Yüksel Işık (*)
Birkaç gündür, Ergenekon üzerinden solun duruşu tartışılıyor. Solun Ergenekon konusunda sessiz kaldığına ilişkin bir iddia ve bu iddiayı güçlendirecek birkaç örnekten hareket edilerek çizilen resim, solu içler acısı bir durumda gösteriyor. “Amerika yeniden keşfedilerek”, varlık nedeni taraf olmak olan sola, neredeyse, “tarafsız kalan bertaraf olur” mesajı verilerek, “iki ucu pis değneğin” bir ucundan tutması isteniyor. Üstelik Ergenekon karşıtı uçtan tutulması da kuvvetle salık veriliyor.
Öyle anlar vardır ki, tarafsız kalmanın taraflardan birinin hanesine yazılmak anlamına geldiğine tarihsel süreç de işaret ediyor. Sovyet devrimi dönemini anlatan bir filmde, devrim sürecinin evlatlarına dönük tutumunu eleştiren entelektüele bir proleteryanın dediği gibi, “ya burvuvaziden yanasın ya proloteryadan, ortası yok” anekdotu, bugünkü Ergenekon süreciyle paralellik gösteriyor. Yaşananlar, temizlenme ve arınma süreciymiş gibi gösterilerek, solcuların demokratik bir düzenin oluşması konusunda isteksiz olduğu resmediliyor.
Sağın takiyeciliği
Büyük bir haksızlık yapılıyor. Esasen eleştirilenlerin sol kavramıyla ilişkisini uzun yıllar önce kesmiş aydınlıkçı kanat ile kadrolarının bir kısmını ‘30’lu yıllarda Kemalizm’e kaptırdığı halde, “kendi sağından medet umma” anlayışından hiç kopmayanlar olduğu da bilinçli olarak gözden kaçırılıyor. 1920’lerde soldan büyük destek gören Kemalizm’e bugün bile övgüler dizen “solcu”lar bulunsa da, övgüyü yapan kadroların durduğu yere bakmadan toptancı bir sol eleştirisi, haksızlığa işaret ediyor. Zira, sol bilirki, işgalci güçlere karşı gözü kapalı olarak desteklenen Kemalizm, 1920’ler dahil, tarihin her döneminde solun sağında ve hele hele 12 Eylül gibi askeri darbe dönemlerdeyse, İslamcı hareketle işbirliği içinde, elbette sola karşı bir pozisyonda, yer almıştır.
Tam burada gözden kaçırılmaması gereken bir noktaya işaret etmek gerekiyor. Bu nokta, işgalci güçlere karşı yurtsever duyguları örgütleme başarısı gösteren Kemalist hareketin, esas enerjisini Osmanlı’nın mirasını tasfiye etmeye verdiğini gösteriyor. Sola karşı estirilen ideolojik hegemonya rüzgarı da kaynağını burada alıyor. Kemalist Hareketin Batılılaşma çabalarını eleştiren güçlerin, doğrudan Batılı değerlere değil de, ideolojik vechesi sola yönelmiş Kemalizm’in yarattığı hegemonya üzerinden sola vurarak, geçmişe methiyeler dizmekten geri kalmadıkları da biliniyor. Bu ülke sağcılığı, bir çeşit takiyye yöntemiyle Kemalizm eleştirisini sol üzerinden yaparak yol almayı deniyor. Bu eleştirilerin, kuruluş sürecinde, hiçbir kapitalist sermayedarın, getirisi küçük diye yapmadığı temel yatırımları yapmak zorunda kalan devlete ait olan mülklerin özelleştirilmesi sürecinde de ısrarla dile getirdiklerini biliyoruz.
Kemalist hareketin sol ile tek ortak tarafı işgalci güçlere karşı cephelerde savaşan solcuların yarattığı sempatinin güven ve desteğe dönüşmesini engellemek amacıyla resmiyet kazanan TKP isminden ibaret; üstelik o TKP’nin kurucularının kim olduğuna bakılırsa, resmiyetin sol ile ilişkisi de ortaya çıkmış bulunuyor. Sonrası zaten biliniyor. Önce Mustafa Suhpiler boğduruluyor; sonrasında TKP ile dirsek temasında bulunan aydınlar devşirilip “kadro”laştırılıyor ve nice cinayetin ve saldırının gerçekleştirildiği karanlık günler ardı ardına geliyor.
“Mıntıka temizliği” mi, “temiz eller” mi?
Kimse suyu yokuşa sürmek olarak algılamasın; ancak, Ergenekon operasyonu, Topal Osman ve arkadaşlarının tasfiye edilmesinin bir miktar daha genişlemiş hali gibi görünüyor. Bugün yapılanlar, Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz’de boğdurulması sürecini örgütlediği herkesçe kabul edilen Topal Osman’ın, daha sonraki dönemde Çankaya Köşkü’nün idaresine kadar el uzattığı görülünce yapılan “mıntıka temizliği”nin biraz daha genişletilmişine benziyor. Bu açıdan, halen aktif durumda olanların, emekli edilmişlerle geçmişte tamamlanamamış hesaplarını, Hükümet üzerinden kesme çabasını, “temiz eller”e benzetmek o kadar da kabul edilebilir görünmüyor.
Cumhuriyet’in kuruluş süreci milat olarak alındığında, Suphilerin boğdurulması, “derin güçler”in tarihsel izlerinin nerelere kadar uzandığını gösteriyor. Sonrasında Tan Matbaası baskını, Sabahattin Ali’nin katledilmesi, 6-7 Eylül olayları, Kanlı Pazar vs. diye uzayıp gidiyor. Yakın tarihimizde ise birbirinden derin izler bırakan nice karanlık cinayet ve katliam işlenmiş bulunuyor. Bütün bunları resmi güçlerden destek alan çetelerin işlediği de sır değil. Ergenekon operasyonu çerçevesinde tutuklananların karanlıkta kalmış bu cinayetleri işlediği mi düşünülüyor da bu denli gürültü kopartılıyor? Öyleyse niçin hala Vedat Aydın’ın kim tarafından öldürüldüğü; Musa Anter’i kimlerin katlettiği; Uğur Mumcu’nun nasıl bir çeteleşmeye kurban verildiği; yürütülen operasyonun doğal sonucu olması gereken Kemal Türkler katliamının nasıl işlendiği sorulmuyor.
Konjonktürün rüzgarına kapılmak
Yaklaşık 14 ay boyunca sürdürülen operasyonun sonucunda anlaşılıyor ki, Ergenekon operasyonunun sanıklarının esas faaliyet alanını ordu oluşturuyor. Aktif veya değil asker kökenlilerin akıllarında çokça darbe geçirmesi(kabul edilemez olsa da) şaşılacak bir yan bulunmuyor. Talat Aydemir girişimlerinden bu yana geçen tarihsel süreç de kanıtlamış bulunmaktadır ki, darbeyi başaranlar idam sephası kuruyor; başarısızlarsa kendileri için kurulan idam sephasına çıkıveriyor. Başarılı ya da başarısız her darbe ya da girişiminin öncelikli düşmanlarının başında solcular geldiğine göre, hiçbir sol hareket, emek hareketinin gücü dışındaki güçlerin girişimlerine güvenerek solculuk yapmaz. Aydınlık hareketi örneğinde olduğu gibi, emek eksenli örgütlenmeler dışındaki güçlere tapanların solculuk defterlerinin kapandığıysa kuşku götürmez.
O halde ne oluyor? Konjonktürün estirdiği rüzgardan korunanlar, gözaltına alınan sansasyonel isimlerin yarattığı tartışmalar dışında darbe karşıtı bir hareket göremiyor. Elbette, her türlü çeteleşmenin önüne geçmek ve gizli ve karanlık işler çeviren bütün çeteleri deşifre etmek, şu an Hükümet edenlerin boyun borcudur. Bu anlamıyla çetelerin üzerine gidenlerin soldan destek göreceğinden kimsenin kuşkusuz olmasın. Ancak, hiç kimse tarihsel belleği güçlü olan solculardan “akıntıya kapılması”nı da beklemesin. Zira, “akıntıya karşı kürek çekmek” ve “belden aşağı vurmamak” solun alamet-i farikasını oluşturuyor.
Bu çerçevede bir dönem aynı politik hareket içinde yer aldığımız Doğan Tarkan ve Şenol Karakaş’ın bu ülkenin tek problemi darbe planı yapan generallerden ibaretmiş gibi hararetli bir Hükümet savunuculuğu yapmalarını konjonktür rüzgarının etkisine bağlamak gerekiyor. Konjonktür öyle uygun olduğu için bugünlerde solcular Kemalizm üzerinden eleştiriliyor. Oysa bu ülkede herkesin, yıllardır, gladio tipi örgütlenmelere ve kontrgerillaya dikkat çeken sola özür borçları var ve bu borç hala ödenmeyi bekliyor.
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy70417 = 'isikyukselk' + '@';
addy70417 = addy70417 + 'gmail' + '.' + 'com';
var addy_text70417 = 'isikyukselk' + '@' + 'gmail' + '.' + 'com';
( '' );
70417 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->
(*) gazeteci-yazar
ALEVİ HABER AJANSI - 25 Temmuz 2008