Oral ÇALIŞLAR / Radikal
Demokratik bir devlet, milyonlarca Alevi yurttaşının 'ibadet yeri' olarak tanımladığı bir 'kurum'u görmezlikten gelemez.
2 Temmuz 1993’teki Sivas katliamı bir dönüm noktası oldu. Aleviler, kendilerine yönelik bu insanlık dışı saldırıya karşı ayağa kalktılar. Adım adım filizlenen kimlik talebi, o andan itibaren kuvvetli bir örgütlenme enerjisine dönüştü. Bu, bir rönesanstı. Madımak yangını acının da zirvesiydi, değişimin de.
Hükümetin Sivas katliamından 16 yıl sonra giriştiği ‘Alevi Açılımı’nın temel ateşleyici dinamiğini Alevilerin bizzat kendilerinin oluşturduğunu görebiliyoruz.
600 yıllık bir zulmün sonunda
Alevilikle devlet arasındaki ilişki bir değişim geçiriyor. Unutmayalım bundan 600 yıl önce Osmanlı İmparatorluğu’nun şeyhülislam fetvalarında Aleviler için “Katli vacip” deniliyordu. Haydi o tarihin üzerinden çok zaman geçti diyelim, 1925 ‘Takrir-i Sükûn Kanunu’nun ardından çıkarılan ‘Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına İlişkin Kanun’ da Alevi-Bektaşi tekkelerini yasaklayan nitelikteydi. Camilerin tek ibadet yeri olarak gösterilmesiyle birlikte, Alevilik ‘gayri meşru bir inanç akımı’ konumuna getirilmiş oldu.
Devlet Bakanı Faruk Çelik tarafından açıklanan ‘Alevi Açılımı Nihai Raporu’, gelinen yeni aşamaya işaret ediyor. Bazı adımlar atıldı. Örneğin Madımak Oteli kamulaştırıldı. Nasıl kullanılacağı konusunda Madımak kurbanlarının ailelerine danışıldı. Şimdi ise bir anma mekânı projesi üzerinde çalışmalar sürüyor.
‘Din dersleri’ konusu, ders kitaplarına Aleviliğin de eklenmesi üzerinden (geçici de olsa) bir tür çözüme kavuşturulmuş gibi. Tabii, ‘Zorunlu din dersi’, sonuçta ‘laiklik’e de ‘inanç özgürlüğü’ne de aykırı bir kavram. Bakan Faruk Çelik bu bağlamda ilginç bir noktaya dikkat çekti: “Eğer isteyen ailelerin çocuklarına kendi tercihlerine uygun bir dini eğitim verilirse zorunlu din derslerine bile gerek kalmayabilir.”
Cemevleri kritik konu
‘Alevi Çalıştayları’nın ana sorunları kısa zaman içinde ‘kökünden halletmesi’ni kimse beklemiyor. Ama bu başlangıç, birçok önyargının kırılması açısından, etkisinin zamanla anlaşılacağını düşündüğüm bir zemin oluşturuyor.
‘Sünni teolojinin yargıları’, toplantıların düşünsel çerçevesine eşlik etti. Sünni teolojisinde Alevilik konusu var olmadığı için bir ‘çözüm projesi’nin temelini oluşturabilecek öğeler de yok. Örneğin “Cemevleri ibadet yeri sayılsın” talebine karşı “Müslümanlar bölünür” gibi değerlendirmeler yapıldı.
Bu yaklaşımdakilere göre Müslümanların ibadet yeri camiler ve mescitler. Ama teorik yaklaşımlarla hayatın akışı farklı. Alevilerin çoğu artık cenazelerini hızla yaygınlaşan cemevlerinden kaldırıyorlar, ibadetlerini orada gerçekleştiriyorlar, semahlarını dönüyorlar, lokmalarını orada paylaşıyorlar. Sünni teoloji yok sayılmaya devam edilse de siyaset Alevileri yok sayamaz. Demokratik bir devlet, milyonlarca Alevinin ‘ibadet yeri’ olarak tanımladığı bir ‘kurum’u görmezlikten gelemez.
Sivil cemevleri
Bakanlık, cemevlerinin yasal statü kazanmasına ilişkin bazı tasarımlardan da söz etti. “Aleviler, Diyanet İşleri içinde mi temsil edilecekler, yoksa vakıf örgütlenmesi yoluyla bugüne kadarki sivil duruşlarını mı sürdürecekler” sorusunu devletin de Alevilerin de kendi kendilerine sormaları gerekiyor.
Bugünkü cemevleri tamamen sivil kurumlar. Alevi toplumu, ihtiyacına göre onları kuruyor ve yaygınlaştırıyor. Üzerlerinde bir merkezi otorite olmadığı gibi bağlı oldukları bir resmi kurum da yok. İşin içine devlet girince, bir merkezi örgütlenme konusu da kaçınılmaz olarak gündeme geliyor. Böyle bir merkezileşmenin Alevilerin şimdiye kadarki ‘sivil durum’unu zaafa uğratması riski de var. Bazı çevreler de devletle olan ilişkiyi bir ‘Alevi Diyaneti’ olarak kurumlaştırmak isteyebilirler.
Doğru ve doğal olan, cemevlerinin statüsü şekillenirken sivil geleneklerinin zaafa uğramaması.
Sonuç olarak, Alevilerin nasıl yaşayacakları, örgütlenecekleri, ibadet edecekleri onların bileceği iştir. Farklılıkları da onların zenginliğidir.
Radikal - 01.04.2011