Babailer ayaklanması, Aleviliğin ete kemiğe bürünmesidir

Kazım Eroğlu

Aleviliğin kökleri, doğuşu ve oluşumu üzerine birçok spekülasyonlar üretilir. Bu spekülasyonlar üç temel kaynaktan beslenir; birincisi, Ali ve soyu üzerinden İslam’la ilişkilendirilerek yapılan din-inanç göndermesi, ikincisi, Eski Türk ve Kürt (Şamanizm veya Zerdüşt inancı) etnisitesi üzerinden yapılan göndermeler, diğeri ise, Mezopotamya-Sümer ve eski Anadolu uygarlıkları üzerinden yapılan göndermeler. Kafa karışıklığına neden olan ve birbiriyle birçok yönüyle çelişen bu farklı önermelerin ortaya konulmasının temel nedeni- bilinçli olarak yapılan saptırmaları bir yana bırakırsak- Aleviliğin tek boyutlu olarak değerlendirmesinden ileri geldiğini söyleyebiliriz.
Bu üç yönelimde de Aleviliğin daha ziyade bir inanç ve töresel adet, gelenek-görenek fenomeni olarak değerlendirildiğini ya da algılandığını görürüz; daha açık bir ifadeyle, Alevilerin kimi kültürel geleneklerine bakarak Aleviliğin Şamanizm’den, Zerdüşt inancından, Ali-islam geleneğinden veya Mezopotamya-Sümer, Luvi, Hitit uygarlıklarından doğup geliştiğini söylemek Aleviliği tek boyuta indirgeyip o dönemin kendi tarihine hapsetmek olur. Öncelikle bu algının ya da değerlendirmenin eksik ve yanlış olduğunu söyleyelim; çünkü Alevilik tek boyutlu bir fenomen değildir; Alevilik kültürel, iktisadi, siyasi ve ideolojik tüm toplumsal yaşam formları ve ilkeleriyle bir dünya görüşüdür. Bu dünya görüşü baskıcı, sömürgeci tüm egemenlerin dünya görüşüyle taban tabana çelişir. Kuşkusuz Aleviler geçmiş birçok kültürel gelenekten beslenmiştir ve bunların kimi izlerini de taşır; ancak buna bakarak Alevilik şuradan gelmiş ve oluşmuştur demek toplumların diyalektik ve tarihsel materyalist gelişim çizgisiyle çelişir. İlkel kominal topluma bakarak komünizmin ilkel kominal toplumdan doğduğunu söyleyemeyeceğimiz gibi Aleviliği de eski toplumsal süreçlere bağlayıp değerlendirmek absürt bir değerlendirme olacaktır. Diyalektik ve tarihsel materyalizm, maddi üretim ilişkilerine bağlı olarak toplumların altyapı ve üstyapılarının sürekli değiştiğini, eski toplumsal ilişkilerin ve kültürlerin (inanç, töre, adet, gelenek, görenek, ahlak vb.) yadsındığını, bunların yerini yenilere bıraktığını bizlere öğretmekte ve göstermektedir; şu farkla ki bu kültürel fenomenlerin toplumun maddi ilişkilerine paralel bir seyir izlemeyeceğini, bunların, kimi yönleriyle de olsa, uzun bir süre toplumun bağrında kalıntı olarak yaşayabileceğini de bizlere işaret eder.

Aleviliği ne bir etnik kimliğe ne bir inanç kimliğine ne de eski uygarlıkların kimi kültürel değerlerine indirgemek olanaklıdır. Böyle bir yaklaşım Alevi kimliğini tahrip etmek, saptırmak olur. Alevi kimliğini, tarihi gelişimi içinde, tek boyuta indirgemeyip tüm boyutlarıyla kavradığımız ve irdelediğimiz zaman Alevilik üzerine doğru bir saptama yapma olanağına sahip olabiliriz, aksine Alevilik eksik ve yanlış kavranılacaktır. Bir dünya görüşü, bir düşünce akımı olarak Alevilik, temel belirleyici yönüyle belirli bir tarihsel dönem içinde şekillenmiş ve ortaya çıkmış bir olgudur. Esas olarak bu dönemin ilişki ve çelişkilerini yansıtır, bu dönemin bir ürünüdür. Bu dönemde Alevilik sömürücü ve baskıcı feodal düzenin çelişkilerinin bir çözümü olarak kendini ortaya koyar; bu dönem esas olarak 13. Yüzyıllar ve Anadolu topraklarıdır. Bu yüzyılda Selçuklu feodalizmine karşı Baba İlyas, Baba İshak ve Hünkar Bektaşi Veli’nin öncülük ettiği Babailerin önderliğinde Türkü, Kürdü, Ermenisi, Rumu, Arabı… ile yoksul göçebe ve yerleşik köylü yığınlarının mücadelesi Alevi kimliğini şekillendirecektir. Süreç öncelikle köylü yığınlarının kendilerini zapturapt altına almak isteyen ve eşitlikçi kendi yaşam koşullarıyla çelişen tümüyle yabancı oldukları Selçuklu düzenine karşı, Büyük Selçuklu devletinden (1040) başlamak üzere, bir tepki olarak gelişir ve sonra giderek köylü yığınlarının spontane gelişen

hareketleri Babailerin önderliğinde bir iktidar yürüyüşüne evrilir (1239). Alevilik de esas olarak bu süreçle birlikte şekillenmeye başlar. Aleviliğin bu oluşumunda farklı toplulukların geçmiş kimi kültürel unsurların, Aleviliğin yaşam formlarında yer edineceği kaçınılmazdır; ancak bunlara temel bir anlam yüklemek dönemin sınıf karşıtlığını ve mücadelesini görmemek ya da küçümsemek Alevi kimliğini gerçek özünden saptırır. Bir düşünce-kimlik, kendini ancak sınıf mücadeleleri içinde şekillendirip var edebilir. Aleviliği şekillendirip var eden de Babailer Ayaklanmasından başlamak üzere Bedreddinlerin, Börklücelerin, Torlakların, Şahkuluların, Kalenderlerin… ortaya koydukları devrimci pratiklerdir. Alevilik, Babailerin ayaklanmasıyla ete kemiğe bürünüp vücut bulur. Aleviliği tüm kırımlara ve asimilasyon çabalarına karşın güçlü bir potansiyel olarak günümüze kadar var edebilen de ortaya konulan devrimci pratiklerdir. Selçuklulardan başlamak üzere egemenlerin tek korktukları da Alevilerin ezilen bir sınıf tavrına ve tepkisine bürünen tüm boyutlarıyla düşünce dünyalarıdır. Bunun içindir ki Alevi düşüncesi şu veya bu biçimiyle saptırılmak istenmiş ve saptırılmaya devam ediliyor. Kimi Aleviler (özellikle yazarlar) da buna bilerek ya da bilmeyerek hizmet ediyor.

Aleviliğin toplumsal yaşam felsefesi “Rıza Kenti” söylencesiyle idealize edilmiştir. Bu söylence, geçmiş kabile yaşamıyla şekillenen eşitlikçi-ortakcı bir yaşam formuna duyulan bir özlemin ve mevcut baskıcı ve eşitsiz düzene duyulan bir tepkinin ötesinde Babailer hareketiyle geleceğin eşitlikçi dünyasının bir toplum projesinin ortaya konulmasıdır. Rıza kenti söylencesiyle Alevilerin ortaya koydukları; hiçbir baskı kurumunun olmadığı, herkesin aşının işinin olduğu, herkesin yeteneğine göre çalışıp ihtiyaçlarına göre aldığı ve tüm ilişkilerin karşılıklı rızalıkla yürütüldüğü bir dünya görüşünü geçmiş Hitit, Atina, Roma, Sümer, gibi köleci devletlerde mi; Hun, Göktürk, Uygur, Moğol gibi feodal kabile federasyonu devletlerde mi; Bizans, Sasani, İslam gibi feodal ve köleci ilişkilerin iç içe geçtiği devletlerde mi aramak gerekir? Aleviliği Yazılı tarih öncesi dönemlerde ya da Antik çağlarda, Orta Asya bozkırlarında, Arap çöllerinde aramak ve Aleviliği bir etnik temel, bir din-mezhep ekseninde görmek ve geçmişin kimi kültürel değerlerine bağlamak büyük bir yanılsama olduğu kadar büyük bir saptırma olacaktır. Aleviler öncelikle kafa karışıklığına neden olan bu tür toplum bilimleriyle çelişen düşünceleri mahkum etmeli ve yönünü aydınlatmalıdır; aksine bilinç-düşünce netliği olmadan kendini geleceğe hazırlayamaz ve var edemez.

KAZIM EROĞLU