İslam dışı olmanın, adeta kötü bir şey olduğu yönünde koşullandırılmış bazı Aleviler, ısrarla “Biz İslamız” deseler de Aleviliğin İslam’ın Sünnilik’ten farklı bir yorumu olduğu görüşü büyük çoğunluk tarafından benimsense de tarihsel sürece ve teolojik boyuta ilişkin yapılacak objektif inceleme ve değerlendirmeler, bu iki kavramın, özde çok farklı olduğu gibi bir sonuç ortaya koyuyor. Ancak, Aleviliğin bağdaştırmacı (senkretik) niteliği nedeniyle İslam’la eklemlenmiş, şu anki yapısı itibariyle bir sentez olduğu da görülüyor.
Her ne kadar bir sentezin varlığından söz etsek de Alevilik, inanç boyutunda İslam’la farklı, yer yer onunla karşıt nitelikteki unsurlarını, bünyesinde barındırmaya devam ediyor. Din olgusu içinde en temel kavram olan Tanrı’ya bakışta bile Alevilik’le Kuran aynı çizgide buluşmuyor. Kuran’daki yaratan, yargılayan, ödüllendiren, kızan, cezalandıran, bağışlayan bir Allah kavramına karşılık, Alevilik’te Allah, insandan, varlıktan ayrı değildir. (Varlığın birliği, Vahdeti Vücut, Vahdeti Mevcut) Allah’ın evreni yaratması, görünür hale gelmesidir. Her şey O’ndandır, herşey O’nun görüntüsü, kendisidir. Bu yüzdendir ki Alevilik’te “Allah korkusu” kavramı yerine “Allah sevgisi” geçerlidir.
Alevilik’te kabul edilen, her insanın tekamülünü tamamlayana kadar yer yüzüne başka bedenlerle defalarca geleceği, ancak insanı kamil olduktan sonra bu süreç tamamlanarak Allah’a kavuşacağı şeklindeki “devriye” inancı ile İslam’ın ölümden sonrasına ilişkin ödül-ceza mekanizması (cennet-cehennem) şeklinde sunulan ”ahirete iman” kavramları birbiriyle çelişmektedir.
Muhammed, Ali, 12 İmamlar, Ehli Beyt gibi motiflerin varlığının yoğun biçimde hissedilmesine karşın, Aleviliğin temel iman esasları ve ibadet biçimlerinin İslam’daki ile hiç uyuşmadığı da somut bir gerçektir. Alevilikteki inanç ve ibadetleri, Kuran’da, İslam’ın tarihsel mirasında bulabilmek mümkün değildir. Ayini cem kurumu, burada alkollü içki kullanımı, kadın-erkek birlikte ibadet, müzik aletleri eşliğinde semah gibi temel olguları, Kuran’da, hadislerde, peygamberin ve 12 imamların hayatında görmek mümkün olmadığı gibi, bunların çoğu İslam’a göre “şirk, küfr, bidat” sayılır. Aleviliğe özgü olan bu kurumlar, tarihte de günümüzde de hiçbir İslam topluluğunda görülmemiştir. Özellikle, cemlerde “dem” adı altında içilen içkinin, Kuran’la, İslam öğretisiyle bağdaştırılması imkansızdır.
Alevilik’te var olan “hulul” (Tanrı’nın insan bedeninde tecelli etmesi) inancı, Kuran’a göre şirktir.
İslam’ın temel ibadetlerinden olan Kuran’da yüze yakın ayette geçen namaz (salat) ve buna ilişkin yine ayetlerde yer alan abdest, ezan gibi olgular, Alevilerce (Kuran’da geçtiği şekliyle ya da hiç) kabul edilmez. Kuran’ın Ramazan orucu tutulmasına ilişkin açık ayetine, hac ile ilgili emirlerine Aleviler uymaz.
Bütün bunların nedenlerini görmek için Aleviliğin tarihinin 6. yüzyılla başlamadığını, bu inancın kadim zamanlardan beri var olduğunu anlamak gerekiyor. Yüzyıllardır içinde yaşadığı İslam’ın bir takım motiflerini alıp adeta bir pelerin gibi üzerine örten, ancak temel inanç ve ibadetleri İslam’a uymayan Aleviliğin, sahip olduğu kurumların, binlerce yıllık “Batıni” inanç yoluyla ise birebir örtüştüğünü görmek, gözlerimizdeki perdeyi aralayacaktır.
Batıni inanç tarihinde bir gezinti
1880’li yıllarda eski dinlerin kökenleri hakkında araştırmalar yapan İngiliz araştırmacı James Churchward’a, Batı Tibet’teki bir manastırın baş rahibi Rishi’nin verdiği, günümüzden 15 bin yıl önce yazılmış “Naacal Tabletleri”nde dinin 4 temel ilkesi şöyle sıralanıyordu:
“1-Tanrı tektir. Herşey ondan var olmuştur ve ona dönecektir.
2-Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölür ve ayrışırken ruh ölmez.
3- Ruh, mükemmeliğe ulaşmak için değişik bedenlerde yeniden doğar.
4- Mükemmeliğe ulaşan ruh Tanrıya döner ve onunla birleşir”
Mu adı verilen 70 bin yıllık bir uygarlığa ait bu tabletlerde anlatılan dinin söz konusu ilkelerinin günümüz Alevi-Bektaşi inancında da aynen var olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Burada Alevi-Bektaşi inancının temeli olan vahdeti vücut, vahdeti mevcudat, devriye kavramlarını çok net biçimde görebiliyoruz.
Bugün Bektaşilerin simgesi olan 12 köşeli teslim taşı da tabletlerde yer alan Mu İmparatorluk Arması’nın aynısı. Naacal öğretisinde yer alan bir diğer önemli konu da Tanrısal nurdan türemiş olan dört temel gücün evreni kaostan düzene geçirdiği kuramıdır. Tanrının kendi asli nitelikleri, bu dört temel eleman; ateş, yel, su ve topraktır. Aynı inanç Alevilik’te ve tasavvufta “dört anasır, anasır-ı erbaa” gibi adlarla aynen vardır.
Churchward’a göre eski Uygur, Maya ve Mısır uygarlıkları Mu uygarlığının kolonileri idi ve onun izlerini taşıyordu.
Yüz yıllar süren Mısır dini, M.S. III. yüzyılda hızla yok oldu; Mısır, diğer Roma eyaletlerinden önce Hıristiyanlığı ateşli bir biçimde kabullendi.
Hıristiyanlığın giderek kök saldığı M.S. 150-450 arasında Mısır büyük bir siyasal, dinsel kaos ve çeşitlilikler dönemi yaşadı. Mısır dininin kalıntılarından üç dinsel akım doğdu. Antik Mısır inançlarının mirasçısı Hermesçiler, Neo-Platoncular ve Gnostikler, Tanrı’ya bireysel olarak ya da ezoterik (Batıni) örgütlenmeler sayesinde ulaşılabileceği inancına eğilim gösterdi. Bu yollara girebilmek için, gizemli ve çetin bir inisiyasyon (yola girme, erginlenme) sürecinden geçmek gerekiyordu. Bu kapsamda her aday (talip) gizlilik andı içmek zorundaydı. Söz konusu tarikatlar her türlü açıklığı yasaklıyordu; gerçek bilgelik (insanı kamil olma) ancak ezoterik bir sistem içinde ve uzun ve zor bir süreç sonunda elde edilebilirdi. Bu tarikatlarda en önemli unsur inançlarının içerdiği gizemlerdi (sır). Sırrı, başkalarına açıklamak (faş etmek) yola ihanet anlamına gelirdi.
Hermesçilik, Neo-Platonculuk ve Gnostisizm’de sıradan müritler, yolu benimseyen kitleler için inançlar (zahir), seçilmişler için gerçek bilgi yani “Gnosis” vardı. Gnosis akılsal bir bilgi olmayıp, insanın kendini bilmesi (Özünü bilen Hakkı bilir) gibi sezgisel ve bilinçsel bir süreci kapsıyordu.
Aydınlanmış azınlık (hakikat ehli) olarak seçkinler Tanrı’ya yaklaşabilirlerdi. İnsanın kendi içine dönüşü, insanın fiilen ya da potansiyel olarak Tanrısal olduğu inancını birlikte getiriyordu. (Hak ademde) Ölen firavunun Osiris’e dönüştüğü biçimindeki Mısır inancıyla bağlantılı gözüküyor. Mısır inancında Tanrı, insan da dahil olmak üzere, her şeyde var olabilirdi.
Mısır dininin kalıntılarından doğan üç inanç grubundan Hermesçiler, asimilasyona direnerek Mısırlı kalırken, Neo-Platoncular Helenleşerek bağlılıklarını Platon düşüncesi üzerinde yoğunlaştırdılar. Gnostikler ise kendilerini Hıristiyan olarak gördüler.
Ancak Hermesçiliğin yaşı konusunda net bir görüş yoktur. Hermesçiliğin ve Hermesçi literatürün (Corpus Hermetica) Mısır kökenli olduğunu savunan görüşe göre akımın tarihi daha gerilere gitmektedir.
Hermes ya da İdris Peygamber, sembolü Turna Kuşu
Hermes, İslam toplumlarında İdris peygamber olarak bilinir. İdris, Kur’an’da dürüst bir peygamber olarak yer almaktadır. İslam geleneklerinde, Hermes “filozofların babası” ve “kendisine üç kere hikmet verilmiş kişi” olarak geçmektedir.
Hermes’in sembolü olan Turna kuşu Alevilerce kutsal sayılır. Turna için söylenmiş onlarca deyiş ve Turnalar Semahı vardır. Aleviler’deki Turna kültünün varlığı, Alevi inancının kaynağına ilişkin önemli bir işaret, bir ipucudur.
“Hazreti Şah’ın avazı
Turna derler bir kuştadır
Asası Nil deryasında
Hırkası bir derviştedir”(Pir Sultan)
Sembolik anlatımlarla bezeli budizelerde yer alan “Hazreti Şah’ın avazı”nı Batıni öğreti olarak algılarsak, bu öğretinin; öğretmeninin İdris Peygamber olduğu, Mısır diyarında kök saldığını, bu öğretinin bir kolunu ise tasavvuf ehlinin oluşturduğunu anlayabiliriz. Alevi ozanların deyişlerini, her kişi, kendi düzeyine göre anlar. Alevi deyişlerinden, kişinin bulunduğu bilinç aşamasına göre dört farklı anlam çıkarması olasıdır.
Takiyye zorunluluğu
Batıni inançlı zümreler, Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık gibi dinlerin egemen olduğu coğrafyalarda kendilerini bu dinlerin içine gizleyerek varlığını sürdürebilmiştir. Mesela bu inanç mensupları bazen Avrupa ülkelerinde dıştan Hıristiyan, İslam ülkelerinde ise Müslüman olarak bilinmiştir. Ya da Hıristiyanlarca Hıristiyan, Müslümanlarca Müslüman olarak bilindiği de olmuş.
Mesela Hacı Bektaş Veli, Anadolu’nun o dönemdeki Hıristiyan halkınca Hagios Haralampos olarak bilinir, o bir azizdir. Sarı Saltuk Balkan ve bazı Baltık ülkelerindeki Hıristiyan halka göre Noel Baba’dır, bir Hıristiyan azizidir O da.
Anadolu Aleviliğinin “serçeşmesi” kabul edilen Battal Gazi 8. yüzyılda (Türkler gelmeden 300 yıl önce) yaşamıştır ve Paulikien diye adlandırılan Batıni inançlı Anadolu halkına mensuptur. Malatya’yı alarak Bizans sınırlarına dayanan İslam ordularıyla ittifak yapan bu halk, Araplarla bir olup, kendisini sistemli olarak kıran, kıyımlara uğratan Bizans’a karşı savaşmıştır. Arap kaynaklarında Battal Gazi olarak geçen ve Arap asıllı olmadığı vurgulanan bu zat, Bizans kaynaklarında Chrysocheir olarak yer alır. Babası Hüseyin Gazi de aslında, Bizans’a karşı savaşırken Ankara yakınlarında şehit düşerek bir tepeye gömülen (Bugünkü adıyla Hüseyin Gazi Tepesi) Carbeas’tan başkası değildir. Bizans’a göre Paulikienler “sapkın Hıristiyanlar” dır, bunlar “mum söndü” yapar, kiliseye gitmez, kendi dua (cem) evlerinde ibadet ederler, “katli vacip” bir halktır. Bu insanlar İslam tabiyetine girip, Arap adları alsalar da, kendi inançlarını sürdürmüş, Müslümanlık sadece (zahiri) görüntü olmaktan öte gitmemiştir bunlar için. Sonraki yüzyıllarda gelen ve yine Batıni inanç çizgisindeki bazı Türkmen ve Kürt aşiretleriyle kaynaşan Paulikienler, büyük ölçüde bugünkü Anadolu Aleviliğini ve Alevilerini oluşturmuştur. Paulikienler’e “Heterodoks Hıristiyan” deniliyordu, bugün de Aleviler’e “Heterodoks İslam” deniyor. Ne tesadüf!…Paulikienlerin en yoğun olarak yaşadığı yerlere dikkat edin: Malatya, Sivas, Dersim… Sırasıyla Arguvan ve Diviriği’yi başkent yapmışlar. Divriği kalesini onlar inşa etmiş. Bogomiller, Albigenler, Tundrakiler…bunların değişik coğrafyalara sürülen akrabalarına verilen isimlerdi.
Batıni inanç mensupları değişik bölge ve ülkelerde farklı zamanlarda farklı adlar alsalar da özünde aynı yoldadır.
Yahudiliğin kurucusu sayılan Musa, gerçekte eski Mısır’da bir Osiris rahibiydi. Burada Ezoterik (Batıni) öğretiyi öğrenip, mürşit derecesine ulaşmış biriydi.
Yahudi toplumundaki Kabbalacılar ile günümüzde hala yaşayan ve artık Hacı Bektaş şenliklerine bile temsilci gönderen İsrail’deki ISIS inancı mensuplarını da unutmamak lazım.
Hz. İsa’yı yetiştiren, Esseniler tarikatı da aslında batıni bir kurumlaşmaydı.
Avrupa’da Kilise’ye (Hıristiyanlık) karşı, rönesans ve reform hareketlerinin fitilini ateşleyenler; Galileiler, Copernicler, Da Vinciler de hep gizli batıni (ezoterik) inanç örgütlenmelerinin üyeleriydiler.
İslam’da da Batıniliğin öğreticisi olarak Hz. Ali görülmüş. Muhammed dinin zahiri yanını bildirirken, batınını ise Ali’nin öğrettiğini (Veliyullah), el verdiği Salman-ı Farisi (Pak) ve sonraki mürşitlerle bugüne kadar gelen tasavvuf zincirinin oluştuğu varsayılır. Ancak bunun tam tersine, Ali’nin, sağlığında, kendisi için bu tür iddialarda bulunan Abdullah İbni Sebe’nin öğretisini benimseyenleri kuyulara doldurtarak yaktırdığı yönünde kayıtlar var.
İskenderiye Okulu
Halife Ömer komutasındaki Müslüman orduları, Mısır’ı fethettiğinde İskenderiye okulunu dağıttılar, asırlar boyunca oluşturulmuş muhteşem İskenderiye kitaplığını yakarak yok ettiler. Okulun üyesi filozoflar, yok edilmektense öğretilerini İslami bir kılıf geçirerek sürdürmeyi yeğlediler. İslamiyet’in içindeki muhalefetten de yararlanan bu filozoflar, Hilafet iddiaları nedeniyle Ömer’in karşısında olan Ali’nin yanını tuttular. Bu filozoflar İslamiyet’e bambaşka bir boyut getirdiler. “Alevilik” olarak adlandırılan bu inanç yolunda, İslam dininin önerdiği anlam değişti. Yaratana tapınma olgusu yerini, Tanrı-evren-insan üçlemesinden oluşan varlık birliğine bıraktı. Ortodoks Müslümanlar bu durumu derhal “sapkınlık” olarak nitelendirmekte gecikmediler.
Bu inanç, özellikle Arapların zorla Müslüman yaptığı halklar arasında hızla yayıldı, Alevilik adı altında, birbirine hiç benzemeyen Zerdüşt İranlılar, Mısırlı Fatımiler, Şamanist ya da Göktanrıcı Türkler aynı çatı altına toplandı. Zerdüşt yanlıları, kendi dinlerinin birçok normunu koruyarak Şii, Türkler Alevi ve Mısırlılar ile Ali’yi savunan diğer bazı Arap kavimlerinin bugünlerdeki ardılları da Dürzi ya da diğer bazı Batıni mezheplerin üyeleri oldular. Günümüzde bunların hepsinin de Ali yanlısı görünmesine karşın Şiiliğin; Alevilik, Batınilik ve Dürzilikle benzeşmemesi bu durumdan kaynaklanmaktadır.
Anadolu’da oluşan, tarihte Işıklar, Babailer, Kızılbaşlar (Safevi dönemi) ve yakın zamanda Alevilik gibi adlarla anılan bu inanç mensuplarının, Arap coğrafyasında Ali zamanında başlayan, Kerbela vakasından sonra Muhtariyye, Keysaniye ekolleri ve Tevvabin örgütü gibi kurumlarla kemikleşen 12 imamcı (isnaaşeriye) ya da yedi imamcı (İsmailik, Nizarilik) gibi versiyonları olan Şia hareketiyle etkileşimi olagelmiştir. Ancak Şia ile Alevilik özde farklıdır.
Dışarıya karşı gizlenmenin yanı sıra bu inancın özünde de zaten bir “sır” kavramı var. Bu inanca ikrar verip katılanlar talip-pir (mürşit) ilişkisi içinde bir yolculuğa çıkar, öğretiyi öğrenir ve yaşar. Sır, seyri süluk içinde mürşit makamına kadar yükselebilenlere verilir. (Alevilik sırrı, Bektaşilik sırrı vb.) Sıradan inanç mensupları, işin sadece zahiriyle, şeriatıyla yetinir, özüne nüfuz edemez. (Seyir var seyir içinde)
Dünyanın her yerindeki Batıni topluluklarda inanca giriş (ikrar verme), talip-mürşit ilişkisi, kurumsal yapılanma, seyri süluk kademeleri, ayinlerin formatı ve diğer ritüeller, Alevi-Bektaşilik’teki ile özünde aynıdır. Hepsinde insanı kamil, (olgun insan-adam kamon) yetiştirme ideali vardır.
İslam’dan alınanlar
Aleviliğin, İslam’dan hiç etkilenmemiş olduğunu savunmak da doğru olmaz. Aleviler, yüzyıllardır ağırlıkla İslam toplumları içinde yaşamaktadır, İslam’dan da birtakım değerleri, motifleri almış, kendi imbiğinden geçirerek, bunlara farklı, kendi inancına uygun formlar vermiştir. Alevilik, Hz. Muhammed, Hz. Ali, Ehl-i Beyt ve 12 İmam gibi kutsal kişilikleri alıp, birer motif şeklinde kendi inancına monte etmiştir. Bu kişi ve kavramlar tamamen birer semboldür. Aleviler bu kişi ve kavramların asli içeriğini ve niteliğini alıp kendi yaşamına uygulamamış, bunlara farklı anlam ve değerler yüklemiştir. Öyle ki çoğunlukla yüklenen bu anlam ve değerler, söz konusu kişi ve kavramlarla taban tabana zıttır.
Özellikle Şii motiflerin girişi, 16 yüzyılda Safevi etkisiyledir. Bugün Aleviler’in inanç ve ibadetlerini anlatan Buyruk adlı kitap, sanıldığı gibi Cafer-i Sadık’a ait olmayıp, Şah İsmail’in Erzincan’da 3 bin dedeyle yaptığı kongrede, Alevi erkanı konusunda katılımcı dedelerce konsensusla kaleme alınmış bir bildiri niteliğindedir.
13. yüzyılda yaşamış Yunus Emre’de Allah-Muhammed-Ali üçlemesi, 12 imamların adlarının sayılması (duvazı imam) vb. yoktur.
İsim faktörü
Gönülsüz olarak kabul ettikleri, kendilerine zorla dayatılan İslam’a uymadıkları için daha önceleri “Rafızi, Mülhid” gibi adlarla anılan bu halkın Osmanlı’nın ilk zamanlardaki adı “Işıklar”dı. Onlara “Işık taifesi” denirdi. Padişah fermanlarında, bunların camiye gitmedikleri, şeriat ibadetleriyle alay ettikleri, kadınlı erkekli toplantılar (cem) yapıp içki içtikleri gerekçesiyle, “tiz zamanda” derdest edilip, “haklarından gelinmesi” istenmektedir. Osmanlı’nın ezdiği, her fırsatta katlettiği bu halk, kurtarıcı olarak gördüğü Safeviler’e açık destek verdikleri için Safeviler’e verilen Kızılbaş adı bunlara da verildi. Yani artık onlar da Kızılbaştı. Ancak Ebu Suud fetvaları ve diğer karşı propaganda yöntemleriyle pejoratif anlam yüklenen ve doğrudan öldürülme gerekçesi sayılan Kızılbaşlık adı yerine daha sonra Alevi adı benimsendi.
Aleviler’in Ali ve Ehli Beyt sevgisi, Alevi adını almadan öncesine gider. Emeviler’in zorla Müslüman yaptıkları halklar, bir yandan çaresiz kalıp bu aidiyatı kabul ederken, bir yandan da Ehli Beyt yanlısı olup, Emeviler’e muhalefetlerini sürdürmüşlerdir. Özellikle Emeviler’in “Mevali” (köle) olarak adlandırdığı Arap olmayan Müslüman halklarda, İslam’da iktidarın doğal sahibi ve zalim Emeviler’in anti tezi olan Ehli Beyt soyu kutsanıp, yüceltilmiştir. Anadolu’da yakın zamanlarda (daha çok 19. yüzyıldan itibaren) Alevi adını alan inanç topluluğunun bu adı almasında da söz konusu sevgi ve Emeviler’le özdeşleştirdiği Osmanlı’ya tepki etkili olmuştur. Ancak Aleviler, bu sevgide “La ilahe illa Ali” diyecek kadar ileri de gitseler, gerçekte ne Ali’nin yaşadığı ve tebliğ ettiği dini benimsemiş, ne de tarihte etiyle kemiğiyle yaşayan Ali’nin neye inandığını, nasıl ibadet ettiğini araştırmışlar. Onlar, kendi muhayyilelerinde, inançlarının değerlerini yükledikleri, Ali bin Ebu Talip’le hiç ilgisi olmayan, üstün erdeme, ilahi vasıflara sahip bir Şah-ı Merdan Ali kavramı yaratmışlardır.
Aleviler, “Emeviler’den nefret”ten, Ehli Beyt’e sevgiyi ürettiler. Kendilerini sürekli kırıma uğratan, her devirdeki kan içici “Yezit”lere karşı Ali’yi siper edindiler. Ali’yi Yezit’in, Muaviye’nin anti tezi olarak benimseyip, bağırlarına bastılar. Aleviler güçlüden değil, “haklı”dan yana oldular. Ezenden değil, hep ezilenden yana oldular. Aleviler’in çok partili siyasal süreçte de ezilenden yana olarak gördükleri sol siyasetlere yönelmelerinde de bu refleksleri etkili olmuştur.
Kavram kargaşası sürüyor
Alevi-Bektaşiliğin geleneksel örgütsel yapılanması ortadan kalktığı için, gelinen noktada Aleviler kendi inanç sistemlerini zahirine bakarak tanımlamaya çalışıyor. Alevilik tarihsel süreçte, gerçekte olduğu gibi görünememiş (görünseydi, bugüne kadar gelemezdi). Bu yüzden günümüzde Alevilik bazı mensupları tarafından artık “göründüğü gibi” algılanıyor. (“Biz İslamız”, “İslam’ın özüyüz”vb.)
Günümüzde “Alevi-İslam”, “Alevilik İslam’dır”, “Alevilik İslam’ın özüdür” ifadelerinde kendini gösteren zihniyet, Aleviler’i asimile etmek isteyenlere hizmet ediyor, asimilasyona ivme kazandırıyor.
Bu tanımlamalar akla şu soruları getiriyor: Alevi-İslam modeliyle, bir kavramın karşıtından, ikizi mi yaratılıyor? Binlerce yıllık kadim inanç sistemi 1400 yıllık bir dinin içine hapsedilerek, Sünnilik ve Şia’nın yanında üçüncü bir “İslami” ekol mü oluşturuluyor?
Aleviliği masaldaki kuşa benzetiyorum. “Kanatları mücevherden, uçuşu rüzgardan hızlı, sadakat, saflık, hakkaniyet ve zarafet”in timsali olan bu Zümrüd-ü Anka’nın, küllerinden yeniden hayat bulacağına inanıyorum.
N. Bakır