Fehmi SALIK
Türk Dil Kurumu’nun (Kenan Evren’in oluşturduğu değil.) bizlere kazandırdığı Türkçe Sözlük’te ‘festival’ sözcüğünün tanımı şöyle yapılmış:
“ 1. Özel önemi olan sanat gösterisi. 2. Belli bir sanat dalında oyun ve filmlerin sunulması sonunda ödül ya da derece verilmesi biçiminde düzenlenen ulusal ya da uluslararası gösteri dizisi, şenlik…3. Bir bölgenin en ünlü ürünü için yapılan gösteri…4. Düzensiz toplantı, curcuna…”
Sözlük’teki açılıma uyan belediyelerimiz de var; uymayanlar da.
Bir iki kentimizin ve ilçemizin dışında yapılanların çoğu, bana göre bir ‘göz boyama’dan, ve de bir ‘boy ölçüsü yarışı’na girmeden öte, başka da bir şey değildir.
Tanık olduğum gösterilerin, sanatla bir ilgisini göremiyorum ben.
Şimdi burada bir çizgi çizmek istiyorum. Bu çizgi, başı/sonu belli olan bir doğru parçasıdır: Başlangıç İzmir/Karşıyaka, bitiş Balıkesir/Ayvalık olsun. Çizginin üstüne noktaları sıralıyorum işte: Karşıyaka, Çiğli, Menemen, Aliağa, Dikili, Ayvalık… Bu çizgiyi ülke genelinde, değişik yönlere de uzatmak mümkündür. Burada ben, belirlediğim noktalar üzerinde durmak istiyorum. Karşıyaka, kendine göre oluşturduğu bir ‘gün’ için tanınmış bir şarkıcıyı, ya da türkücüyü etek dolusu paralar dökerek getirmeye kalkışınca; Çiğli, o sanatçıya denk birini getirmek için kolları sıvar hemen. Menemen, Aliağa, Ayvalık, “Bizler ne güne duruyoruz” dercesine, onlar da bu yarışa katılırlar. Dikili’ye bir diyeceğim yok; çünkü Dikili, gerçek bir festival düzenliyor her yıl. Dikili Belediye Başkanı’nın öyle yarışmalarla bir bağlantısının olmadığını, ‘Beni belki yeniden seçerler’ kaygısıyla hareket etmediğini, Dikili halkının tümü çok iyi bilir. Hattâ oraya uğrayan gerçek sanatçılar, yaptıkları iş için herhangi bir beklenti içine girmezler bile…
Çiğli, Arif Sağ’ı getirince, Aliağa da İbo’yu getirdi bu yıl. Ayvalık, Sezen Aksu’yu ağırladı. Sunay Akın, Ayvalık’ta şiirlerini okurken, Ataol Behramoğlu'da Çiğli’de bir kahvehanede göçmen yurttaşlarımızı selamladı. Belediye başkanlarıyla sanatçılar ‘al gülüm/ver gülüm’ rahatlığı içinde kol kola, omuz omuza bir dayanışma içine girdiler ki hiç sormayın. Plaketler, güller/karanfiller elden ele dolaştı. Mor/sarı renkli banknotlar zarflar içinde sahne arkasında sanatçılara sunuldu. Geliş/dönüş uçak biletleri ayrı zarflarda sanatçıların ceplerindeydi zaten.
İbo, konser sonucu, basına şöyle demeç veriyordu:
“Buraya boşuna ‘Aliağa’ dememişler; beni ‘ağalar’ gibi karşıladılar.”
İbo’nun doğduğu yerlerde görev yaptığım için iyi bilirim: Ağaları karşılamak çok ağıra mal olur.
Mustafa Keser, İbo’dan geri kalmadı:
“Ben Basmane çocuğuyum. Kolay kolay bir Mustafa Keser daha yetişmez” diyerek o da ağırlığını ortaya koydu.
Serçe, Ayvalık Belediye Başkanı’nın omuzlarına kondu; inmedi bir daha.
Bir zamanlar DYP Genel Başkanlığı için çırpınan, sonra da CHP’de milletvekilliği koltuğuna oturan Demirellerin damadı İlhan Kesici, Çiğli’deki kahvehanede konuşurken onu dinleyen yazgı arkadaşım CHP’li Sayın Kemal Anadol’la o zamanlar grubumuzu sürekli izleyen ve bugün Çiğli Belediye Başkanı olan Sayın Ensari Bulut, öyle inanıyorum ki bu görünüm karşısında acı çekiyorlardı.
Tam bu konuşmaların yapıldığı ve şiirlerin okunduğu kahvehanenin on adım ötesinde 9/11 yaşlarında bir kız/bir oğlan, çöp bidonundan bir şeyler almak için birbirleriyle yarışıyordu.
Yine o günlerde Ankara/İzmir Belediye Başkanları, ‘arsenikli su’ üstüne birbirlerine veryansın ediyorlardı. İzmir Belediye Başkanı, suyun ‘arsenikli’ olduğunu kabul etmek zorunda kalıyordu ve böylece halkın sırtına ağır bir yük daha biniyordu.
Şimdi ağzımdaki baklayı çıkarayım ve kimilerine sorayım:
Sen neyin şiirini bu halk’a okuyorsun kardeşim; kimin türküsünü söylüyorsun?
Siz belediye başkanları, halkın içemediği sudan topladığınız paraları, ‘sanatçı’ adını verdiğiniz bu kişilere, bu gruplara elleriniz titremeden, vicdanınız sızlamadan nasıl peşkeş çekebiliyorsunuz?
Siz bunlara yanıt ararken, ben şu “RAMAZAN ÇADIRLARI” üstüne de bir iki söz söyleyeyim:
Belediyelerin sergiledikleri bu görünüm, beni can evimden yaralıyor doğrusu.
Geçen yıl, 5 Ekim tarihli bir ulusal gazetede yazdıklarımdan bir iki bölümce aktarayım size:
“Hemen hemen her yıl, Ramazan ayında çadırlar kurulur; iftar yemekleri verilir. Bu iş, genellikle belediyeler tarafından kotarılır. Daha ben söyleyeceklerime başlamadan, yazımın başlığını okuyanlardan şunları işitir gibi oluyorum: ‘Hadi canım sen de; yılda bir ay olsun; günde bir öğün olsun; bırakın da fakir/fukara karnını doyursun…’
İyi, hoş da; bu karnını doyurmaya çalışanlar, sadece fukaralar olsa, can kurban. Bunların içinde boynu kravatlı, takım elbiseli, ayakkabıları kılıç uçlu, yumurta topuklu, yaka/bağır açık, eli tespihli, kabadayı görünümlü sayısız insanların uzun kuyruklar oluşturduğunu rahat görebiliriz. Kalıbımı basarım bunların çoğu, oruçlu bile değil. Benim, bunlarla ilgili alıp veremeyeceğim bir şey yok; sözüm, belediye başkanlarına, bu kurumları denetleme/sorgulama yetkisine sahip olanlaradır,
Bu belediyeler ki zaman zaman parasızlıktan yakınır, gün olur işçisinin alacağını, devlete olan borçlarını ödeyemez duruma düşer. Gün olur belediye başkanının koltuğu bile ‘haciz’ yoluyla altından çekilip alınır.
Peki, ‘hal ve gidiş’ bu iken, birleştirilmiş düğün evleri büyüklüğünde kurulan bu çadırlara ordu ordu giren bu insanlara bunca yemek nasıl verilebilir? Nereden geliyor bu yoğurdun bolluğu? Bu vatandaşların vergileriyle gerdeğe giren başkanlar, düşünmezler mi bunu hiç?
O başkanlardır ki çalıştırdıkları işçilerine ‘sendika hakkı’ tanımaz; her yıl ‘iş girdisi/çıktısı’ yaparak bir ‘sözleşme’ imzalatır onlara; böylece ücret artışının önüne geçerek resmen ‘emek sömürüsü’ yaparlar.
Evet, o başkanlardır ki on bir ay işçilerinden kestiklerini, bir ayda bu çadırcıların kursaklarına gözlerini kırpmadan döküverirler…”
Bu yıl da değişen bir şey yok. Bu yapılan işlem, kamu yararına değil, zararınadır. Başkanlar kendi kazançlarından bu cömertliği yapsa, söyleyecek bir sözüm olamaz o zaman. Adam, isterse bilmem neresine dinamit koyup patlatsın; bana ne? Ama halktan topladığın vergilerle ‘hacı’ olmaya kalkışırsan, ben de konuşurum o zaman işte. Hem senin ‘hacı’lıkla da bir ilgin yoktur pek. Din/iman, senin kitabının en son sayfasındadır; bunu iyi bilirim.
Hem bana ne senin çıkarın için açtırdığın bu kara çadırlardan? Zehir/zıkkım olarak musluklardan akıttığın şu suyu temizlemeye çalış önce.
Sana söyleyeceğim daha neler neler var…
Ama Erzurumlunun deyişiyle yazıma son vereyim şimdilik:
“Ayakkabı, ayağıma dar…”
Fehmi SALIK
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy8015 = 'fehmisalik' + '@';
addy8015 = addy8015 + 'gmail' + '.' + 'com';
var addy_text8015 = 'fehmisalik' + '@' + 'gmail' + '.' + 'com';
( '' );
8015 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->
Eğitimci/Yazar
KAYNAK : Alevihaber.com - 2 Eylül 2008