Yüksel Işık(*)
Türkiye, bir yanıyla Kürt sorununun yakıcılığıyla meşgul oluyor; diğer yandan da yerel seçimlere hazırlanıyor. Başbakan’ın Aktütün tartışmaları dolayısıyla tarafını belirlemesinin ardından Diyarbakır’a gitmesi, zihninin, memleket meselelerinden çok, 2009 Mart yerel seçimleriyle meşgul olduğunu gösteriyor. Kürtlerin Başbakan’ı karşılama yöntemleri de gösteriyor ki, herkes, yalnızca ve sadece yerel seçimleri düşünüyor. Mart 2009’da yapılacak olan yerel seçimlere kilitlenen Türkiye’de, partiler, bir yandan “tanınmış” simaları aday yapmak için çalışırlarken, öte yandan birer kapitalist işletmeye dönüştürülen kentlerde oluşan rantları nasıl istenilen noktaya kanalize edeceklerinin hesabını yaptıkları anlaşılıyor.
Esasen kent yöneticileri, aralarındaki nüansları görmezden gelirsek, iki grupta toplanabilir. Bunlardan birinci grubu, son 25 yıldır kentlerimizi bir işletme gibi yönetenler oluşturuyor. Kenti bir işletme gibi yönetenler, aynı zamanda, ideolojik hegemonya araçlarını da kullanarak, kentliyi kentten tecrit etmeyi; kentlerde artan yoksullaşmayı, kentlinin vicdan sorunuyla sınırlandıran bir hegemonik dili kullanmayı tercih etmiş bulunuyorlar. Oysa kentler bir işletme değil, bir yaşam alanıdır ve her kentli, yaşadığı kentin biraz da sahibidir. Buradan ikinci grup kent yönetici tipolojisine geçebiliriz. İkinci grup, kentin sahiplerinin kentli olduğunun bilincinde davranan sınırlı sayıda başkandan oluşuyor. Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven örneğinde olduğu gibi bu tip başkanların kentlinin lehine uygulamaları, tuhaf bir biçimde soruşturmaya konu ediliyor. Egemen ideoloji, kentin kentlinin olduğu gerçeğini unutmayan ve kentin olanaklarını kentlinin hizmetine sunmakta ısrar edenleri suçluymuş gibi göstermekte hiçbir beis görmüyor.
Kentsel dönüşüm mü rantsal dönüşüm mü?
Son yıllarda belediye denince, akla yolsuzluklar geliyor. İster muhafazakar sağ politikacılar isterse de merkez sol başkanlar tarafından yönetilsin, yolsuzluk kavramı, hemen her yerde karşımıza çıkıyor. Nitekim Başbakan Erdoğan, partili belediye başkanlarına hitaben yaptığı konuşmada, “adı yolsuzluğa bulaşan başkanları yeniden aday göstermeyeceğiz” diyebiliyor. Güya olumsuzlanan bu durumun bir sonraki dönemde tekrar edilmeyeceğinin hiçbir güvencesinin olmadığını biliyoruz. Kentsel dönüşüm projeleri olarak lanse edilen kent alanlarının, Silivri, Gaziantep, Ankara- Dikmen Vadisi gibi örneklerde nasıl parasal gücü elinde bulunduranlar için yeni rant kapısı haline dönüştürüldüğü de biliniyor. Hiç kimse, kentsel dönüşüm projelerinin, esasen, söz konusu alanın iyileştirilmesine dönük ve hak sahiplerinin ortak rızası alınarak, gerçekleştirilmesi gerektiği gerçeğini hatırlamak istemiyor. Bu arada kentsel dönüşüm projeleri, boğazımızda düğümlenen çığlıkların yankısı duyulmadan, “fevkalada müsaadeye mazhar” şahsiyetler için yeni rant kapısına dönüşüyor
Kentlerimizi yönetecek adayı belirleme yetkisini elinde bulunduran partilerin, kentlerimizi yok eden bu rantçı politik açılımları tartışmaya yanaşmadığı gibi, hala ünü kendinden menkul parlak isimlerin peşinden gittikleri görülüyor. Parlak isimlerin “parlaklığının”, kenti yönetmek için yeterince güvence oluşturduğuna mı inanıyorlar; yoksa demokratik ortak aklın yaratılmasını sahici mi bulmuyorlar; pek bilinmiyor. Bilinen, her parti, halkın karşısına geçip, “bize güvenin” diyor.
Kime niçin güveneceğimiz konusuysa bilinmezliğini koruyor. Bu güvenmenin ölçüsü ne olacak? Kentli yaşadığı kent yönetimine katılabilecek mi; katılacaksa bunun yöntemleri ne olacak? Kenti yönetenler, yönetme süreçlerini şeffaflaştırmaktan niçin kaçınıyorlar? Hesap verebilme, çağımızın yönetsel süreçlerinin önemli bir aşaması mı? Bütün bu soruları tartışmadan ve bu sorulara cevap vermeden, kent halkının oylarıyla kentin başına getirdiğimiz şahsiyetlerin iyi mi, kötü mü olduğuna nasıl karar vereceğiz?
Belediyelerin üretip, kendi maliyetinden daha fazla reklam yaparak, tanıtmaya çalıştıkları bir hizmetin halkın ihtiyacı olup olmadığı nasıl belirlenecek? Bir hizmeti üretmek kadar, o hizmetten yararlanacak olanların o hizmet hakkındaki düşüncelerinin öğrenilmesi sağlanabilecek mi? Daha da önemlisi, herkesin sıkça kullandığı demokratik aktif katılım, şeffaflık, hesap verebilirlik ve birlikte yönetme kavramlarının içi nasıl doldurulabilecek? Kent yönetimleri, kent yoksullarına, yaşlılara, engellilere, gençlere, çocuklara, kadınlara ve azınlıklara karşı nasıl bir tutum takınması gerekecek? Katılımcı yerel yönetim talebinin realize olması mümkün mü? Mümkünse bunun mekanizmaları nasıl yaratılabilir? Şeffaflık ve hesap verebilirlik kavramlarıyla demokratik aktif katılımcılık ilkesi birlikte düşünülebilir mi? Bu tarz bir modelin gerçekleştirilebilmesi için nasıl bir mekanizma kurulabilmelidir? Bunun siyasal, toplumsal ve hukuksal zemini var mıdır? Yaklaşan yerel seçim sürecinin hangi partinin diğerine oranla daha parlak ismi ikna edeceğini konuşarak vakit geçirmek yerine gündelik hayatımızı doğrudan etkileyecek olan yukarıdaki soruların cevaplarını aramamız gerekiyor.
Her soru, yeni başka soruların da hazırlayıcısıdır. Bilindiği üzere, sağcı muhafazakar çevreler dahil, herkesin vitrinine koyduğu kavramlarla arka bahçede, gözlerden uzak, büyüyen hırslar farklılıklar arzediyor. Kentlerimizi yönetenlerin yakın çevreleri kısa sürede zenginleşmelerinde bir tuhaflık yok mu? Onlar hızla zenginleşirken, kent yoksullarının sayısı da giderek artmaktadır. Bu da bizi ister istemez yoksulluk kavramıyla yolsuzluk arasında yakın bir ilişki olduğu sonucuna götürüyor. Demek ki, ortak akıl ile yönetilecek kent yönetimlerimizin cevaplaması gereken can alıcı sorulardan birini de, yoksulluğu azaltmak için alınacak önlemlerin neler olabileceği sorusu oluşturuyor.
İslamcı başkanların yönetimlerinde bulunan belediyelerin yoksulluğa ilişkin ürettiği çözümlerin tarihi bir arka planı bulunuyor. Açlık sınırında yaşayan yurttaşlara dağıtılan gıda paketleriyle yoksulluk, bir çeşit kader olarak kabul görüyor. Sorun kader kavramıyla açıklanınca giderilmesi ve ortadan kaldırılması için mücadele yürütmek de anlamını yitiriyor. Bu yöntemin prim gördüğünün anlaşılması üzerine, gerçekleştirdiği metro ve ankaray çalışmalarıyla, alt yapı tesisleriyle Ankara’nın gündelik hayatının çekilebilir hale gelmesinde büyük pay sahibi olan Karayalçın da, CHP’den adaylığının söz konusu olduğu bugünlerde benzer yöntemleri kullanabileceğini ifade ediyor.
Yoksulların bugünden yarına kent yönetimlerince sahiplenilmesi gerektiği genel kabul görüyor olmakla birlikte, bu durumun ortadan kaldırılmasının bir vicdan sorunu olmanın ötesinde anlamlar taşıdığını artık herkesin farketmesi gerekiyor. Yoksulluk, yalnızca karın tokluğu sorunu değil; aynı zamanda, bütün temel hak ve özgürlükleri kullananama sorunudur. Kent yönetimine aday olan herkesin, her kentlinin kağıt üzerinde bulunan hak ve özgürlüğünü fiilen de kullanma olanaklarının yaratılması konusunda ikna edici programlarıyla karşımıza çıkması gerekiyor. En çok da, Ankaralıların Gökçek’ten kurtulma umudunu yeniden dirilten Karayalçın’ın buna ihtiyacı bulunuyor. Bir başka belediyecilik anlayışı mümkün mü; göreceğiz!
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy53522 = 'isikyukselk' + '@';
addy53522 = addy53522 + 'gmail' + '.' + 'com';
var addy_text53522 = 'isikyukselk' + '@' + 'gmail' + '.' + 'com';
( '' );
53522 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->
(*) gazeteci
Alevihaber.com - 21 Ekim 2008