Geçen yılın son değinmesi, Salih Bolat’ın Behçet Aysan şiir ödülünü kazanması üzerine, “Madımak Yangını”nın acısını şiirle sarmak üzerineydi (Cumhuriyet Kitap, “Acının Sınır Boylarında” Aralık 2007). Dün, 2 Temmuz 2007, “Madımak Yangını” üzerinden 15 yıl geçtiğini unutmamamız gereken tarih. Yurt edindiğimiz bu çokkültürlü Anadolu toprağında barış içinde yaşamak umudunu yitirmemişsek, o acıyı sarmasını bilmek için, neden yakıldığımızı da unutmayacağız.
Para nasıl güce dönüştüğü zaman yönetim erkini ele geçirmek, topluma egemen olmak isterse, inançlar da güç oluşturup ülkeyi yönetmeye kalkarsa, barışı korumak zorlaşır.“Madımak Yangını” dönemin yöneticilerince düzenlenmiş bir olay değildi. Her ne kadar Sivas Şenliklerini Pir Sultan Abdal Derneği hazırlamışsa da, ev sahibi durumunda olan Kültür Bakanlığı’ydı. Yönetimin yetersizliği yüzünden olayların boyutu genişlemiş, sonuç alınmasında çok geç kalınmıştı.“Madımak Yangını”nda 37 kişi can verdi. İçerdeki 2 görevliyi, dışardaki 2 göstericiyi saymayanlar 33 kişinin öldüğünü söyler. Oysa içerdeki 2 görevli konuklara yardım etmekten kendilerini kurtarmakta gecikmiş olabilirlerdi. Dışardaki 2 gösterici kim bilir nasıl bir ruh yıkımı içindeydiler! Ölüm, kimini yapı önünde, kimini merdiven basamaklarında ele geçirmişti. Bu 37 can, kendi karmaşık dünyası içinde birer “can”dı. Kösnüyle adam öldürenler, bu gidişe duyarsız kalanlar, kuşku yok ki, birer “can düşmanı” idiler.Tam 15 yıl geçti aradan. O yangının külleri daha soğumadı. Kışkırtılan kütle ruhu bilinçsiz bir güce dönüşebilir. Sıvas’ta “şeriat”ın kara gücü, bir düğün şenliğini yasa boğdu. Barışın düğünü vardı orada, insanca yaşamanın düğünü. Bu sevinci insanımıza çok gören kara gücün eylemlerine neden seyirci kalındı?
BİRBİRİYLE ÖRTÜŞEN İKİ KİTAP
Sıvas olaylarıyla ilgili çok şey söylendi. Çok kitap çıktı. Olayların 15. yılında iki kitabı özellikle anımsamak gerek: Bunlardan biri, Edebiyatçılar Derneği’nde benim sorumluluk aldığım dönemde yayımlanan Sivas Kitabı, öteki Şenal Sarıhan’ın hazırladığı Sivas Katliamı Davası. Biri, düşünce yoğunluğu, duygu inceliğiyle hazırlanan; öteki, belgesel özellikleriyle yargı akışını gösteren, birbiriyle bütünleşerek gerçeği aydınlatan iki kitap. Tanrı tektir ama, Tanrı’ya ulaşan yollar çoktur. Kitaba yazdığım “önyazı”daki görüşlerimi bugün de koruyorum: “Laiklik, İslamiyetteki değişik anlayışları koruyan, insanlara hoşgörüyle bakmamızı sağlayan bir değerler bütünüdür. İslamiyeti benimsemeyi kolaylaştıran değişik anlayışlar da, laik düşünceyle bir arada yaşayabileceğimizin göstergesi olmak gerekir. Yaşama biçimi olarak seçtiğimiz İslamiyetin dar kalıbından çıkamıyorsak, bu kalıbın dışında kalanları kendimize düşman sayacak kadar saplantılara düşüyorsak, düşünce dizgemizde bir yanlışlık var demektir. İnançlarımızı çıkarlarımız için kullanmıyorsak, İslamiyet değerlerine bağlı olduğumuz yalanıyla boşuna kandırmayalım kendimizi” (Sivas Kitabı, Bir Topluöldürümün Öyküsü, Hazırlayan Attila Aşut, Edebiyatçılar Derneği, Haziran 1994).
Her ne kadar bu kitabı, huysuz denecek kadar titiz bir çalışma anlayışıyla Attila Aşut yayına hazırlamışsa da, çalışma takımında Özcan Karabulut, Hidayet Karakuş, Gökhan Cengizhan, Öner Yağcı da görev almışlardır. Dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar Sivas Kitabı’na yazdığı bir yazıda özellikle şu görüşlerin altını çizmiştir: “Orada, kendi karanlık düşüncelerini egemen kılmak için, çaresizliklerini bile bile, insanlarımızı yakan saptırılmış kitleler, bize yalnızca bir tek şeyi öğretebilmişlerdir: Düşünce özgürlüğüne yönelik duyarlığımızı canlı tutmayı.Türkiye toplumunun genç demokrasisinin buna gereksinimi vardır.Demokrasi, yalnızca özgürlükler rejimi değildir. Aynı zamanda bir ‘disiplin’ rejimidir.Demokrasi, yalnızca çoğunluk düşüncesinin egemenliği olarak da anlaşılmaz. Demokrasi, çoğunluk düşüncesinin, azınlık haklarını gözeterek yönetimde bulunmasıdır. Kendi karşıtı düşüncelere özgürlük ve hak tanımayan bir yönetim, adı ne olursa olsun, ‘demokrasi’ değildir” (Sıvas Unutulmasın!). Ama Büyük Millet Meclisi bu duyarlığı göstermedi. Sıvas’taki “Pir Sultan Abdal Etkinlikleri”ni düzenleyenlerden Ali Balkız, Meclis Araştırma Komisyonu Raporu tartışılırken, Meclis sıralarının boşaltıldığını anlatıyor. En çok tartışma konusu olan durum da Aziz Nesin’le ilgili önyargılı tutumdur. Ali Balkız şu soruların yanıtını arıyor: “Peki, katileri kimlerdir? Bunlar nasıl örgütlendiler, ne zaman örgütlendiler? Hangi olanakları kullandılar? Bağlantıları kimlerdi? Amaçları neydi? Bu amacı hangi vasıtalarla ve nasıl gerçekleştireceklerdi? Tüm bunlar için hangi hazırlıkları yapmışlardı? (TBMM Araştırma Komisyonu Raporu’nun Eleştirisi).
DEVLET BİLİNCİ BULANIRSA
Hani, “Konu Mankeni” diye bir söz var. Aziz Nesin o duruma düşürüldü. Aziz Nesin “Bir oyun oynatılıyor” diyerek sözünü şöyle sürdürüyor: “Oyunun sahnesi Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi. Oyuncusu, oyuncuları, tanıkları, sanıklar, müdahiller, sanıkların avukatları, müdahil avukatları, candarmalar ve daha şunlar bunlar..." (Bir Sivas Oyunu Oynanıyor). “Kimden şikâyetçisiniz” diye soruyorlar: “Atatürk’ün ölümünden sonraki bütün hükümetler, şimdiki hükümete dek, derece derece, suçları artarak suçludurlar. En sonuncusu en suçludur. Hepsinden şikâyetçiyim.” Cumhuriyetin kuruluşundan Atatürk’ün ölümüne kadar (1923-1938) 15 yıl geçti. Osmanlı Devleti’nin 600 yıllık ümmetçi toplumunu 15 yılda cumhuriyet toplumuna dönüştürmek olanağı var mı? Devrim süreklilik ister. Atatürk’ün ölümünden sonra o hız kesildi. Aziz Nesin’e göre; ezanın Arapçaya dönüştürülmesi, imam hatiplilerin her alanda kadrolaşması, salt Sünnilik mezhebinin İslamlık olarak benimsenmesi, bu olayların oluşmasında suçlanan gelişmelerdir. Aradan 15 yıl geçtikten sonra, bir başka Kültür Bakanı, Ertuğrul Günay; “Madımak Oteli’nde açılan kebapçı dükkânını çiçekçi dükkânına dönüştüreceğim” diyor. Bu sözlerin içtenlikle söylendiğine inanıyorum. Madımak yangınında kebap olanlarla kebapçı dükkânı arasındaki çirkin çağrışımı değiştirmek insanca bir yaklaşımdır. Ancak kamoyunu Madımak Oteli’nin müzeye dönüşmesini istemektedir. Kültür Bakanlığı’nın bu işe gücü yetmeyebilir. Yalnız o otelde yakılanların onurunu korumak için değil, Alevi anlayışı ile Sünni anlayışını barıştırmak isteyen bir hükümet için bunu gerçekleştirmek sorun değildir. Devlet bilinci bunu gerektirir. Yeter ki, devlet, Reha Çamuroğlu’nun görevden çekilmesini önleyecek bir anlayışla sorunu ele alsın. Ama Ali Balkız daha o zaman bile devlet bilincine inanmıyordu: “Devlet bilincimiz bulanırsa, daha çok Sıvaslar yaşarız. Devletin sınıfsal özünü bir an bile göz ardı edersek, daha çok yakılırız. Biz Sıvas’a giderken, düşünmedik mi sanki bize sataşılacağını? Ama hemen şunu da düşündük: Biz oraya savaşmaya gitmiyoruz ki, şenliğe gidiyorduk. Söyleşmeye, konuşmaya, semah dönmeye gidiyoruz. Üstelik, devlet bizlere para verdi, Kültür Bakanı açış konuşması yapacak, Vali konuşacak. İl Kültür Müdürü tertip komitesi üyesi. Devletin mekânlarını kullanıyoruz... Üç-beş çapulcu gelir kapımızda ürerse, devletin polisi var, jandarması var, çıkar kovalarlar, olur biter... İşte bu düşünce ve anlayıştı bizi yakan. Devlete güvenmenin faturasını ağır ödedik. Aydınlık ve devrimci bir düşüncenin temsilcileri olduğumuzu göz ardı ettik.” Aziz Nesin, Sıvas Kültür Merkezi’nde, yazılı bir konuşma yapmaya gerek görmeden, dinsiz olduğunu söyleyerek, bütün inanmış insanlara saygı duyduğunu belirtmiştir. Ali ile Muaviye arasındaki çekişmenin bugün hâlâ neden sürdüğünü anlayamamıştır. Pir Sultan Abdal’ı çağcıl bir düşünce içinde yorumlayan Aziz Nesin, yeni bir topluma uyum sağlama özlemini dile getirmiştir. Nice dindar görünen belki de dinsiz sayılır. Kimin nasıl bir gönül eğitiminden geçtiği bilinmez. Aziz Nesin “konu mankeni” haline getirilerek her türlü kışkırtma yoluna gidildi. Bir barış şenliği olarak hazırlanan “4. Pir Sultan Abdal Şenlikleri”, nice edebiyatçının hoşgörülü yaklaşımına karşın, bir Alevi-Sünni çatışmasına dönüştürülerek “Madımak Yangını”na yol açtı.
BARIŞ İÇİN ŞİİRE SIĞINMAK GEREK
Önyargılı davranışları düzeltmek zordur. “Bir Topluöldürümün Öyküsü”; incelemelerde, tanıklıklarla, ölenlerin çevresini yakından tanımalarla, tepkilerin değerlendirilmesiyle; düşünce derinliği, duygu yoğunluğu içinde bir kitapta toplanınca, tarihe tanıklık yapan bir belge olarak kalmıştır. “Bir Topluöldürümün Öyküsü”nü anlatan Sıvas Kitabı’yla Sıvas Katliamı Davası’nı hazırlayan Şenal Sarıhan’ın, duruşmaları tutanaklar, yazışmalarla belgeleyen kitabı birbiriyle örtüşen, bir bütün oluşturan iki önemli kitap (Madımak Yangını, Sıvas Katliamı Davası, Cilt I-II, Ankara Barosu İnsan Hakları Komisyonu Yayını, 2002). “Adalet mülkün temelidir” diyoruz ya, Şenal Sarıhan da “Laiklik, ulusal egemenliğin temelidir” diyor. İnançları tartışmanın anlamı yok. Bu çok kültürlü Anadolu toprağında hoşgörülü bir anlayış içinde birbirimize katlanmayı öğrenmeli, kültürlerimizi, inançlarımızı barıştırarak yaşamaya alışmalıyız. “Mahalle baskısı”, “kent baskısı” diye bir şey olamaz. Değişik inanışlara eşit bir anlayışla bakan “devlet” olmalı. Devletin gücüne inanmazsak, devlet bilinci bulanıklaşırsa kargaşa başlar, iç barış bozulur.“Sivas Topluöldürümü”; devlet bilincinin bulanıklaştığı, insanların birbirine güvenini yitirdiği, kendini yasaların üstünde gören inançlarla dengelerin bozulduğu bir ortamda, önlenemeyen bir güç olarak gelişme gösterdi. O ölüm karanlığından kurtulanlardan biri, Ali Yüce, şiirin gücüne inanıyor. Güvenlik görevlisi olmak çıkar yol değil. Yalancı, din tüccarı, kan içici bir siyasetçi olmak daha da korkunç. Şiirin gücüne inanmak insana gülünç gelebilir. Ali Yüce’nin şiirine sığınmak, belki de gerçeğin gizlerine sığınmak anlamına gelecektir: “İnsanın insanı benzin döküp Diri diri yaktığı büyük bir ülkede Küçük bir şair olmuşum ben Sözcükler ağlatmışım şiirlerimde Gülü düşleye düşleye bir ömür Dikenler koklamışım.”
MUSTAFA ŞERİF ONARAN / Değinmeler
CUMHURİYET KİTAP - 3 Temmuz 2008