"HASBIHÂL" EYLEDİK...
(2. bölüm)
Söyleşi: Can Kalaycıoğlu, Feryal Öney (17.04.2007)
“Urfa” dendiği zaman çokkültürlü, farklı inançları bünyesinde barındıran bir şehir akla geliyor. Urfa’daki Alevi-Bektaşi kültürü, müziği, edebiyatı hakkında bilgi verebilir misiniz?
Urfa’da üç Alevi-Bektaşi köyü bulunmaktadır. Bunlar; Kısas, Sırrın ve Akpınar’dır. Kısas;Urfa merkeze 12 km.uzaklıkta, nüfusu dört binin üzerinde ve şu an belde olan en eski yerleşim yerlerinden biridir. Akpınar Köyü; 1948 yılında toprak reformu nedeniyle Kısas’tan göç edenlerin yerleştiği, Diyarbakır yolu üzerinde, merkeze 27 km.uzaklıkta, 65 haneli bir köydür. Sırrın; eski bir yerleşim yeridir; şu an Urfa’nın bir mahallesidir. Bu üç yerleşim biriminde de Alevi-Bektaşi inancı bütün yönleriyle, kesintisiz devam etmektedir.
Kısas, tarihte Xseos- Ksaus-Aksas olarak değişik isimlerle bilinmektedir.
Urfalı Ermeni tarihçi Mateos Vakayinâmesi’nde Kısas’tan (Ksaus olarak geçiyor) şöyle bahseder (1065-1066 yılları); “ Zalim ve kana susamış Salar-ı Horasan, tekrar Urfa memleketine geldi ve Çalap (Kısas yakınında bir köy) üzerine yürüdü. Oranın halkını kılıçtan geçirdi, sonra da Ksaus denilen yere gelip karargah kurdu.” Yaşlı kuşakların dilden dile aktardıkları bir bilgi de şudur: Kısas’a Horasan’dan gelip ilk yerleşen Seyit Ahmet’tir. Daha sonraları sevenleri ve akrabaları gelmiş. Yine Saları Horasan’ın kumandanlarından olduğu tahmin edilen Harzem beylerinden Şah Muhammed ve kızkardeşi Fatma Kısas’ta şehit düşmüş. Türbeleri Kısas ‘ta bulunmaktadır.
Kısaca tarihine de değindiğimiz bu üç yerleşim biriminde Alevi-Bektaşi müziği ve edebiyatı gerçekten de oldukça eskiye dayanıyor. Türkiye’nin birçok bölgesinden müzikal anlamda daha zengin bir yer. İçe kapanık yaşamış, çok eza cefa çekmiş ama bugüne kadar tüm değerlerini muhafaza etmeyi de başarmış.
Cemlerde, onlarca melodi ardı ardına bağlanır, yediden yetmişe canlar hep birlikte deyiş ve duazları okurlar. Çok ustaca bağlama çalanlar varmış. Deli Kemal diye bilinen ve kulağı çok sağlam olan bir zat radyolarda bir deyişi bir kez dinler sonra onu cemde çalarmış. Deli Kemal’le dedem Ahmet Baba her yıl Hacıbektaş’a 17 gün birlikte yürüyerek giderlermiş. Bir defasında Sıtkı Baba ile dergâhta karşılaşmışlar; Deli Kemal Sıtkı’yı görünce utancından sazını kılıfından çıkarmadan samanlığa gizlemiş.
“Bugün seyre çıkmış hûblar sultanı
Teşrif etmiş bezm-i âlâ’ya bakın”
diye başlayan bu deyişi Sıtkı Baba dergahta doğaçlama söylemiş; Deli Kemal o an müziğiyle birlikte bunu hafızasına almış. Aynı müziği, Sıtkı Baba’nın da mürşidi olan A.Cemalettin ÇELEBİ’ ye ait;
“Ezel bahar yaz ayları doğanda
Akar derelerden sel yavaş yavaş”
diye başlayan Ali’den Medet adlı eserle 1989 yılında Divane Gönül adlı ilk albümümde okumuştum. Bizim cemlerimizde en çok Sıtkı Baba’nın deyişleri okunur. O deyişlerin gezgin aşık Deli Kemal tarafından yöremize taşınmış olması çok büyük bir ihtimaldir.
Bugün Kısas, Sırrın, Akpınar ve Urfa merkezde birer cemevi bulunmakta olup her Perşembe akşamı 12 Hizmet (cem) yürütülür. Deyişler, semahlar, duazlar coşkuyla icra edilir. Buraların Serçeşme’ ye, Pîr dergâhına bağlı olması, ‘yol’un kesintiye uğramadan bu günlere gelmesine vesile olmuştur.
Urfa, hoyratları ağıtları ve kendine özgü bir müzik yapısıyla bilinir. Bu üç Alevi-Bektaşi köyü ise müzikal olarak Urfa’dan çok farklıdır. Şüphesiz, bu bir zenginliktir. Bunu yaşatmak ve özüne dokunmadan geleceğe aktarmak bizlerin görevidir. Karınca kararınca bunları gün ışığına çıkarmaya çalışıyoruz.
Ulaş Özdemir: Bence başka bir şey daha var. Sonuçta koskoca Harran Ovası’nda Kısas dışında başka bir Alevi yerleşkesi yok; aslında Kısas’ın dergâha bağlı yörelerle ilişkisi var. Divani Baba’nın babası, dedesi Gaziantep’te, Adıyaman’da cemler yürütmüşler.
Bunun dışında, Kısas toplumu çok içine kapanıktır. Bu yüzden dışarıdan gelmiş deyişler çok iyi muhafaza edilmiş. Her hafta düzenli olarak cemler yapılıyor. Cemin kendisi zaten 45-50 dakika sürüyor ama bunun öncesinde saatlerce Balım Sultan muhabbeti yapılıyor. Ceme katılan insanlar burda okunan deyişleri ezbere biliyor ve karşılıklı coşarak okuyor.
Bizim yörede bu durum farklı. Bizde dedeler aynı zamanda zakirlik yapıyor ama burada toplum hep beraber deyişleri okuyor. Bu durum yüzyıllardır korunmuş. Bugün belki bazı makamlar icra edilmiyor. Divanî Baba’nın okuduğu “Haydar”ın mesela, çok eskilerde kullanılmış bir makamı (ezgi yapısı) var. Divanî Baba onu çocukluğundan, gençliğinden hatırlıyor. Bugünün zakirleri bunları bilmiyor olabilir. Divanî Baba’nın daha küçük yaşlarda kulağında kalmış eserler var. Bize de çalıyor söylüyor arada, çok enteresan makamları var; ve onlar bu şekilde orada kalmış. Büryânî Baba’nın kayıtlarını dinliyoruz, orada bazı makamlar var cemlerde falan kayıt edilmiş; gerçekten çok eski makamlara sahipler, bu çok net görülebiliyor. Bu da oranın içine kapanık bir toplum olarak yaşamış olmasından kaynaklanıyor. Kısas “yobaz” bir yer de değildir; aynı zamanda, çok muhabbetin, neşeli sohbetin de olduğu bir yerdir, Divanî Baba belki bize birkaç hikaye anlatır; o kapanıklığın içinde böyle güzellikler de var.
Dertli Divanî: Evet, kendini okuyan kâmil insanlar, bilgeler ve Nasrettin Hoca gibi hazırcevap insanlar da var. Örneğin eskilerden Bakır Hoca çok güzel cura çalan, cemde zakirlik yapan bir insan. Yaşanmış ama fıkra gibi hikâyeleri var. Ruhu şâd olsun, bu insan Allah’la ortaklık yapıp tarla ekermiş mesela. Öyle celâlli bir adam ki; tarlayı ekip biçip harman ediyor. Gem (düven) ile dövdükten sonra sıra savurmaya geliyor. Rüzgâr esecek ki, adam harmanını savursun. Tahılın yarısını Allah’a ayıracak, götürüp fakir fukaraya dağıtacak; yarısı da kendine kalacak. Başlıyor savurmaya, rüzgâr bir o yandan bir bu yandan esince saman ve taneler ayrışamıyor, bir yana bitişip yığılamıyor. Bunun üstüne başlıyor Allaha karşı söylenmeye; “Yahu benim olduğu kadar senin de hakkın da var, şu rüzgârı doğru düzgün estirsene. Yoksa git ne halın varsa gör be!” diyerek, celâlleniyor. Harmanı darmadağın edip bırakıyor orada.
Ulaş Özdemir: Kısas’la ilişkili olan, mesafe olarak da çok uzak olmayan birkaç yöre var; ilişkiler sürüyor hâlâ. Yıllık görgü cemlerine de geliyor insanlar. Divanî Baba Ankara’da yaşıyor ama hâlâ devam ediyor o ilişkiler. Örneğin, Nurhak Semahı’nın bugünkü haline gelmesinde Divanî Baba’nın çok emekleri var. Kendisi 18 yıldır oranın dedeliğini yapıyor.
Dertli Divanî: Maraş-Nurhak, Adıyaman, Antep bölgesi ile dedem Ahmet Baba ve babam Büryani zamanından beri ilişkiler var. Bizde soydan gelen bir dedelik yoktur, Hacı Bektaş Dergâhı’nın vekili olarak bu hizmetleri yapmışlar. Dedemden sonra halkın iradesi babamda tecelli etmiş, mürşit tarafından da uygun görülmüş, babam yapmış. Babamdan sonra gelenekler içinde iyi yetişmiş olmamdan görev bana verildi. Sekiz kardeşin altıncısıyım, ailemizde küçüklerim de büyüklerim de en az benim kadar yolu yordamı bilir ve icra eder ama görevi bir kişi yapar. Babamın Hakk’a yürümeden iki yıl önce rahatsızlığı nedeniyle vekili olarak göreve başladım. Dünyadan göçüşünden sonra da tamamen bu hizmet benim üstüme kaldı.
Çok ağır bir yük, büyük bir hizmet; lâyık olmak zor.
Hayatım boyunca unutamayacağım bir anımı anlatayım size: Nurhak, Adıyaman, Antep bölgeleriyle eskiden beri gönül bağımız var. Ben 17-18 yaşlarımdaydım. Hacıbektaş’tan dönerken Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesine, oradan da Savran köyüne ilk olarak ziyarete gittim. Dedem bir zamanlar çok gidip gelmiş buralara. Küçük Koca diye 80 yaşında bir adam vardı, 104 yaşında Hakk’a yürüdü. Onlar cemevine “tekke” diyorlardı. Cemevinde oturuyoruz, çok kalabalık. Bu 80 yaşındaki Küçük Koca içeriye girince ben ayağa kalktım, çok cellâllendi; “Otur yerine” dedi. “Ben Ahmet Baba’ya geliyorum. Sen, beni ondan mahrum bırakma hakkına sahip değilsin. Ahmet Baba’ya niyaz olacağım, sana değil...” O an tüylerim diken diken oldu. Ciddi bir sorumluluk istiyor bu iş. Oturduğunuz yere lâyık olacaksınız. Hayatımda aldığım en büyük bir dersti bu. Ondan sonra babamın yanından hiç ayrılmadım ve tamamen ‘yol’u öğrenmeye karar verdim.
Maraş-Nurhak’a gelince:1960 yılının başlarında, Hacım Sultan Ocağı’na mensup olup dergâhtan icazetli olarak Ali Onbaşı (Ülger) Dede görgü cemleri için Nurhak’a gidiyor. O zamanlar; “Nedir bu gericilik?” diye gençler tarafından azarlanıyor, kovuluyor. Aradan 28 yıl geçiyor; bu arada ikrar ve görgü cemi yapılmıyor. Toplum yozlaşmaya başlıyor. Eski cem ortamında bulunanlar neleri kaybettiğini biliyor tabii… 10-12 kişi toplanıp kendi aralarında şöyle bir karar alıyorlar; “Hacıbektaş’a gidelim, postta oturan pîrimize, mürşidimize halımızı arz edelim. Bize, gençlerimizi de ikna edecek, solculuğu falan da iyi bilen bir dede gelsin -ki yolumuza gidelim, yolsuz kalmayalım” diyorlar. 1989 yılı sonlarında Postnişin Feyzullah Efendi’ye aşk-ı niyaz olup durumu anlatıyorlar. O da; “Size göndereceğim bir kişi var ama inşallah sağlığı elverir, gelir müşkülünüzü de halleder.” diye babamdan bahsediyor. Sonra babama bir mektup geldi; “Nurhak’a gidebilir misin?” diye. Babam ağır hastaydı, durumunu bildirdim. “O zaman sen gidemez misin?” dediğinde; “Himmet ederseniz efendim, eyvallah.” dedim. Ve yola yolculuk başladı. 28 yıl aradan sonra Nurhak’a ilk olarak görgü cemleri için gittim. Son görgü ceminde 20 yaşında olan genç 48 yaşına gelmiş. Gel bu yükü taşı… Kolay değil, birkaç arkadaşla gittim. Tabii bin bir dereden su getiriyoruz. Sohbetler, muhabbetler derken yediden yetmişe canlar çok sevdi ve memnun kaldılar. Cem nedir, görgü nedir, anlatıyoruz… “Su nasıl bedeni her türlü kir ve kokudan arındırıyorsa, cem ve görgüler de manevi anlamda bizi kötülüklerden, arındırır, toplumda küskün dargın olmaz...” türünden örnek veriyoruz… Sevgi dolu Nurhak halkı, gerektiği gibi ‘yol’una sahip çıktı ve bu günlere gelindi. İlk 7-8 yıl, her mahallede birer gün kurban kesilirdi. Gençlerle ayrı, yaşlılarla ayrı sohbet ve muhabbet ederdik. Muhteşem bir toplumsal birlik ve beraberlik oldu.
Nurhak cemlerinde âşıkların çalıp söylediği deyişlerde de bir yozlaşma vardı. Buna ilk etapta müdahale etmedim, daha sonra bunları halkın onayıyla düzene koyduk. Semahları çok güzel çalıp okuyorlar ama daha ziyade Sünni kültürünün etkileri görülüyordu.
Örneğin, Nurhak Semahı’nın başında;
“Salli ala Muhammed ve selluni teslima, ( secdeye varılıyor)
Muhammed’e salavat (doğrulunuyor)
Allahumme salli salli ala Muhammed” (ayağa kalkılıyor)
Sonra da,
“Dünü günü arzumanım Kerbela, ( derken semaha başlanıyor)
Yanalım Şah imam Hüseyin aşkına…” deniyor.
Baktım bu semahta müzikal olarak muhteşem bir şey var ama belli ki baş tarafı baskın kültürden ithal edilmiş. Yıl 1999 sonları... “Serçeşme” albümümün hazırlığı içersindeyim. Hep Kısas yöresinden olmasın, Nurhak’tan da bir şeyler olsun istedim. Bu yöreyi de iyi keşfedip, kültürünü özümsedim. Sonra bir gittiğimde Nurhaklıları cemevine topladım, dedim ki; “Canlar, Nurhak Semahı’nı yeni yapacağım kasete okuyacağım ama sizin buna ruhsat vermeniz gerekiyor. “ Nasıl olur, ne haddimize, hepsi sizindir.” dediler. Ben de; “olmaz, bu işin ahlâkı böyledir.” dedim. “Yalnız sizin okuduğunuz sözler Alevi inancını yansıtmıyor. Belli ki bunun özü bu değil.”
Bakın ŞAHİ ‘ye ait bir deyiş var;
“Kurbanlar tığlanıp gülbenk çekildi
Gaflet uykusundan uyanageldim
Dört kapı sancağı anda dikildi
Üryan büryan olup meydana geldim...”
Alevi inancında yola ikrar vermeyi ve onun geçtiği aşamaları, dört kapıyı, kırk makamı, cemi, her yönüyle anlatan mükemmel bir deyiş. Semahın başlangıcında; okuduğunuz o Arapçanın yerine de;
“Bismişah Allah Allah
Hü Allah hü eyvallah
Secde haktır Adem'e (secdeye varılıyor)
Seyrangâhız âleme (doğrulunuyor)
El ele el Hakk’a dedik,
Geldik bu deme...” (ayağa kalkılıyor)
“Kurbanlar tığlanıp gülbenk çekildi” derken semaha başlanıyor.... “Bunun eski halini de biliyorsunuz, şimdi hangisine ruhsat veriyorsunuz?” diye sorunca birdenbire gençler sevinçle karşıladı ve alkışladılar. Yaşlı âşıklar da; “Bu çok daha güzel, eskiden bu deyişi bizler de okurduk...” dediler. Böylece toplumun da onayını almış oldum. “Bundan sonra cemlerde eskisini bırakıyorsunuz.” dedim. Özü olduğu gibi koruduk ama Nurhak Semahı böylece şekillendi. “Serçeşme” albümüm çıktı. Daha sonra Arif Sağ aynı semahı okudu ve çok geniş bir kitleye yayıldı.
Maraş ve çevresindeki bölgelerle ilişkileriniz nasıl?
Dertli Divanî: Burası sadece Maraş Nurhak’tı. Elbistan, Narlı, Pazarcık bölgelerinde de bu gelenekler az veya çok devam ediyor. Ulaş’ın Sinemilli deyişleri çalışması da bu geleneklerin orada devam ettiğinin kanıtıdır. Ulaş böylece bunların ölümsüzleşmesi için kendince bir çalışma yapmış oldu. Aslında Maraş’ın diğer bölgelerini bilmiyorum, bizim orada gittiğimiz yerler çok sınırlı. Dergâh’ı temsilen, mürşit vekili olarak babamın, dedemin gittiği Adıyaman’la, Antep’le çok yakın ilişkilerimiz var. Her şeyi bizimle beraber yapan canlar çok fazla. Ankara’da oturuyorum ama ayağımızı oralardan kesmiş değiliz. Sürekli iletişim içerisindeyiz. Ya biz gidiyoruz, ya Hacıbektaş’ta birleşiyoruz. Yılda iki-üç defa kesin bir birlikteliğimiz oluyor.
Anadolu’da Alevilik inancına sahip Araplar, Kürtler ve Türkmenler olduğunu biliyoruz. Bu inanca sahip başka topluluklar, halklar var mı? Urfa’daki cemlerde deyişler ve semahlar hangi dillerde söyleniyor?
Ulaş Özdemir: Adıyaman’da Kürtçe deyişleri çalıp okuyorlar. Kısas da Türkmen yerleşimidir aslında ama, duaların çoğu Arapça okunur. Bugünkü kuşak bilmiyor fakat eski kuşak Arapça’ya çok hâkimdir. Divanî Baba da çok iyi Arapça bilir. Bunun dışında bahsettiğimiz bütün yöreler Türkmen yerleşimidir. Maraş’ta, Antep’ta, Sinemili ve diğer ocaklara bağlı Alevi-Kürt köyleri var. Ancak buradaki repertuar genelde Türkçe. Sadece serbest formdaki eserler ve bazı eserlerin nakarat kısmı Kürtçe. Yeni ozanların söylediği eserler haricinde Kürtçe repertuar pek yok.
Biz mümkün olduğunca Adıyaman’da ve Maraş’ta Kürt köylerine de gittik. Hatta Nurhak’ta görgü ceminde Kürtçe okumuştu bir eseri çocuklar. Oralarda da ciddi bir potansiyel olduğunu biliyoruz fakat çok ciddi bir kesintiye uğrama var. Artık kasetlerden insanlar bu muhabbetleri dinliyorlar. Cemler, muhabbetler artık sürmüyor, bu işi eskiden beri yürüten insanlar zaten yoklar. Onların çocukları ve torunları zaten bu işi sürdürmüyorlar. Bu dergâha bağlı yöreler haricinde süren bir gelenek ne yazık ki; biz de onları canlı tutmaya çalışıyoruz. Ama şöyle bir düşüncemiz var: Balkanlardaki Arnavutluk, Makedonya Bektaşilerine ve İran’daki Ehl-i Haklara (onlar da Hacı Bektaş’ı pîr kabul eder) mümkün olduğunca giderek sazımızla, sözümüzle muhabbet etmek; kendi kültürümüzü onlarla paylaşıp onları anlamaya ve ilişki kurmaya çalışmak... Derleme çalışması veya materyal toplamaktan çok, onlarla kaynaşmaya yönelik bir girişim düşünüyoruz. Dergâhla çok önceden beri ilişkisi olduğunu biliyorlar. Yüzyıllar öncesinden kalmış bir durum ama özü ve bakış açıları aynı. Aslında erkânlar da aynı ama yöresel ve dilsel farklılıklar çok fazla.
90’lardan itibaren insanlar türkülerini anadilleriyle –nispeten- özgürce söyleyebilmeye başladılar. Türkmenlerin deyişlerini Türkçe okuması doğaldır ama, ‘90’lara kadar deyiş ve semahların sadece Türkçe okunması diye bir kural, bir kabulleniş vardır. Zamanla Kürtçe deyişleri duymaya başladık ama... Kamusal alanda durum böyle; peki, cemlerde bu nasıl oluyor? Doğal yaşanılabiliyor mu yoksa, dil kullanımı konusundaki o bastırılmışlık cemlere de yansımış durumda mı?
Ulaş Özdemir: Cemevinde ırkın, cinsiyetin, yaşın bir önemi yok. Herkes eşittir. Kürt Alevi repertuarı ise biraz karışık bir durum. Acaba var da, bu bastırılmışlıktan dolayı okuyamıyorlar mı, yoksaa mecbur kaldıkları için mi insanlar Türkçe okuyorlar? Ben bu işe köken açısından bakma taraftarı değilim. Bu şekilde olaya yaklaştığımızda her seferinde başka bir yanlışlığa sürüklenme ihtimalimiz var. Asıl önemli olan şudur: Şu an elimizde ne var? Elimizde Kürtçe olan bir Alevi repertuarı var mı? Evet, elimizde çok az miktarda bir âşık deyiş repertuarı var. Semah ya da cemde okunan eserler ise nerdeyse hiç yok. Örneğin bir tevhid, semah ya da mîraçlama mevcut değil. “Demmê” ve “Ağ Baba”daki gibi nakarat olarak mevcutlar, fakat tamamıyla bu formda eser yok. Sadece İmam Hüseyin ile ilgili mersiyeler ve Kerbela ile ilgili ağıtlar var. Hz. Ali’nin cenklerini anlatan şiirler var. Fakat, Alevi-Bektaşi Kürtçe repertuarı neredeyse yok.
Tüm bunlara karşılık Ehl-i Hak’ın repertuarı Goranice (Kürtçe) bir repertuardır. Onlar da Hacı Bektaş’ı, Sultan İshak’ın bir tezahürü ve son pîrleri olarak kabul ederler. Azerbaycan’daki Türkmenler ise nakaratları Kürtçe söylerler. Cavit Mürtezaoğlu ile defalara konuşmuşuzdur, hatta Serçeşme dergisinde röportaj da yapmıştık. Hiçbir Ehl-i Hak, pîrinin yanına gittiğinde ya da bir ceme girdiğinde pîrinin kimliğiyle ilgilenmez. Geçenlerde Nurhak’a Adıyaman’ın bir Kürt köyünden çocuklar gelmişti; birkaç Kürtçe deyiş okudular, kimse durumu garipsemedi.
Keşke öyle Kürtçe bir repertuar olsa elimizde, çalınsa söylense. Fakat, bu durum politize edildiği için insanlar durumu farklı görmeye çalışıyorlar. Biz mümkün olduğunca onu da kırmaya çalışıyoruz tabii. Hacı Bektaş öğretisinde bu ayrımların hiçbirisi yoktur. “73 millete bir gözle bakmak”tır her şeyden önemlisi. Ne yazık ki, günümüzde Aleviler içinde çok milliyetçi bir söylem de var, bu durum bizim kabul etmediğimiz İslamî yorumla birleşince içinden çıkılmaz bir şey oluyor. Bunu mutlaka kırmak lazım.
Dertli Divanî: Aleviliğin herhangi bir ırka ya da milliyete ait olmadığını biliyoruz. Farklılıklara Alevilik inancında bir zenginlik olarak bakılması gerektiğini Hacı Bektaş Veli yüzyıllar öncesinde; “73 millete bir nazarla bakmayan bizden değildir.” sözüyle söylemiş. Yeryüzünde ne kadar farklı kültür, inanç, ibadet anlayışı varsa bunları olduğu gibi kabul etmek insan olmanın gereğidir. Zaten bu anlayış Alevilik inancının özünde var. Birtakım insanların Aleviliği Türklükle özdeş gibi sunmaya çalışması çok ciddi bir tehlikedir, sinsice oynanan bir oyundur. Biz konserlerimizde ve cemlerde de bunu haykırıyoruz. Hiçbir ırkın ve milletin bir diğerinden üstünlüğü söz konusu değil. Hacı Bektaş Veli öğretisi bu yöndedir. Dertli Divanî bir ozan ama aynı zamanda bir inancın temsilcisi. Konuştuğum zaman her şeyi net ifade edip, her iki görevimi de doğru yapmak zorundayım.Herkes kendi ana dilince neye nasıl inanıyorsa ibadetini yapar ve deyişlerini türkülerini de okur. Bundan daha doğal ne olabilir ki?
Ulaş Özdemir: Bu konuyla ilgili çalışmış dilbilimci yok. Politik birsürü neden olabilir ama dilsel bir açıklama da olabilir. Mesela, Mehmet Bayrak’ın “Ermeni Âşıklar” çalışmasına bakalım. Bu insanlar baskı nedeniyle Türkçe yazmamışlar. Belki bunun üstüne düşünüp bir şeyler çıkarılabilir. Baskılar ve insanların korkularından dolayı insanların kafasında bir sürü sorular olduğu için çok açıklanmamış bir şey. Aynı şekilde Arnavutluk’taki Bektaşiler veya Kapadokya’da yaşamış Rumlar da düşünülebilir. Örneğin, Hacı Bektaş devrinde Kapadokya Rumları, Hacı Bektaş’ı bir aziz olarak görmüşler.
Alevi-Bektaşi kavramının aslı nedir? Kitaplarda ‘Aleviler kırsaldakileri, Bektaşiler şehirdekileri temsil eder’ gibi değerlendirmeler var.
Dertli Divanî: O, araştırmacıların düşüncesi. Alevilik, Hacı Bektaş Veli dönemine kadar olan süreçtir. Bektaşilik ise Hacı Bektaş Veli ile başlayan ve özellikle Balım Sultan döneminde yaşama geçirilen bir anlayıştır. Pir Sultan bir deyişinde diyor ki;
“Hünkar Hacı Bektaş Ali kendidir.”
Hacı Bektaş Veli’yi yolun pîri olarak gören herkes aynı zamanda Alevi düşüncesini özümsemiştir. Hacı Bektaş Veli dinde reform yapmıştır. Var olan bir Kırklar süreğini, Alevilik inancını kendi dünya görüşü ile sentezleyerek inanca aktarmış, Balım Sultan da bunu kurumsallaştırmıştır. Anadolu’ya özgü bu Alevilik inancından bahsederken
“Alevi-Bektaşilik” demek gerekiyor. Alevi-Bektaşilik, et ve tırnak gibi iç içe geçmiş, biri birinden ayrılmayan bir bütündür. Her Bektaşi aynı zamanda Alevidir ama her Alevi Bektaşi değildir. Hacı Bektaş Veli’yi yolun pîri bilmeyen Şiiler, Nusayriler, Ehl-i Beyt innacına sahip olanlar Alevi olarak kabul edilebilir ama Bektaşi değildirler. Alevi-Bektaşiler Hacı Bektaş Veli’yi yolun pîri bilen, aynı zamanda Alevilik inancının özünü kavramış ve detayları bir kenara bırakmış olanlardır. Nasıl yıkılmaya yüz tutmuş tarihi bir binayı restore eder, onun yaşamasını sağlarsanız, Hacı Bektaş Veli de asimile olmuş, yok olmaya yüz tutmuş bir Kırklar geleneğini, Alevilik inancını öze uyarlamıştır. Daha sonraları da bunun adı “Alevi-Bektaşilik” olmuştur.
Âşıklık geleneğinde, taşlamalar önemli bir yerde duruyor; bugüne dair birçok temayı da barındırdıklarını görüyoruz. Bu eserlerden çalışmalarınızda okumayı düşünüyor musunuz?
Ulaş Özdemir: Edip HARABİ’ nin;
“Daha Allah ile cihan yok iken
Biz anı var edip ilan eyledik
Hakk’a layık hiçbir mekan yok iken
Aldık hanemize mihman eyledik”
diye başlayan “Vahdetnâme” adlı eseri var. Müthiş bir devriyye. Aslında her şeyi çok güzel özetleyen, anlatan bir eser. Orada;
“Bu sırrı müphemi arifan anlar
Bunu cahillerden pinhan eyledik”
dizelerinde, sırrı arifler anlar, cahillerden gizledik denmekte.
İbretî’nin de;
“Minareye çıkıp bize bağırma
Haberimiz vardır sağır değiliz
Sen kendini düşün bizi kayırma
Sizlerle kavgaya uğur değiliz”
diye bir deyişi var.
Bunları okuyalım diyoruz tabii, hatta muhabbetlerimizde söylüyoruz, ama Harabî Baba’nın dediği gibi bunu anlayacak adam var, başka yöne çekecek adam var. Belki konserlerde belli bir bütünlük, özel bir konsept içinde söylenebilir ...
Dertli Divanî: “Söz var halk içinde söz var hulk içinde.” demişler. Okurken, genele hitap eden şeyler seçmek lazım..
Alevi deyişleri, çok fazla dörtlüğe ve kısmen zor anlaşılır bir dile sahip olduğu için genelde dikkatli dinlenemiyor bizce. Hasbıhal’i de o kültürün içinden yetişmiş insanlar anlıyor ve dinliyor.
Ulaş Özdemir: Bizim icin repertuar belirlerken birkaç nokta var: “Serçeşme” veya “Diktiğimiz Fidanlar” gibi bugünü anlatan eserler okuyoruz. Ozanlar da yaratmak istediğimiz atmosfere göre seçiliyor. Ama her seferinde yeni bir repertuar yapmaya özen gösteriyoruz. Özellikle aynı yerlerde aynı şeyleri söylememeye özen gösteriyoruz.
Ahmet Koçak: Düğün salonlarındaki konserler çok farklı oluyor. Özellikle oturma düzenlerinde çok kopukluk oluyor.
Dertli Divanî: Masa ve sandalyelerin yerlerini değiştirerek muhabbet ortamına çeviriyoruz. Daha samimi ve yakın olunca o zaman halkı çekiyorsunuz ve tam hasbıhal oluyoruz dolayısıyla zevkle dinliyorlar. İletişimi sağlam kurmak çok önemli.
Ahmet Koçak: Seyirciyle birebir temasta bulunulması ve deyişlere eşlik ettirilmesi çok önemli. Batı’dan anlatılır hep, insanlar konsere girerken notaları ellerine verilir öyle dinlerler. Bizim de özlemimiz bu aslında, dinlerken insanların ellerinde sözler ve nota olsa, canla başla eşlik edebilseler. Bunları hayal ediyoruz. Tüm salonun o coşkuya katılması çok güzel olur. Türkçe ve İngilizce tanıtım broşürürleri hazırlayacağız. Yapacağımız bu çalışmaları kitapçık haline getirip insanlara dağıtmak gibi düşüncelerimiz var. Bunları yapabilirsek, sanıyorum düzgün bir konser dinleyicisi ortaya çıkar. “Şah-ı Merdan”da örneğin, sadece ritmiyle değil o sözleri de dinlemeli insanlar.
* Türk Tarih Kurumu Yayınları, 127. sayfada
* Balim Sultan Muhabbeti: Cemin oncesinde yapılan, ceme katılanları kaynaştırma amaçlı sazlı-sözlü muhabbet
KAYNAK: http://www.bgst.org/muzik/yazilar/hasbihal2.asp