Dört kapı kırk makam-Şeriat
BİLİRMİSİN ŞER NEDİR?
NEDEN ATMAN GEREKİR?
ATARSAN İÇİNDEKİ ŞER’Rİ
OLURSUN BİR TARİKAT ERİ
[caption id="attachment_30179" align="aligncenter" width="606"]
Bir aydınlanma ve kâmil insan olma yolu olan “Dört kapı kırk makam”ın kurucusu Hacı Bektaşi Veli’ye göre şeriat; “Bir anadan doğmaktır”. Şimdi bu sembol diliyle söylenmiş bu sözü yorumlamaya çalışalım:
Her canlı doğum yoluyla zahir dünyaya gelir ve yaşamına dünyada devam eder. İnsan gibi diğer canlılar da doğdukları tabiatı bütün özellikleriyle beraber hazır bulurlar. İnsanlar ise kendileri seçmeksizin bir toplumda doğarlar ve o toplumun kültürel, ulusal, ananevi, geleneksel özelliklerini devralırlar. Milliyet, ırk, cins, dil, din hatta deri rengi gibi daha bir çok farklılıklar işte doğumla gelen bu aşamada bireyin hayatına girer ve onun bir parçası haline gelir. Birey artık kendini bu kapıda toplumdan devraldığı şekilsel farklılıklarla tanımlamaya başlar. Eğer, Hindistan’da doğmuş Hintli, Çin’de doğmuşsa Çinli, Afrika’da doğmuşsa Afrikalı, kutuplarda doğmuşsa Eskimo olarak kendini görür. Sadece kültür ve gelenek içinde yaşamaz, aynı zamanda o gelenek ve kültürün sorunlarını, görevlerini ve yaşam biçimini devralır. Örneğin, birey kan davasının olduğu bir ailede dünyaya gelirse, otomatikman kendiside bu meseleye tabii edilir. Kendi iradesi dışında gelişen bu olay, bir müddet sonra, kendi meselesi olmaya başlar.
Dünyaya ve kendimize dair ilk düşüncemizin oluşum sürecinde içinde bulunduğumuz toplumsal yaşam, gelenekler, örf ve adetler çok önemli bir rol oynarlar.
İnsanlar fiziksel açıdan olgunluğa erebilmesi için, çeşitli evrelerden geçerler. Bebeklik, çocukluk, ergenlik, gençlik, olgunluk vs… bu evrelerde insan birbirinden farklı özellikler ve olgularla karşılaşır. Kendini bekleyen bu süreçleri yaşar, bunun sonucunda da kendine göre dünyaya ve yaşama yönelik bir tutum ve düşünce geliştirir. Daha önce dediğimiz gibi burada toplumsal olgular önemli bir rol oynar.
Şeriat kapısı, toplumsal şartlanmaların en yoğun olduğu ve doğumla birlikte gelen insanın kendi özüne en yabancı kaldığı devirdir. Dünya yaşantısında olduğu kadar tanrı anlayışında da bir yüzeysellik ve şirk görülmektedir. Buna gizli şirk’te denir.Fakat, şeriat ehli bunun farkında değildir. Tanrı ona göre yerde yada gökte bulunmaktadır. İnsanlara oradan buyruklar yağdırmaktadır. Ölümden sonra sevap çoksa yani gökteki tanrının yağdırdıkları emirlere içtenlike itaat etmişse, hurilerle dolu cennete; günahları çoksa, cayır cayır yanacağı cehenneme gideceğine inanır.
Milliyetçilik, ırkçılık, cins ayrımı, ideolojik bakış, kısacası insan ayrımlarının ve savaşların olduğu şeriat kapısı sadece toplumsal alandaki sorunları yaratmaz, aynı zamanda bireysel yaşamı da tehlikeye düşürür. Çünkü, bir varlık olarak insanın en önemli yanlarından biri toplumsal bir yanının olmasıdır.
Hacı Bektaşi Veli bir sözünde “ilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” der. Başka bir sözünde mürşidi, yani irşad ediciyi tanımlarken şöyle der. “Mürşit ilimdir”. Fakat bu ilim, bilim gibi okuyarak elde edilmez. İçsel ve ruhi yaşantı vasıtasıyla elde edilen bilgidir. Yani insanda iki çeşit göz vardır. Normal gözlerle okuyarak öğrendiklerimiz, bilimdir. Bilimden öğrendiklerimizi can gözümüzle yorumlayarak, beynimizde oluşturabilmek ise ilimdir. Bilim okuduğumuz anda beynimizde canlanandır. İlim ise daha sonradan düşünerek beynimizde görünendir.
Şeriat kapısındaki kişi aradığı soruların cevabını bulmak ve aydınlığa giden yolu aralamak için kendisine bir pir (pirini) bulur. Şeriat kapısındaki kişi ruhi dünyası, henüz karanlıkta olduğu için kendisine uygun bir pir seçmekte zorlanacaktır.Ancak pirlik makamına gelmiş bir usta kendisine gelen her talibi irşad edebilme yeteneğine sahiptir.
Bu arayışlar süresinde yeterli çabayı ve azmi gösterirse kişi, eninde sonunda kendisine uygun bir yol gösterici usta-pir bulur.
Bu aşamada, kişi şeriatı yavaş yavaş aşarken kendisini tarikat makamına doğru ilerlemiş olarak bulur. Hakka erişmenin yolunun, ancak köklü bir ruhi tekamülden geçtiği gerçeğini, idrak etmeye başlar. Kendisi için artık yeni bir doğumun başlamak üzere olduğunu anlar. Daha önceki doğumu ‘kan bağı vasıtasıyla doğmak’ olarak görür ve bu dünyadaki ikinci doğumun manevi-ruhi bir doğum olacağının bilincine varır. Ve sonu gelmez ruhi yolculuklarda ve içsel yaşantıda kendisine yol gösterecek olan bir usta aramaya başlar.
Dört Kapı- Tarikat
TARİKATA HOŞ GELDİN
NİYE BÖYLE BOŞ GELDİN
HADİ BİRAZ DOLDURALIM
OL MAĞRİFETE GEÇERSİN
Dört Kapı Kırk Makam inanç ve felsefesinde ruhsal tekamülün ikinci kapısı olan Tarikat Kapısı, Hacı Bektaşi Veli’nin deyimiyle “ikrar verip bir yola girme”kapısıdır. Bu kapıda yola girmek için pir talibi olgunluk derecesini ölçmek için bir imtihana tabii tutar. Bu imtihan çeşitli biçimlerde olabilir. Kişi bu imtihanı başarırsa, o zaman tarikata (yola) alınır. Bu imtihan çeşitlerinden bir kaç örnek verelim:
Yakın çağda yaşamış Alevi bilgelerinden Meluli, Bektaşi tarikatına girmek ister. Kendisine tabi kılınan imtihan şöyledir: Yakın bir köye gidip orada anadan üryan soyunarak, kendi köyüne kadar yürümesi istenir. Bu imtihanla Meluli’nin toplumsal baskıları ve horlanmayı ne oranda aştığını; ahlak anlayışının ne olduğunu bilmek isterler. Meluli tarikata girmek için kendisinden isteneni yapar. Meluli’deki bu cesareti gören Bektaşi dervişleri hemen Meluli’yi yarı yolda karşılar ve kendisine yeni elbiseler verirler.
Bağdat şehrinin valisi olan Cüneydi Bağdadi, gençlik yıllarında tarikata girmek ve bir yola bağlanmak ister. Ustası Şibli, yola girmek için valiliği bırakıp, Bağdat sokaklarında dilencilik yapmayı göze alıp alamayacağını söyler. Cüneydi Bağdadi bunu kabul eder ve eski yaşantısına dair ne varsa hepsini terk etmeye hazır olduğunu ispat eder. Bağdadi’ye piri Şibli tarafından önerilen ve bir çeşit imtihan niteliğinde olan bu öneriden maksat, Bağdadi’nin valilik yaptığı yıllarda edinmiş olduğu büyüklük hırsını (nefsini) törpülemektir.
Tarikat piri tarikata bağlanmak isteyen talibi çoğunlukla sözlü olarak ta uyarır.”Gelme gelme, gelirsen dönme, gelenin malı dönenin canı‚ Bu yol ateşten gömlek, demirden leblebidir, bu yola girmeye karar vermeden önce bir daha düşün‘, derler.
Hacı Bektaşi Veli bu yolun ne denli zor ve çileli olduğunu, her kişinin değil, er kişinin sürebileceğini söyler. Yolun (tarikatın) inceliğini şöyle anlatır: “Yolumuz barış, dostluk ve kardeşlik yoludur. İçinde kin, kibir, kıskançlık, ikicilik gibi huyu olanlar bu yola gelmesinler” der.
Tarikat kapısının özelliklerinden biri de bu kapıda ikrar verip musahip (ahiret ve yol kardeşi) tutulmasıdır. Musahip evli ve yola girmek isteyen çiftler arasında olur. Yine geleneksel olarak pir, mürşidin ve rehberin de yardımcı olduğu bir ayin eşliğinde yapılır. Yola girenlere pir yolun duasını verirken, diğer yandan da onlara öğüt verir. OnlarıkKâmil ve olgun insan olma yolunda manevi yönden hazırlar. Cemiyet içerisinde olgun ve örnek insan olma yolunda ilerler.
İkinci önemli özelliği ise ‚ mürşidi kâmile yani ustasına kendi rızalığıyla teslim olması ve ser (baş-kafa) verip tarikat sırlarını kimseye vermemesi, sağlam bir tarikat disiplini elde etmesidir.
Tarikata giren insanın kendini ve tarikatını dışardan gelecek her türlü tehlikeye karşı koruyabilmesi için, gerektiğinde nasıl takkiye etmesi (saklama’sı) gerektiğini öğrenir.
Alevi tarikat geleneğinde düşünce ve inancını yeri geldiğinde takkiye etmenin iki önemli gerekçesi vardır: Toplumsal yaşamda kendilerini dış düşmanlardan korumak, onların saldırı ve baskılarını aza indirgemek ve her mertebenin bilgisini her insana söylememek, bu vesileyle, taşıyamayacağı bilgi yükünü o insana yüklememektir.
Tarikat Kapısı, ikrar ve musahip tutma kapsı demiştik. Musahipler, hayatın her alanında bir birinin yardımına koşar ve çıktıları ortak yolculukta birbirinin aynası olurlar. Bir çeşit ailesel komin (yardımcı) anlamına da gelen musahiplik, dayanışmanın, yardımlaşmanın ve bölüşümcülüğün en güzel örneğidir. Ünlü mutasavvıf Şeyh Bedreddin’in dediği gibi, Musahiplikte “Yârın yanağından gayri, her şey ortaktır”. Sevinçleri, mutlulukları, güzellikleri olduğu kadar; acıları, zorlukları da paylaşırlar. Musahipler birbirinin çocuklarını kendi çocuklarından ayrı tutmaz. Alevi geleneğinde bunun sayısız örneği vardır. Şayet musahiplerden biri hakka yürürse, diğer musahip, onun çocuklarının ve ailesinin geçimini üstlenir.
Anadolu Alevi geleneğinin dışında musahip tutmadan da tarikat kapısına gelmek mümkündür.
Tarikat kapısını, bir kendini arama, özünü bulma, kısacası bir içe kapanma kapısı olarak ta tanımlayabiliriz. Sufiler bu hali tırtılın kelebeğe dönüşmesi için kendi etrafına koza yapma durumuyla da örneklendirirler. İpek böceği çevreden gelecek olan olumsuz etkileri azaltmak için kendi etrafına bir koza örer. Amacı bu koza içerisinde bir dönüşüm sürecinden geçerek rengarenk bir kelebeğe dönüşmektir. İşte, tarikat kapısını, bu metafora benzetebiliriz. Sufiler tarikat kapısını, yani kişinin öze giden ve köklü bir ruhi dönüşümden geçen yolu bu sembolle ifade etmişlerdir.
Kişi bu mertebede pirinin yardımıyla hayatın ve eşyanın zahiri yüzünü bırakarak, batini yüzüne döner. “Nereye dönersen Allah’ın sureti ordadır” sözünden hareketle, bilinç altına yerleşmiş eski mabutlardan birer birer uzaklaşır. Büyük sufi üstad Şeyh Bedreddin’in “kimi insanlar paraya, şana, şöhrete, mevki ve makama tapar da Allah’a taptığını zanneder” sözünü anlamaya başlar. Evliyalar şahı Hacı Bektaşi Veli’nin;
Hararet nardadır, saç’ta değildir,
Akıl baştadır, taç’ta değildir,
Her ne arar isen kendinde ara,
Kudüs‘te, Mekke’de, Hac’da değildir.
sözleri tarikat kapısındaki bireyin iç dünyasına ışık tutar. Şeriat ehli gibi Allah’a ulaşmak için Mekke’ye gitme gereği duymaz. Zira, Allah’a bakış açısında ve bu açıyı elde edecek ruhsal olgunluğa erişmiştir. Onun için Allah, şekil ve biçimden uzak, varlığın özüne yansıyan kuvvet ve kudret olarak tasavvur edilir.
Anasır-ı Erba öğretisine göre ateş elementini simgeleyen tarikat kapısı, dışsal ve yüzeysel kavranan dünyadan, içsel ve deruni yaşantıya bir geçiştir. Şeriat kapısında öğrendiği kuralların bilinç ve ruhun gelişimi için bir araç olduğunu, idrak etmeye başlayınca şeriat kurallarının ebedi ve hakiki olmadığını bilir, bu yüzden o kurallara daha başka bir göz ile bakar. Aslında eski kurallar da değişerek, yeni bir biçime bürünmüştür.
Hacı Bektaşi Veli bir nefesinde, tarikat kapısındaki yani dergahta ki yaşantıyı, paylaşımı, bölüşümü, ve birlikteliği şöyle dile getirmektedir:
Dostumuzla beraber yaralanır kanarız
Her nefeste aşk ile yaradanı anarız
Erenler meydanına vahdet ile gir de gör
Kırk budaklı şamdanda kırkımız bir yanarız.
Rengimiz güldür bizim, gül gibi açacağız
Gönüllere aşk ile sevgiler saçacağız
Hak, Hakikat yolunda bir yüzümüz var bizim
Olduğumuz gibiyiz, öyle kalacağız
Tarikat kapısını bir bakıma, yeniden doğma kapısı olarak ta görebiliriz. Tıpkı, tırtılın koza içerisinde yeterince olgunluğa ulaşınca kendi ördüğü kozayı yırtarak, göğün derinliğine doğru, rengarenk bir kelebek olarak uçması gibi.
Tarikat ve dergahın, toplumsal açıdan işlevine bakacak olursak, toplumsal yaşamı ağır ağır değiştirdiğini, tek tek bireyleri yetiştirerek, onları birer olgun insan yaptığını ve onları tekrar topluma salıverilen, bir insan yetiştirme ocakları, olduğunu görürüz.
Alevi dergahlarını, diğer dergahlardan ayıran özelliklerden biri de, kadınların da ayinlere ve törenlere erkeklerle birilikte katılabilmesidir. Cem’de insanlar birbirine cinsiyet (hayvani arzular) manasında bakmazlar. Gözler sadece canı, ruhu, özü görür. Her can birdir ve birbirinin aynıdır. Herkesin yaratıcısı aynıdır. Dergahlarda ruhsal olgunluğun ve manevi tekamülün etkisini artırmak için semah, nefes, deyiş ve müzikten de faydalanılır. Semahlar neredeyse başlı başına bir ayin ve ibadettir.
Tarikat ehli olan insan, şeriat ehlindeki insan gibi Allah’ı yerde veya gökte aramaz. Onun varlığına bir mekan isnat etmez (atamaz). İbadet onun için, korktuğu bir tanrı karşısında yalvarmalar ya da cenneti elde etmek için yakarmalar değil, vicdanın sesi olarak kendisine yansıyan hakikati, daha iyi hissedebilmek ve yaşamak için, bir özün arındırılma ve olgunlaştırılması, nefsin terbiye edilmesi için, yapılan sessiz zikirdir. Tarikat kapısının önemli bir özelliği de, hoşgörü, engin gönüllülük, merhamet, sevgi ve adalet gibi temel değerlerin özümsetildiği (içselleştirildiği) bir mertebe olmasıdır. Tarikat kapısında olan bir talip, bütün insanlığı bir aile gibi görür. Zahiri farklılıkları aşmıştır. Bunları aynı özün birer yansımaları olarak görmüştür.İnsanı, insanın aynası bilmiş ve bu bilgelik ışığını yakalamış olan tarikat ehlinin, kendini bilmeye başladığı nispette, iç dünyası aydınlanır ve ilahi aşka daha da yaklaşır.
Mürşit, tarikat kapısındaki müridinin (talibinin) özündeki ilahi aşkı tutuşturmuşsa, artık talip yavaş yavaş marifet makamına gelmektedir. Dergah yaşantısında edindiği tecrübe ve ilimi sergileme, marifetini gösterme aşamasına gelmiştir. Dergahı mürşidin rızası ile terk eder.
Dört Kapı- Marifet
ŞERİAT, TARİKAT DAR MI GELDİ
OLSUN BAK CANINA CAN DEĞDİ
AŞK-I SERHOŞ OLASIN BURADA
GEÇESİN HAKİKATA, OLASIN EBEDİ
Marifet kapısı, ilahi-aşkın dervişin gönlünde tutuştuğu, ve Kamil İnsan mertebesine kadar kendisine mürşitlik edeceği ruhi ve manevi bir tekamül aşamasıdır. Bu aşamadaki insana derviş denir.
Hacı Bektaşi Veli’nin sözleriyle ifade edersek, “Marifet, Hakkı kendi özünde bulmaktır.” Bu mertebeye gelmiş kişi, neye yönelirse o alanda başarı elde eder. Eğer zahiri ilimlere verirse kendini öğrenme aşkıyla bir alim olabilir, batını ilimlere verir, dervişlik yolunda ilerlerse bir mürşidi kâmil olup insanları irşat edebilir.
İlahi-aşkın türlü tezahürleri ve yansıma biçimleri vardır. Bunlara örnek olması için, bir kaçını sıralayalım:
Mecnun, Leyla’ya delicesine aşık olur, lakin kavuşma imkanı olmaz. Aşk ve özleminin dayanılmaz ızdırabından dolayı kendini dağlara, çöllere vurur. Dağlarda aslanlarla, ceylanlarla yaşar. Bir zaman sonra, talihi açılır ve Leyla ile tekrar karşılaşma imkanı doğar. Mecnun bu karşılaşmada Leyla’yı görünce uzun uzun yüzüne bakar en sonunda, bir hayal kırıklığıyla: “Benim aradığım Leyla bu değil” diyerek yoluna devam eder. Bu menkıbeden şu anlaşılmaktadır: önce bir insana duyulan aşk, daha sonra evrensel bir boyut kazanarak ilahi aşka dönüşmüş. Mecnun’un Leyla’ya duyduğu aşkın yerini, Allah aşkı almıştır. Mecnun köklü bir içsel dönüşüm geçirdiği ölçüde, içindeki aşkın objesi de değişerek sonsuzluğun ummanlarına ulaşıyor.
Yine büyük bir Alevi ozanı olan Karacoğlan, doğa ve insan karşısında duyduğu en derin sevgi ve heyecanı, ustalıkla şiirlere dökerek, insanlara tekrar sunmuştur. Arının her çiçekten bal eylemesi gibi, o da marifetini, o alanda sergilemiştir.
Yakın çağın usta babalarından Meluli, marifet kapısına gelince, yakın arkadaşlarıyla bir dergah kurarak, birlikte yaşar. Tıpkı bir komüne benzeyen bu dergahta özel mülkiyet olmaz, her şeyi beraber üretir ve beraber tüketirler. Büyük bir aile gibidirler. Alevi inanç ve felsefesinin gereklerini yerine getirerek yaşar, modern zamanda bile bunun imkanlı olduğunu yaşayarak gösterir.
Şah İsmail, ocaktan gelen bir insan olduğu için çok erken yaşta tarikata girer, usta mürşitler tarafından eğitilir ve hızlı yol alır. Kısa zamanda tarikatın başına geçer. Şah İsmail’in dervişliği ve sufiliğinin yanı sıra bir hükümdarlığının da olması, tamamen içinde doğduğu sosyal şartlarla, doğrudan alakalıdır. İçinde yaşadığı şartlar marifetini, hükümdarlığa yöneltmesine neden olmuştur. Diğer taraftan bir tarikat şeyhi olması nedeniyle, tarikat kurallarını yeniden koymuş, bulunduğu tarikata bir dizi yenilikler getirmiştir. Nefesleri aynen Yunus Emre gibi, dergah ve tekkelerde talipleri irşat amaçlı okunmaktadır.
Anadolu Alevi geleneğine damgasını basmış büyük üstatlardan biride, Fazlullah’ın öğrencisi Nesimi’dir. Yola olan bağlılığı ve tutkunluğuyla tanınan Nesimi, Bağdat’da şeriat ehli tarafından derisi yüzüldüğünde pek gençti. Söylediği sözler şeriat ehli tarafından anlaşılmadığı için küfür sayılmış, ve hunharca katledilmiştir. Nefesleri, ledün ilmine vakıf, sırrı hakikate erişmiş, büyük bir üstat olduğunun açık delilidir. Nice yol ehli onun nefeslerinden ilham ve feyz almıştır. O, inandığının doğruluğunu ve hakikat olduğunu bildiği için yolundan dönmemiş ve bu uğurda şehit olmayı dahi göze almıştır. Şeriatla, marifet kapısı arasındaki fark, Nesimi’yle onu öldürenlerin arasındaki fark kadar büyüktür.
Yine yakın dönemde yaşamış büyük Alevi ozanı Aşık Mahsuni, bu kapıya uygun düşen bilgileri bir nefesinde şöyle dile getirir:
Ben güler durur idim, çölün mecnunlarına
Dahi çöller mecnun için, tahtı Süleyman imiş
Erem dedim eremedim, Ademin esrarına
Kendini okuyan insan, bir ömür Kuran imiş
Marifet Kapısı bir nevi dünya hayatında ikinci doğum demektir. Birinci doğum olan şeriat, bir kan yoluyla doğumdur. Burada, akrabalık derecelerini, doğacağı atmosfer, gelenek ve görenekleri, hangi ailede dünyaya geleceğini seçme imkanına sahip değildir. Marifet kapısı ise manevi bir doğumu simgeler. Kişi Marifet kapısında kendi kendini arındırarak, kendi özünde yarattığı ben’le yeniden doğar. Bu doğumda, daha önce dergah hayatında yaşayarak elde ettiği, Ledun ilmi yardımcısı ve mürşidi olur. İlahi-aşk onu ne tarafa çekerse o tarafa doğru ilerler, yol alır, manevi, ruhsal-zihinsel tekamülü yol alır.
Dört Kapı – Hakikat
UYDUN KURALLARA, GELDİN TAA BURAYA
YALVARDIN, YAKARDIN ÇOKCA TANRIYA
SONUNDA GÖRDÜN ONU CAN GÖZÜNLE
YOKSA HERŞEY BAŞAMI DÖNDÜ, EVLİYA
Dört Kapı Kırk Makam öğretisinin son kapısı olan Sırrı Hakikat Kapısı, Hünkarın deyimiyle, “Tanrıyı kendi özünde bulma” makamıdır. Bu kapıda, can gözünü perdeleyen perdeler bir bir açılmış, hakkı da batını ve zahiri dünyayı da görür olmuştur. Bir insana baktığında onun bulunduğu makamın derecesini hemen anlar, vaziyete gelmiştir. Hallacı Mansurun‚ “Enel Hak” diye seslendiği kemalet makamıdır.
İnsan, makro alemin (uzayın) değil, mikro alemin de aynası olduğunu ve onları yansıttığını bilir. Büyük ozan Muhyi’nin dediği gibi:
Her ne varsa bu alemde, hepsi mevuttur Adem’de.
Ben de sığar iki cihan, ben bu cihana sığmam
Yaşanmış menkıbe ve olaylardan örneklerle bu kapıyı anlatmaya çalışalım:
Bir Alevi köyünde, bütün yaşlılar bir araya gelirler ve Allah’ı aramaya karar verirler. Dağ taş demeden gezerler. Bulmadan geri dönmeme kararı alırlar, fakat aradan epey bir zaman geçince, birer ikişer elleri boş dönmeye başlarlar. Dönenler köy kahvesinde otururlar ve kendilerinden sonra dönenlerle alay etmeye başlarlar. Çünkü, böyle bir iddiayı deli saçması bulurlar. Her yeni dönene eskiler: “Ne o, buldun mu Allah’ı, nasıl bir şeymiş” diye alay ederler. Sonunda hepsi geri döner fakat bir tanesi geri dönmez. Köylüler merak eder ve beklerler. Kırk gün sonra, saçı sakalı bir birine karışmış vaziyette oda döner gelir. Herkese yönelttikleri soruyu yarı alaycı bir şekilde ona da yöneltir ve şöyle derler: “Ne o, Allah’ı buldun mu?” o da, “evet buldum, bendeymiş meğer, sana bana benziyor” diye yanıt verir. Görüldüğü gibi, onca insan arasından ancak hakkı bulmak, bir insana nasip olur.
Hakla Hakk olmuş, o mertebenin manevi olgunluğuna ulaşmış bir insan, zahiri alemde, kimi zaman batıniliği yaşar. Onun muhabbeti, dinleyenlere, esenlik ve mutluluk verir. Manevi anlamda ilerlemesine yardımcı olur. Bu nedenle, Aleviliktearif insanların muhabbetine katılmak ta bir ibadet sayılır.
Şehitlik mertebesine eriştiği için ünü ölümünden sonra da artıp giden Hallacı Mansur olmak üzere Şibli, Cüneydi Bağdadı, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Nesimi, Muhyiddin Arabi, kadın sufi Rabia ve daha niceleri bu kapıdan geçmiş büyük mürşitlerdir. Acak bunlardan bir çoğu yaşadığı devirde yeterince anlaşılamamıştır. Ünlü Alman filozofu Nietsche’nin dediği gibi: “kimileri öldükten sonra yaşarlar.”sözü bunların akıbetine uymaktadır. Fakat, onlar, zahiri dünyada kalplerde mekan kurarak yaşamaya devam etmektedirler. Sözleriyle, halen insanlığa ışık tutmaktadırlar.
Adından alevi inanç ve kültüründe sıkça bahsedilen Gruhü Naci denilen zümre , Hakikat Kapısına varmış, Hakla hak olmuş, özündeki ilahi kaynağa dönmüş, sır perdesini ortadan kaldırmış, Kamil İnsan mertebesindeki insanların verilen bir isimdir. Bunun, kimilerinin zannettiği gibi zahiri soy, sopla, kanbağıyla alakası yoktur. Gruhü Naci demek, can gözü açılmış, hakikati perdesiz gören insan demektir. Alevi ozanı Sıtkı Baba bir nefesinde, Gruhü Naci’yi ve onun manevi dünyasının açılımlarını şöyle tabir eder:
Ondört bin yıl gezdim pervanelikte
Sıtkı ismin buldum divanelikte
İçtim şarabını mestanelikte
Kırkların ceminde dara düş oldum
Güruhu Naci’ye özümü kattım
İnsan sıfatında çok geldim gittim
Bülbül oldum bir dost bağında öttüm
Bir zaman gül için zara düş oldum
Bu kapıya gelip, Hakla Hak olmuş kişi, Hakikatın dil yoluyla anlatımının mümkün olmadığı bilir ve gerçeği mecaz ve sembollerle anlatmaya çalışır. Aynı mertebeye gelmiş bir insan bu mecazlardan, içindeki Hakikatı ve ozanın ne söylemek istediğini hemen anlar.
Sıtkı Baba’nın yukarda sunduğumuz nefesi de, baştan başa mecaz ve kinayelerle doludur. Ruhsal tekamülü, arınmışlar zümresi olan Güruhu Naci’yi, hakikatin ancak arınma ve olgunlaşmayla anlaşılabileceğini, ilahi-aşkı ve daha bir çok gerçeği ritmik bir uyum içerisinde dile getirmektedir. İç yaşantısındaki manevi ahengi ve esenliği nefeste hissetmek gene de mümkündür.
Bu kapıya ulaşmış insan, varlığın sürekli bir tekamül içerisinde olduğunu anlar. Kalıplaşmış dinlerdeki ceza, yargı, cennet, cehennem, sırat köprüsü gibi kavramlar farklı anlamlar taşır. Hepsi de bu dünya hayatında olmaktadır. Sırat Köprüsü, ölümden sonra geçilecek, kıldan ince kılıçtan keskin olduğu tabir edilen bir köprü değil, dünya hayatında insanın ruhsal tekamülünü tamamlayarak, aslı olan nura kavuşmak anlamına gelir. Cennet ve cehhennem ise dünya yaşantısındaki ruhi halin sembol diliyle anlatımıdır.
S. Atas0y