir yaklaşımdır’ diye konuştu.”
Sayın Bakan rahatsızlığını belirtiyor. Bu konular basında da tartışılıyor. Aleviler adına konuştuğunu söyleyen kişiler televizyonlardaki tartışmalara katılıyorlar. CNN Türk, NTV, Haber Türk gibi televizyonlardaki tartışmaları izliyoruz. Bir din görevlisine “abi” diye hitap edenler, en iyi Müslüman’ın Aleviler olduğunu, Müslümanların kitabının Alevilerin de kitabı olduğunu söyleyenler var. Bu yaklaşımlarla yol yürünmez!
Sayın Bakan’ın çok yakından bildiği gibi Alevilerin dinle sorunu vardır. Dini devletin temel kurumu haline getiren, onu örgütleyen devletle de sorunu vardır. Şöyle özetlenebilir: Aleviler nüfusa kayıtlıdır, askere de gidiyorlar, vergi veriyorlar, vatandaşlığın bütün gereklerini yerine getirmelerine rağmen vatandaş değillerdir. Çünkü eşitlik hakları gasp edilmiştir. Laik bir devlette yaşadıklarını hissetmiyorlar. Kendilerini ifade edemiyorlar. Cenazelerini bile kendi ritüelleriyle kaldıramıyorlar. En önemli ritüel olan cenazelerini bile kaldıramıyorlarsa, gidenlerini kendi gelenekleri ile uğurlayamıyorlarsa çok önemli problemler var demektir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti çağdaş, laik bir devlet değildir. Laiklik, devletin tüm dinlere, inançlara ve dinsizlere eşit uzaklıkta olması anlamına gelmektedir. Oysa Türkiye Cumhuriyeti tek dil-tek din esasına göre kurulmuş bir devlettir. Türk-İslam sentezi temeli üzerine kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel kurumlarından biri Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Bu başkanlık 3 Mart 1924 tarihinde 429 Sayılı kanunla Başbakanlığa bağlı bir teşkilat olarak kurulmuştur. Bugünkü Anayasa’nın 136. maddesi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın genel idare içinde yer aldığını belirtmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internet sitesinde, Prof. Dr. Ali Bardakoğlu imzası ile şu bilgiler var:
“Diyanet İşleri Başkanlığı 3 Mart 1924 tarihinde 429 Sayılı Kanunla Başbakanlığa bağlı bir teşkilat olarak kurulmuştur.
Anayasamızın 136. maddesinde belirtildiği üzere Diyanet İşleri Başkanlığı, genel idare içinde yer alan bir kamu kurumu olup, ‘laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmek’le yükümlüdür.
İlgili kanunda da bu görevler, ‘İslâm Dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, Din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek’ şeklinde belirlenmiştir.”
Bardakoğlu, yazdığı küçücük yazıda büyük çelişkiler içerisindedir. Şöyle ki: Anayasanın 136. maddesi ve ilgili kanun birleştirildiğinde şu düşünce ortaya çıkıyor: “Diyanet İşleri Başkanlığı, genel idare içinde yer alan bir kamu kurumu olup, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanunda gösterildiği şekilde İslam Dini’nin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürüten, İslam dini konusunda toplumu aydınlatan ve ibadet yerlerini yöneten bir kurumdur.”
İslam dininin ibadet yerlerinin cami ve mescitler olduğunu da hatırlayalım.
Özetleyecek olursak Diyanet İşleri Başkanlığı, İslam dininin işlerini yürüten, cami ve mescitleri yöneten bir kurumdur.
Sayın Bakan Faruk Çelik’e tekrar dönmekte yarar var. Evet, bizim bu anlayışla sorunumuz var. İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgilenen, bu işleri yürüten, İslam dini konusunda toplumu aydınlatan ve cami ve mescitleri yöneten bir kuruma, Başbakanlığa bağlı temel bir kuruma sahip olan bir devlet laik olamaz.
Müezzinler, hocalar, Diyanet çalışanları, din ile ilgili bütün görevliler devlet memurlarıdır. Camiler devletin memurları tarafından yönetilmektedir. Özlük hakları açısından bir öğretmen ile bir hoca arasında fark yoktur. Dikkat edilirse camiler, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı binalar kamusal alan olmasına rağmen pratikte kamusal alan olarak da değerlendirilmiyor. Orduevine türban ile girişi yasaklayan anlayış neden bu binalara türbanla girilmesini normal karşılıyor, oralar devlet kurumları değil mi?
Camilerden her gün beş vakit ezan okuyan kişiler de devletin memurlarıdır.
Bizim bu devletle, devletin örgütlediği din ile genel olarak din ile sorunumuz var.
Devlet yöneticilerine Diyanet İşleri Başkanlığı, İmam Hatipler, İlahiyat Fakülteleri, Kuran Kursları yetmemektedir. Bu kurumlar onların amacını karşılamamaktadır. Çünkü Aleviler çocuklarını bu kurumlara göndermezler. Geriye sadece Milli Eğitim’e bağlı okullar kalmaktadır. Çocuklarımızı okullarda yakalayarak dinlerini öğretmeye çalışıyorlar.
Bizler evlerimizde Kuran okumayız, cemlerimizde Kuran okumayız. (Cem Vakfının yaptığı sözde cemlerin Alevilikle bir ilgisi yoktur. Onlar mizansendir. Dedelerimiz bunları bilir.) Müslümanlara ait olan orucu tutmayız, Kabe’ye hacca gitmeyiz. Namaz kılmayız. Çocuklarımızı Müslümanlığın hiçbir değeri ile donatmayız. Tam aksine düşüncelerimiz var. Herkesin dini kendinedir. Köylerden şehirlere geldik, mahallelerde oturuyoruz, binaları paylaştığımız kardeşlerimiz var. Onlarla ilişki kurarken hangi dinden olduklarını sormuyoruz. Din bizi hiç ilgilendirmiyor. Sosyal hayatımıza dini hiç katmıyoruz. Şehirli, normal ilişkilerimiz sürmektedir. Komşularımızın hangi dinden oldukları, nereye ibadete gittikleri ya da gitmedikleri bizi hiç ilgilendirmiyor…
Ancak büyük rahatsızlıklarımız var. Köylerdeyken işimiz kolaydı. Başka dinlerin çağrılarını duymuyorduk. Ancak şimdi iş değişti. Hocaların okuduğu ezanların sesi evimizin içine kadar gelmektedir. Camiler hoparlörlerin sesini son noktasına kadar açıyor. Sadece kendi inanırlarını namaza çağırmıyor, biz de bu çağrıları duyuyoruz. Yüksek sesten rahatsız oluyoruz. Ayrıca işin de farkındayız. Ezanı okuyan devlet görevlileridir. Camiye bizi de çağırıyorlar, gitmediğimiz bir yere bizi neden çağırıyorlar?
Aleviler cemlerine başkalarını çağırmıyor, cemevlerine hoparlör takıp başka dinden insanları ya da dinsizleri rahatsız etmiyor. Oysa bu devlet yapılanmasında böyle bir hakkımız vardır. Eğer eşitlik var ise beş vakit hocalar ezan okuduktan sonra Alevilerin de aynı oranda, aynı ses tonuyla, aynı yaygınlıkta deyiş okumaları; başka dinden insanların da kendi çağrılarını yapmaları; dinsizlerin ise dinsizliklerini anlatabilme hakları vardır.
Çocuklarımızı okullarda kıstırarak dinlerini öğretmeleri yeterli gelmiyor onlara. Şimdi de aile doktoru gibi aile imamı kurumunu devreye koydular. Etrafımızdaki kıskaç günden güne daralıyor, yüreğimiz daralıyor. Kapımızı çalıp imamımız olduğunu söyleyen kişilere hazırlıklı olmamız gerekiyor. Nasıl davranacağız? İmam kapıyı çaldı diyelim. Gelen herhangi bir kişi değil, devlet görevlisidir. Maaşlı bir memurdur. Bazılarımız cesaretle Alevi olduğumuzu söyleyebiliriz. İmam bu bilgiyi kaydedecektir. Bu, yeni bir fişlenme anlamına gelmektedir. Hani fişleme ortadan kalkıyordu, ne oldu? Alevi olduğunu söyleyemeyenler için süreç nasıl gelişecek?..
Biz evlerimizde öte dünyayı konuşmuyoruz, cemlerde de konuşmuyoruz. Bize göre bir dünya vardır, o da içinde yaşadığımız dünyadır. Siz okullarda kıstırdığınız çocuklarımıza ahiret anlayışını, sureleri öğreteceksiniz. Namaz nasıl kılınır, cinlerden hangisi iyidir, hangisi kötüdür… Bu, nasıl olacak? Evde farklı, okulda farklı düşüncelerle karşılaşan bir çocuk ruhsal olarak kendini nasıl dengeleyecek? Bizim de yolumuz var. Biz de çocuklarımıza her şeyin bu dünyada olduğunu, kıyamet sorgusunun cemlerde sorulduğunu, sırat köprüsü, cennet-cehennem gibi anlayışların yanlış olduğunu öğretiyoruz. Biz diyor muyuz ki çocuklarınızı cemevlerine gönderin onlara ahretin olmadığını öğretelim?
Sayın Bakan Faruk Çelik’e şunları söylemek isteriz: Nüfusunuz fazla. Bu kadar nüfus size yetmiyor mu? Neden çocuklarımızı, bizi korkutmak istiyorsunuz, neden anlayışınızı bize öğretmekte bu kadar kararlısınız? Ayrıca bir de Aleviler arasında “kol” örgütlemediğinizi, böyle bir niyetinizin olmadığını belirtiyorsunuz. Serbestsiniz, kimlerle yakın ilişkili olduğunuz kamuoyumuz tarafından biliniyor. Gizli saklı değil, İzzettin Doğan Hocaefendi ile görüşebilirsiniz.
Hukuki bir süreç işlemektedir. Halkımız ayaktadır. Açılan davaları takip edeceğiz, sonuçlandıracağız. İster zorunlu olsun, isterse olmasın “din” başlıklı bir ders laiklik ilkesine terstir ve okutulmaması gerekir!
Ünsal ÖZTÜRK
Alevihaber.com - 13 Ekim 2010