İsmail ASİL
Son günlerde AKP nin Alevi açılımı adı altında geliştirilen manipülasyonu yine gündemde. Alevileri doğrudan ilgilendiren, ama tüm topluma yönelik teslim alma girişiminin bir parçası olarak gerçekte herkesi ilgilendiren bu açılım karşısında doğru tutum, gerçek bir demokratikleşme ve laikleşme açısından yaşamsal önem taşıyor.
AKP'nin asıl derdinin Aleviliği tarihsel gerçekliğinden ve güncelde sol niteliğinden koparıp merkezine oturmak istediği düzenin bir unsuru haline getirip çürütmek olduğu açık. Bunun hem Aleviler hem de toplumun diğer ezilenleri nezdinde ne denli anlaşıldığını yaşayarak göreceğiz.
Bu açılımı kendi işbirlikçileri (Alevi kavramsallaştırmasıyla Hızır Paşalar) üzerinden yürütmeye çalışanların bu noktada öne çıkardığı şey, Aleviliğin geleneksel kurumu olan dedeliktir.
Şunu hemen belirtelim ki, Alevilik dahil tüm inançlar ve dinler, bir tarihselliğin, bir yaşam biçiminin ürünüdür. Alevilik özgülünde dedelik, inancın kendini üretmesi yanında dışsal basınca karşı da kendini koruma kaygısının önderlik kurumu olmuştur. Ancak bunun farkında olan egemenler, dedeler üzerinden Aleviliği kontrol altına almak için süreğen bir çaba içinde olmuşlardır. Yani Aleviliğin kontrolü çabasında onun doğal kurumu olan dedeliğin kontrolü özel bir önem kazanmıştır.
Bu çerçevede dedelik tarih boyunca hep bıçak sırtında yaşamıştır. Hem toplum ve inancın egemenlere karşı kendini koruması ve sürdürebilmesinin kurumu olarak hem de siyasi/dinsel otorite tarafından teslim alınabilmek için. Yani Alevileri kendi beklentilerine uygun olarak yeniden şekillendirmek ve bu yolla kontrol etmek için dedelere yönelik özel politikalar geliştirilmiştir. Bu bağlamda onlara rejim nezdinde makbul soyağaçları verilmesi veya varolan soyağaçlarının resmen kabulü yoluna gidilmiş, yine vergi toplamada aracılık veya açıktan ekonomik kaynak aktarma yoluna gidilmiştir. Bu ilişkilenme çerçevesinde Aleviliğin, iktidarın inancına doğru asimilasyonu ve onları asimile etmek isteyen rejimin kontrolü altında alınmaları sağlanmıştır. Bugün de Diyanet'e bağlı, maaşlı resmi dedeler yaratılmak istenmesinde kasıt budur.
Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat döneminden başlayarak, devletin belli ailelere resmi onaylı secere vermesi* (1232), bu inancı kabullenmesi değil, ortadan kaldıramadığı oranda kendi çıkarlarının uzantısı haline getirme çabasının ürünü olmuştur. Anadolu da Kızılbaş direnişin geliştiği 16. yüzyıl başında, Dimetoka dan getirilip Hacıbektaş Dergahı nın başına oturtulan Balım Sultan döneminde de, şecere dağıtıldığını, bu yolla Şah İsmail e karşı Anadolu'da nüfuz alanı sağlanmaya çalışıldığını biliyoruz. Tabii aynı dönemin, denetim altına girmeyi kabullenmeyen Anadolu Kızılbaşlarının yüzbinlerce katledildiği, tekke ve kurumlarıyla birlikte tümüyle mülksüzleştirildikleri ve sürüldüklerini de biliyoruz. Tabii karşı bir atak olarak Şah İsmail döneminde de bolca şecere dağıtıldığını görüyoruz.
Kuşkusuz egemene kapılanmamış, bozulmamış haliyle dedeliğin Alevi inancının günümüze kadar gelmesinde ve Aleviliğin anlam dünyasına kattığı zenginlik yadsınamaz. Ama bir yandan egemen çıkarlarla özdeşleşme diğer yandan eşitler arası birinci olmaktan çıkıp katı bir hiyerarşiye dönüşen tipteki dede-talip ilişkisi, zamanla Alevi toplumunun dokusunu da bozmaya başlamıştır. Örneğin Alevi inancına yabancı olan kullaşma , dede karşısında iradesini yok eden bir sürünme hali, bu sürecin sonucudur. Öyle ki dedeye duyulan mütevazı saygıdan öte, onun şahsına geliştirilen tapınmacı kutsiyet Aleviliğin Enel-hak diyen özgüvenini, özgür birey potansiyelini tahrip etmiştir. İnanç önderinin Ortodoks inançlara özgü kutsanması ve tapınma, taliplerin özgüvenlerini bozarken, diz çöküp el etek öpen kullara dönüştürmüştür. Böylesi bir hiyerarşinin içselleştirilmesi, aynı zamanda gücün eşit dağılımını öngören demokrasiyle de uyumsuz insanlar oluşturur. Kaldı ki ezilen, yok sayılanların inancı olarak biçimlenen Alevilikte kutsal olan, ayrımsız her bir canın kendisi ve birbirleriyle eşitliğidir.
Günümüze kadar gelen başka bir tuhaflık da, şecereler üzerinden soy övüncü güdenlerin varlığıdır. Elbette bir kurum olarak dedelik, Alevi inancında temel önemdedir, ancak kimi dedelerin bunu güç ve kudret aracı olarak istismarı temel bir sorun örneğidir. Bilimden gidilmeyen yolun sonunun karanlık olduğunu, aslolanın bel evlatlığı değil yol evlatlığı olduğunu kendine düstur belleyen bir inançta, erdemin ve önderliğin salt babadan oğula geçen bir erdem olmadığının bilincinde davranmak zorunludur. Bu bilinç aynı zamanda dedelerin olmazsa olmaz bir erdemi olması gereken mütevazılık açısından da zorunludur. Kaldı ki soyluluk övüncü bu inancın eşitlikçi felsefesine uygun değildir. Tarihsel ve teolojik olarak da irdelenmesi halinde bu inancın soy davası ekseninde kurulmadığı görülür. Hele ki göçebe, ortaklaşmacı komünal bir yaşam tarzının inancı, soylu ve soylu olmayan ayrımı yapamaz. Özetle bu inancın felsefesi içinde etnik kimlik üstünlüğü iddia edilemeyeceği gibi soyluluk övüncü geliştirilemez. Her şeyden önce Aleviliğin teolojik şekillenmesi, egemenliği meşrulaştıran bu tip kavramlara uygun değildir **.
Sonuç itibariyle herhangi bir soydan gelmenin önemli olmadığı, önemli olanın hayat karşısındaki duruşunun ona ne kattığı olmalıdır. Örneğin İmam Hasan da Ehlibeytin bir soy evladı olmasına rağmen, İmam Hüseyin yanında oldukça silik bir şahsiyettir. Benim Kabem insandır diyen, 72 inancı bir nazarla gören Alevilik, bel evlatlığı değil yol evlatlığı ve bilgeliği esas alır. Ali ye atfen söylenen Nesebinle değil, edebinle övün sözü de durumu daha da pekiştirir. Nitekim bir Pir Sultan ın, bir Yunus Emre nin, bir Nesimi nin bu inançtaki değeri, olmayan şecerelerinde değil yola değer katan, ön açan yaşamlarındadır. Keza Hacı Bektaş ın yaşarken asla soyluluk vurgusu yapmamış mütevazi duruşu, ona atfedilen şecerenin de Alevi kırımları dolu II. Bayezit döneminde yazılan Velayetname nin iddiası olması üzerinde de ayrıca düşünülmelidir.
İşte bu tarihsel gerçekler karşısında, günümüzde kimi dedelerin soy övüncüne yaptıkları vurgunun, bunun üzerinden üstünlük elde etme çabasının sorunlu bir durum yarattığını söylemeliyiz. Oysa dedelik fonksiyonu bilgi ve erdemle yüklenilmelidir. Aksi davranışta olanlar yoldan uzaklaşmış olacaklardır. Aleviliği inanç önderlerinin felsefesinden soyutlayıp, onu sadece 12 imam geleneğine ve secerelerle elde edilecek dinsel iktidarlara hapsetmek bu yola yapılacak en büyük kötülüklerden biri olacaktır. Ve maalesef böylesi sapmaların yaygınlaşması örnekleriyle karşılaşmaktayız. Öyle ki kimi cemevlerinde, İslamcılarla İslamcılık yarıştıran, her şeyi İslamiyet terazisinde tartanlar. Bin yıllık baskı ve kuşatma altında yaşanan zor ve kıyım karşısında, bir savunma dili olarak sık sık İslami söylemlere vurgu yapılmasının anlaşılır bir yanı da var elbette. Ama bu mazeretin günümüz için geçerli olamayacağı açık.
Okunacak en büyük kitap insandır özdeyişini bir tarafa bırakıp, başımız Kur ana bağlıdır diyerek cemevlerini birer minaresiz camiye dönüştürenlerin Alevilere katacağı hiçbir şey olamayacağı açıktır. Egemenlerin onca şiddet ve kıyım yüzyılında başaramadığını, bugün açıktan ya da dolaylı başarıyor olmaları düşündürücü. Üstelik bunu, egemenlerin şaşalı iftar sofralarına dönüştürüp, Madımak ateşine odun taşıyan Hızır Paşalar sayesinde başarıyor olmaları daha da hazin! Bugün kendilerinden istenen, dedeliği hocalığa , canları da birer mümine dönüştürme görevidir.
Sonuç olarak önümüzdeki sürecin politik özneleri olan Alevilerin kendilerini tüm kurumsal yapılarıyla yeniden gözden geçirmeleri, günümüz koşullarına cevap verecek şekilde yeniden yapılandırmaları şart. Bu yeniden yapılandırmada, başta ABF olmak üzere demokratik Alevi hareketinin öncülük kapasitesi ve misyonunu geliştirmek şart. Bu süreçte tek tek Alevi ve dedelerin, kendi tarihsel ve teolojik dokularına uygun olmayan tüm yabancılaşma unsurlarına karşı iç arınma yaşamaları şart. Bu süreçte kapıkulu zihniyetlerden kurtulmadan, devlet parasıyla ne dedelik ne de laiklik olmayacağını içselleştirmeden Alevi bünyesindeki yozlaşmanın önüne geçilemez.
Alevilerin bir yol ayrımında oldukları açık. Ya egemenlerin istediği doğrultuda, düzenle bütünleşip onun bir parçası olacaklar, ya da kendilerini var eden koşulları yaratmış felsefi ve teolojik önderlerinin izinden gitmeye devam edecekler. O yolun bugünkü anlamı da her türden ezme ilişkilerine karşı hep birlikte eşit ve özgür bir Türkiye yaratılmasından geçmektedir.
* N.Birdoğan
** E.Aydın
İSMAİL ASİL
KAYNAK : Alevihaber.com - 4 Ocak 2008