“Bir vakitler ruh tanrıydı, ardından insanlaştı ve şimdi ise yığınlaşıyor” [Nietzsche]
Alevi felsefesi, Tanrıdoğa-insan ilişkisini: Tanrı’dan çıkıp yeniden Tanrı’ya dönen bir çevrim üzerinde açıklar.
Tanrı kendi özünden fışkıran, taşan ışığın dönüşümler geçirerek ve bu yolla kendi kendine yabancılaşarak evrende, gözle görülebilir biçimler aldığını savunur.
Tanrı, madde ve eşyanın; hareketin, haraket soyutlaması olarak zamanın var olmasından önceki mutlak hiçlik durumunda, kendi kendisinin tanrısı iken, insanlar için düşünülmesi / algılanması güç bir öze sahipti. Mutlak hiçlikte, hiçliği tartışmak anlamsız olduğuna göre, bu aşamada bir “tanrı” varlığından söz etmek Alevi felsefesi açısından üretici değildir. Çünkü Tanrı bu konumda, kendi kendisinin bilincinde; kendi içindeki sonsuz olanakların, yeteneklerin ve güçlerin ayrımında değildir.
Çevrimin haraket ettirici ilkesi olan “güzelliğin görülmeye eğilimi” sonucu Tanrı, sonu olmayan bir hiçliğin içinde kendine bakacak göz ve vecde gelecek bir gönül istedi; işte ışıksal taşma bu gereklilikle başladı. Bu gerekliliğin belirmesi ile mutlak hiçlik, olanaklı hiçlik durumuna dönüştü. Tanrı, kendi kendisiyle ilk kez yabancılaştı; kendi bilncine ilk kez vardı; evrenin, bütün ruhsal ve maddesel şeylerin yaratılması için gerekli kaynağı içinde taşıdığını ayırdına ilk kez ulaştı. Kişilik kazandı; önce Tanrı iken şimdi Hak, Hakikat, Gerçek, Aşk oldu.
Daha sonra ilk yabancılaşma kademesi olan hakk’tan; Tanrı’nın ilk belirme aşaması olarak algılanan ve tüm diğer şeylerin onun aracılığıyla yaratıldığı kabul edilen İlk Akıl (akl-ı evvel) yaratıldı ve böylece çevrimin kutsal kökenden (alem-î gayb) duyularla algılanabilir / bilgiyle ulaşılabilir dünyaya (âlem-i şuhûd) inen alçalan eğri’sinin (Kavs-î Nüzûl) hareketi başlamış oldu. Ardından sırasıyla ve her adımda Tanrı’dan uzaklaşacak biçimde; akl-ı evvel’e verilen bilgilerin belirme aşamaları olarak algılanan meleklerin, peygamberlerin, ermişlerin, inananların, inanmayanların, cinlerin/şeytanların, hayvanların, bitkilerin ve doğal elementlerin aklı; bu dokuz akıldan kaynaklanan ruhları yaratıldı.
Tanrı, Hakk olup potansiyel kazandıktan sonra dönüşümler geçirerek, kendisinden az şeyler içeren / daha az kendisi olarak beliren aşamalara doğru yol alıp doğal elemente / saf cevhere değin indi. Böylece inançta varoluş çemberi olarak algılanan çevrimin, kutsal kökenden çıkıp görünür evrene doğru inen, alçalan eğrisi’nin hareketi tamamlamış oldu.
Alevilik-Bektaşilik felsefesinde Varoluş Çemberinin bu ilk yarısı, tümüyle bir inanç ürünüdür. Düşünceci-idealizm zemininden kaynağını alır. Platon‘un idealar-gölgeler / kopyalar tasarımının değişik bir anlatımından başka bir şey değildir. Batınî bilince öncelik verilerek açıklanan ve geçici görünür gerçekler olarak algılanan nesnel dünyaya göre değişmez, kalıcı ve ebedi bulunan bu idealist yan / idealizm; felsefede öncel / yaratıcı görünmesine karşın, bilimsel bir kaygı gütmeksizin nesnel sürecin / maddeci düşünce temelinin bir gerekçesi, onu haklı, gerekli ve zorunlu kılmanın bir aracı olmak üzere gönül meşrebine uygun biçimde sonradan kurgulanmış bir inanç yaratısıdır.
Aleviler-Bektaşiler, “zahiri düşünmenin” / “zahiri koşullanmanın” ötesinde, doğal süreci / insan eylemini kutsamak üzere yarattıkları kendi idealizmlerinden, tartışmaya kapalı sonuçlar çıkarmaya kalkışırlarsa, dünya görüşlerini baş aşağı çevirmiş olurlar.
Alevilik-Bektaşilik felsefesinde çevrimin ikinci yarısını, yani Hakk’tan en uzak nokta olarak beliren doğal element / saf cevherden çıkıp, yabancılaşma sürecinden uzaklaşacak / her adımda daha çok tanrının kendisi olacak biçimde dönüşümler geçirerek kutsal köken‘le buluşmayı amaçlayan yükselen eğri‘nin hareketi oluşturur. Varoluş Çemberinin yükselen eğrisi’nin hareketi bütünüyle “materyalizm“ zemininde / maddeci düşünce üzerinde yürür; inançta, Tanrısal özün görünüşe çıkan bir yaratısı olarak görünmesine karşın gerçekte, Ortaçağ koşullarında bu yaratıyla kutsanmak zorunda kalınan bir öncel / yaratıcı’dan başka bir şey değildir.
Bir idealizm-materyalizm bileşimi olan Alevilik-Bektaşilik felsefesinde, alçalan eğri‘nin sonu ve yükselen eğri‘nin başlangıcı olarak beliren doğal element / saf cevher ya da bunun aklı, ruhu; Tanrı’nın da tanrılığını yapamayacağı bir yabancılaşma aşamasını simgeler. Çünkü doğal element / saf cevher, yabancılaşmanın son halkasıdır; en az Tanrı’dır. Felsefi boyutta doğal element / saf cevher “dört öge” ile temsil edilir: Bunlar su, hava, ateş ve topraktır. Bu bağlamda, idealizmden materyalizme kırılan, Tanrı’nın bilgisi / yönlendirmesi dışında kendi yasaları / kuralları içinde gelişim / değişim dönüşümlerle adım adım “yabancılaşmadan” uzaklaşan bir sürecin başlangıcı olur. Bu süreç Aristoteles‘in “potansiyel-aktüellik” tasarımının değişik bir anlatımıdır.
Varoluş çemberinde yükselen eğri’sinin dönüşümleri giderek soyuttan somuta evrilir. Her şeyin dünya çevresinde döndüğü algısıyla beslenen ve çember yayını izleyen hareketin soyutlanması olarak bilince çıkan zaman sürecinde; dokuz ruh, dokuz akla verilen bilgilerin görüntülerinin belirdiği tanrısal mekânlar olarak “Atlas, Burçlar, Zühal, Müsteri, Merih, Güneş, Zühre, Utarit ve Ay” biçiminde somutlanır. Dokuz gök katı‘ndan genelde evrende, özelde ortamda; nesnel süreci / yaşamı önceleyen nitelikler olarak sıcaklık-soğukluk; kuruluk- yaşlık belirir. Bu dört öğe ile dört niteliğin ilişkisinden üç âlem, yani cansızlar âlemi, bitkiler âlemi ve hayvanlar âlemi ortaya çıkar. Hayvanlar âlemi, çevrimde dokuzuncu ve son çevrim kademesi olarak beliren, derece derece yükselerek Hakk’a ulaşan eksiksiz / olgun/ yetkin insanı temsil eden İnsan-i kâmil aşamasıyla son bulur.
Tanrı kendisini doğal elemente / saf cefhere, yani su, hava, ateş ve toprağa, koşutunda sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlığa taşımakla, varlığını da yadsımış olur. Potansiyelini kendi içinde taşıyan bir önceki konaktan / aşamadan / basamaktan bir sonraki konağa / aşamaya / basamağa geçen nesnel süreci, yönlendirmek şöyle dursun, onun nasıl olduğunu bilmekten bile acizdir. Deyim yerindeyse Tanrı, bir “dünya” cahilidir.
Cahili olduğu bu dünyayı tanımak / bilmek, kendi “cehaletine” son vermek için Tanrı, tanrısal özü en çok içeren yani en çok Tanrı olan insana gereksinim duyar; genelde insan, özelde kâmil insan aracılığıyla inançta, geçici görünür gerçekler dünyası olarak kutsanan, gerçekte ise varlık ve olgu anlamında maddi özellikler gösteren ögelerden oluşan bir nesnel süreçten başka bir şey olmayan bu dünyayı tanıma / bilme olanağına kavuşur.
Esat Korkmaz [Anadolu Aleviliği, Berfin Yayınları, 3.Baskı, ss.34-35]