Ziyaret kültürü doğal toplumların mirasıdır
Kızılbaş Alevi inancındaki ziyaretlerin tarihi, Mitra inancından öncesine kadar dayanmaktadır. Dolayısıyla ziyaret kültürü, o dönemde kalma bir kültürdür. Ziyaretler aslına bakılırsa genellikle yüksek dağ tepeleridir. Zira eski inançlarda, insana benzetilen tanrıların gökte yaşadığına inanılırdı. Göğe en yakın mekanlar ise dağlardır. Bu kültürü anlamlandırmak için, oluştuğu dönemlere göz atmak gerekiyor.
İnsan, madde olarak gözle görülen ve elle tutulabilen fiziki yapısı ile manevi olarak gözle görülemeyen ve elle tutulamayan ruhsal yapısının bir birleşimi olarak vardır. Bunlar insan varlığının tabii öğeleridir. Bu öğelerinin birleşimi ve ayrışması konularında insanlara ait pek çok mitolojik yazılı anlatılmlar bulunmuştur. Ancak insanın gelişimi ve değişimi sürecinde ilkel dönemlerinde fiziki yönü ağırlıkta iken, zamanlara olayları algılaması, kavraması ve düşünme yeteneğini geliştirmesi ile giderek manevi, ruhsal yönü ön plana çıkmıştır. Bu durum insanın düşünerek olayları değerlendirmesi, geçmişinden edindiği tecrübeleri ve yaşam çevresindeki deneyimleri ile uyumlu olmuştur.
Dersim Nazimiye ilçesi Kıl Köyü’ne yakın bulunan gerçek adı Şah Haydar olan kutsal şahsiyet Kırmanc’ki ismiyle “BAWA DUZGI” (Düzgün Baba) adak ve ziyaret yer[/caption]
Hiç şüphesiz insanın manevi yönünün en ön ve yaratıcı aşaması düşünebilmedir. Düşünme yeteneği, insanı diğer hayvan ve canlılardan ayıran en önemli özelliktir. Bu özelliği sayesinde insan kendi yeteneklerini güçlendirerek, kendi yapısını değişime uğratabildiği oranda kendi dışında oluşan olay ve gelişmeler arasında bağlar kurar, olguları kavrar, onları anlayabildiği oranda olaylara katılarak gelişme ve değişmelerde etkin rol alabilir. Ancak kişinin düşüncesinin yoğunlaşması, olayların veya gelişmelerin kendi kişiliğini ilgilendirmesi ile orantılıdır. Bu durum insanın yaşamını sürdürme isteminin tabii özelliğidir. Bu nedenle kendisini doğrudan ilgilendiren konularda düşüncesinin daha da yoğunlaştırmasına karşın kendisinin ilgi alanından uzaklaşan konularda ise kendisi ile olay veya gelişim arasındaki mesafe oranına düşüncesinin yoğunlaşması da hafifler. Bunda etken olan, olay ve gelişmelerin kendisine vereceği zararlar ile sağlayacağı çıkarlardır. Kendisine gelebilecek zararları engellemek veya en aza indirmek ve çıkarlarını ise azamiye çıkarmak için gelişmelere katılarak, yetenekleri ile etkide bulunup olayın yönünü değiştirme çabası içerisine girer.
Dünya insanlığı tarihsel yaşam koşullarında olayları ve gelişmeleri etmenleri ile kavrayabilecekleri oranda evrim geçirmiştir. İnsanlık ailesi bünyesindeki değişik halklarda zaman zaman etmenlerin değişimi ile orantılı olarak hızlı gelişmeler, duraklamalar ve hatta gerileme süreçleri yaşanmıştır. Bu durumun oluşmasında dini inanç etmeninin halkarın bünyesinde en büyük rolü oynadığı şüphesizdir. Dini inançlar insanların manevi yönünde oluşurken, kişinin olumlu ya da olumsuz yönde değişimine önemli oranda etkide bulunup damgasını vurmaktadır. Bu olgu, insanların varlığından beri süregelmiştir.
Doğal toplumlarda insanlar, yalnız insanların değil, tüm canlı ve cansızların ruhlarının varlığına inanırlardı. Onlara göre tüm varlıklar cansız ve ruhsuz olamazlardı. Aksi halde tabiattaki oluşumlar gerçekleşemezdi. Güneş ve ayın hareketleri, yıldırım, yaprakların kapanması, çiçeklerin açması vs. gibi, şairlerin dağları, nehirleri, ağaçları, yıldızları, güneşi, ayı ve gökyüzünü görünmeyen kutsal ilahi olguların görünen işaretleri olarak değerlendirmeleri gibi, tabiat da kendisini sayısız ayrı yaşamların uyumlu birlikteliği şeklinde göstermektedir. Bunlardan bazıları görünür, bazıları ise görünmez. Ama hepsi de gövde ve ruh bileşiminden meydana gelmişlerdir. Bunların sırlı oluşumlarıdır. Dünya tanrısal güçlerle doludur. Her yıldız ve her taş dahi, görünürde bir anlam içerir ve çok yönlü tanrısal güçlerin yönetiminde ve denetimindedirler. Böylece insanlar güçlü ile zayıf, büyük ile küçük, gökyüzü ile yeryüzü arasındaki ilişki ve çelişkilerde, onların sırlı yapı ve amaçlarını izlemek zorunda kaldılar. Kavrayıp anlayabildiklerini terk ederek, anlayamadıkları ile inanç yollarına devam ettiler.
Güneşin ise kutsanmaya başlaması büyük bir olasılıkla insanların yerleşik hayata geçip tarımla uğraşmaları ile oluşmaya başladığı ve güneş ışınlarının tarım ürünlerini yetiştirdiği, bereketi arttırdığı ve böylece tüm canlıların ona muhtaç olduklarının farkına varılması ile başladığı sanılmaktadır. Bu durum üzerine güneş, her türlü canlının yaratıcısı olmaya başladı. Aynı anda yeryüzü de tüm canlıların anası ve ana tanrıça olarak kutsanmaya başladı. Güneşin sıcak ışınları ile onu döllediği ve bunun sonucunda tüm ürünlerin veya canlıların doğduğuna inanılmakta idi.
Kök olarak Alevilik de yaratılış felsefesini Güneş (Mitra) inancından alarak evrimleşmiştir. Yaratılış inancı, tanrı-doğa özdeşliği üzerine kurulmuştur. Buna göre, insan da dahil olmak üzere evrensel olan bütün şeyler tanrı özünden yaratılmıştır. Yaratılmış olanda tanrısal öz, ruh ve madde karışımı olarak kendini açığa vurur. Dünya ve dünyadaki her şey esas olarak özünde tanrısal ışığın bulunduğu materyalin, yani ateşin, suyun, havanın ve toprağın karışımıdır. Doğum ve ölüm, tanrısal öz ile maddenin birleşimi ve ayrışmasından ibarettir. Bu felsefik görüş Alevi ‘deyiş’ veya ‘nefes’ adı verilen Alevi şiirlerinden açık bir şekilde dile getirilir. Tanrısal yaratılış sıralamasına göre insan bütün yaratılmışların en sonuncusu olarak tanrısal ruhun veya ışığın ve aklın gerçekleştirildiği kalıptır. Bu nedenle Alevi inancında insan en temel hareket noktası ve yaratılışla özdeştir. “İnsandan büyük kabe yoktur”, çünkü Aleviye göre evren, gerçekleşen tanrıdır. İnsan ise, kendini tanıyan, ona adını koyan, isimlendiren hakikattır. Yaratılışı ruh ve madde ikilemi üzerine kuran Alevi felsefesi, insanda her şeyi kendi zıtlığı içinde kurar ve anlamaya çalışır.
Bahsettiğimiz yerleşik doğal toplumlarda her şeyin bedeni, fiziki yapısı ile beraber ruhlarının varlığına olan inançları ile bunlara ruhlarını veren tanrıların/tanrıçaların çocukları olmalarına inanmaları sonucunda, ağaçların da insanlar gibi ruhlarının olduğunu kabul ettirmişti. Onların kesilmesini öldürme olarak değerlendirdikleri gibi, tanrıların/tanrıçaların kızacaklarını da yorumlamakta idi. Çiçek açan ya da meyve tutmaya başlamış ağaçlar gürültülerle korkutulmaktan korunurlardı. Böylece hamile bir kadının korkutulması neticesi, zamanından evvel çocuk düşürmesi gibi, ağaçların da zamanından evvel meyvelerini dökeceğine inanırlardı. Bu durum bazı bölgelerde tarım ürünleri için de geçerlidir. Her ne şekilde olursa olsun, korkutulan ya da ürkütülen, bir buğday, arpa veya pirinç tarlasının tane vermeyip sapa dönüşeceği inancı zamanımızda dahi korunmaktadır. Ayrıca bazı dağların ilahi güçlere sahip olduğu, bunların gereğinde depremleri yaratabileceklerine inanılması ile kutsanmaları, bazı yerlerde ise depremlerin yer tanrısının/tanrıçasının uykusundan uyandırıldığı veya rahatsız edildiği için oluştuğuna inanılırdı.
İnsanların inançlarının en önemli yönü maddi olmayan, gözle görülüp elle tutulmayan manevi ve doğaüstü kuvvet ve kudretlere sahip olgulara inanmasıdır. Bunlara inançları, insanların korkularının yanında, insanların çözemediği sorunlarının çözümünde ve diğer alanlarda onlardan bekledikleri yardımları yapmaları için onlara yönelmeleri şeklinde kendini göstermektedir. İnsanın yaşantısını etkileyen iyi ve kötü ruhlara, şeytanın kötü yöndeki etkileyici gücü ile varlığına inanılması, insanların bu olguların vasıflarını kendilerinin hayal ve beyin güçleri ile açıklayıp kavramaya çalışmaları, onların henüz tabiattaki olay ve canlılar arasındaki bağlantıyı kavrayamadıklarından kaynaklandığı, söylenebilir. Halk bu aşamada hala doğa olaylarına yön veren, hastalıkları ve ölümü getiren, insanların iyi ya da kötü yaşamalarına etkide bulunan, sayısız iyi ve kötü saydıkları tanrısallara inanıyordu. Kendilerine yardımcı olmaları ya da kendilerine kötülük etmemeleri için, bunlara kurbanlar kesilir ve dua edilerek yalvarılırdı. Böylece doğaüstü güçlere ve gözle görülmeyen ruhlara olan halkın inancı beraberinde büyücülüğü de yarattı. Etem XEMGÎN