Mussolini gibi yargılanmalıymışlar...
Türban konusunun bu hale gelmesinden kaygı duyanlar 'vehim' içinde midirler? Üniversitedeki türbanın serbest bırakılmasının arkasının geleceğinden, Türkiye'nin zaman içinde fiilen bir 'İslam devleti' haline getirilmek isteneceğinden mi korkuyorlar? Veya ülkede bu yüzden kavga çıkacağından mı? Durup dururken kâbus mu görüyorlar?..
AKP sözcülerinin iddiası öyledir.
Başbakan Erdoğan da birkaç defa "Bu iş sadece üniversiteyle sınırlıdır. Amaç, başı örtülülerin mağduriyetten kurtulmasıdır. Bunu başka yerlere götürmek gibi bir düşüncemiz yoktur" gibi 'izah'larda bulunarak, o iddiaya destek vermişti.
Ama kendisinin her söylediğine inanmak, tabii kolay değil. Çünkü bazı söylediklerinin tam tersi gerçekleşiyor.
O yüzden, o 'vehimdir korkudur, kâbustur' denilen kaygılar, kamuoyunun pek çok kesiminde devam ediyor.
Başbakan'ın sevdiği deyimi kullanarak, 'velev ki' diye başlayalım ve soralım:
"Bu kaygılar, bir vehim, bir korku, bir kâbus sonucu olsa da, ne değişir? Bu ülkede, sebebi ne olursa olsun, böyle yaygın bir kaygı havası oluştuysa, bunu ortadan kaldırmak için, herkesten önce, iktidar partisi mensupları ile yandaşlarının çaba göstermesi gerekmez mi?.."
Hayır, gidiş bunun tam tersinedir.
Bir kısım iktidar mensubu ve yandaşı, Başbakan'ın söylediği sözlerin gerçeği yansıtmadığını kanıtlamak ister gibi konuşup davranmaya devam ediyor.
Son Anayasa görüşmeleri sırasında bile bunun örnekleri görülüyor. Bir muhalefet hatibi türbanın, 'üniversitenin arkasından liseye de girmesi' ihtimalinden söz edince, bir kısım AKP'li milletvekili 'onu da yapacağız' anlamında ses yükseltiyor.
Bazısı 'Benim görüşüm şudur' diye söyleyeceğini açık açık söylüyor:
"Hedefimiz, kamu hizmeti veren personelde de böyle bir yasağın olmamasıdır."
Bu 'hedef' vurgulama yarışına bazı AKP'li belediye başkanları da katılıyor.
AKP'yi destekleyen gazetelerin bazısı, bunu zaten bir 'savaş' haline getirmiş... 'Türban' konusu o savaşın kazanılmakta olan bir muharebesinden ibaret... O muharebeler, ana hedefe kadar devam edecek.
Bazılarından, daha da radikal niyetler işitiliyor. Biri, Mehmet Ali Birand'ın perşembe günü yayımlanan açık oturumuna katılan bir gencin konuşmasındaydı.
Yanda örneğini veriyoruz. Konuşmacı, 'başörtüsü yasaklarının tamamen kalkması'nı istemekle kalmıyordu. 'Başörtüsünü yasaklayan gerçek mimarların yargılanması'nı da istiyordu. Ama normal hukuk normları içinde de değil... Mussolini gibi yargılanmasını istiyordu. (Onun nasıl bir yargılama olduğunu aşağıda hatırlatıyoruz.)
Peki, Başbakan gerek kendi partisinin mensupları, gerek yandaşları, gerekse türbanı savunan gençler tarafından yapılan ve kendi sözlerine tamamen karşıt olan bu açıklamalar için ne düşünüyor?
Bunlara karşı açıkça tavır alıp somut adımlar atmadıkça, toplumdaki kaygıları gidermesi mümkün mü?
'32. Gün'deki ikiye bölünmüşlük manzarası
Mehmet Ali Birand'ın 32'nci Gün tartışmasına katılanlar arasında, İmam Hatip Okulları Derneği'nden Atatürkçü Düşünce Derneği'ne, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nden, Türkiye Komünist Partisi'ne kadar çeşitli kuruluşlardan gelen gençlik grupları vardı.
AKP milletvekili Haluk Özdalga ile CHP milletvekili Prof. Necla Arat ve Sabah yazarı Emre Aköz ile Cumhuriyet yazarı Prof. Erol Manisalı da konuklar arasındaydı.
Herkes düşüncesini açık açık söyledi.
Şu belliydi:
Birand'ın tanımlamasıyla, konuşmacılar, Türkiye'nin türban konusundaki durumu gibi, tam bir 'ikiye bölünmüş'lüğün göstergesiydi.
İki taraftan gençlerin verdiği örnekler arasında, duyguları hareketlendiren iddialar da vardı:
Bir genç, geçmişte türbanlıların bir nümayişlerine polisin müdahale ettiğini, o sırada bir hanımın çocuğunu düşürdüğünü söylüyordu.
Öteki ise, Marmara Üniversitesi'nde Ramazan ayında oruç tutmayan bir gencin İslamcı gençlerce öldürüldüğünü hatırlatıyordu.
Salondakiler, konuşmaları, yandaşı oldukları görüşlere göre, ayrı ayrı alkışlıyordu.
Pek çok şey söylendi, alkışlandı. Ama bunlardan en çarpıcı olan, adı açıklanmayan gençlerden birinin söyledikleriyle, Necla Arat'ın buna verdiği cevaptı. Bunun deşifre edilmiş halinden bir özeti şöyleydi:
BİR GENÇ:
Biz başörtüsü yasağının her yerde şartsız ve koşulsuz olarak kaldırılmasını istiyoruz. Bu ülkede devletin kurumlarında, kamu kurum kuruluşlarında başörtüsü yasağının olmayacağını (söylüyoruz). Başörtüsü yasağının olması gerektiğini nasıl ifade edebilirsiniz? Bunu nasıl söyleyebilirsiniz? Bunu gerçekten anlayamıyorum. Ben insanların, başörtüsünü yasaklayan insanların vicdanlarına seslenmek istiyorum, gerçekten. Başörtülü 15-18 yaşındaki kızları İstanbul Üniversitesi önlerinde coplayanlar, İstanbul Üniversitesi'nin kapısının üzerinde İNNA FETAHNÂ LEKE FETHEN MUBİNÂ yazan ayetin önünde vurdular. (Salonun bir bölümünden alkışlar)
Gerçekten bu inanılmaz bir şey. Orda Allah'ın ayetleri yazıyordu. Apaçık size Allah fetih vermiştir, yazan ayetin altında Allah'ın ayetlerini üzerinde taşıyan başörtülüler vuruluyordu. Birinci bu: Biz kesinlikle sonuna kadar biz İslamiyet kimliğimizle, varlığımızla sonuna kadar mücadele edeceğiz. Ve ülkenin her yerinde bağımsız oluncaya kadar, özgür oluncaya kadar bir şey daha isteyeceğiz buna ilaveten.
Biz sadece başörtüsü yasaklarının kalkmasını istemeyeceğiz. Biz başörtüsü yasaklarına, başörtüsünü yasaklayan gerçek mimarların da yargılanmasını istiyoruz. Bu yargılanmasını istediğimiz kişiler, psikolojik işkence metotları uygulayan, ikna odaları kurup üniversitelerde 13-15 yaşındaki kızları orda korkunç derecede psikolojik harp teknikleri uygulayarak ikna etmeye çalışan, bunun başında sayın Necla Arat da vardır. Çağdaş Yaşamı Destekleyen Derneğin Başkanı Türkan Saylan da vardır. (Salonun bir bölümünden alkışlar) Bunun başında ne yazık ki şu anda Nur Serter vardır. Biz onların da sonuna kadar yargılanmasını istiyoruz. Onlar nasıl ki, faşist Musolini, Musolini nasıl yargılandıysa... Siz bizim ülkemizde bizi... (gerisi anlaşılamıyor) İkinci Dünya Savaşı'nda Mussoliniler yargılandılar. Nazi ESS subayları yargılandılar"
Bu sözler üzerine salonun bir bölümünden tepkiler yükseldi.Mehmet Ali Birand konuşmacıdan sözünü bitirmesini istedi. Nejla Arat'a cevap hakkı verdi.
NECLA ARAT (İstanbul M.vekili)
Bu genç arkadaşın, aslında bu söylediklerini ben herkesin dinlemesini istiyorum. Bu genç arkadaş, türbanlı genç kadınlara ve kızlara, geçmişte de onun kafasında olanların ne kadar büyük zarar verdiğinin bir sembolü oldu. Başlangıçta hepimiz, üniversite öğretim üyeleri olarak bu genç arkadaşlarımızın örtülü geldikleri zamanlarda bunun nedenlerini anlamaya, onlarla bir iletişim kurmaya çalıştık. Odalarımıza davet ettik, birlikte çay içtik, ikna odası filan yok, yok böyle bir şey. Bir tek kişi, bir tek başörtülü öğrenci gelsin çıksın, Necla Arat ikna odasında bize işkence yaptı desin, her şeye razıyım.
Bir tek öğrenci var mı, bir tek öğrenci yok. Hayır ikna odası filan yok. Öğretim üyelerinin bu öğrencilerle iletişim kurma yöntemiydi bu.
Şimdi bakın ne zaman ne oldu. Sizler sokaklara çıkıp da, "Tek yol İslam", "İslami hareket engellenemez", "Bu laik düzen elbette yıkılacak" diye bağırmaya başladığınız zaman... Cuma günleri derslerinizi terk edip, namaza gittiğiniz zaman, Beyazıt'ta her tarafta camiler varken, 'edebiyat fakültesinde mescit istiyoruz' demeye başladığınız zaman, o zaman laik devlet kendisini koruma gereksinmesini duydu. (Salonun öteki bölümünden alkışlar)
Altan Öymen
RADİKAL - 10 Şubat 2008