Kuşkusuz soruna sosyolojik açıdan yaklaştığımızda, günümüzde Alevilik İslam kültür dünyasının dışında değildir. Ancak başta Kur’an ve Hadis külliyatı olmak üzere, onun kayıt altında olan kural ve teolojisinin dışında bir anlayışın ifadesidir. Üstelik, ondan farklı bir gelenek ve tarihten gelmiş olup esas olarak da Mekke-Şam-Bağdat üçgeninde değil Horasan-Mezopotamya-Anadolu hattı üzerinde biçimlenmiştir. İslamcı otoritelerin baskıları karşısında zaman içinde İslam dairesine girmek zorunda bırakılmış ve zamanla bu durum içselleştirilmiştir. Ancak Sünnileşerek veya Şiîleşerek, yani teolojik yapısı itibariyle değişime uğrayıp tümüyle asimle olan kökü Alevi olanlar hariç, Aleviliğin içselleştirdiği şey, İslamın özü ve kuralları değil, sadece yüzeysel (zahiri) ifadeleri olmuştur. Nitekim Allah, Muhammed, Ali, 12 İmam, Ehl-i Beyt, Kur’an hep bu içerik farklılaştırılmasıyla, yani kabuk kavramlar olarak Aleviliğin içine alınmış ve kullanılmıştır.
Yani M.S. 700 yılından itibaren süregelen baskı ve asimilasyon sonucunda giderek geleneksel inançlarını yaşayamaz hale gelen halklar “elhamdülillah Müslüman olduk” demek durumunda kalmışlardır. Ancak onların, İslam’ın tüm bu temel kavramlarına yükledikleri anlamlar, gerek Sünni gerekse de Alici-12 İmamcı Şiîlikten hep özsel farklılığa sahip olmuştur. Yani Aleviliğin İslam’ın bu ortodoks kollarından farkı, sadece İslamın farzlarını ve şeriatını reddetmekle sınırlı olmayıp, aynı zamanda onun Allah, öbür dünya, kıyamet, insan, vb. temel kavramlarının ayrı, neredeyse zıt bir muhtevada tanımlanmasını içermektedir.
Unutulmamalıdır ki laikliği benimsemiş bir Sünni yurttaş da şeriatı reddetmekte, dahası Sünni yurttaşların çoğunluğu da genellikle namaz kılmamakta, hacca gitmemekte, Ramazan orucunda fireler vermektedir. Yani sorun inanç gerklerinin yerine getirilmesiyle ilgili böylesi bir sorun olsaydı, Alevi’nin Sünni’den veya laikleşmiş bir Şiî’den farkı kalmazdı. Nitekim dünyevileşmiş bir Şiî ile dünyevileşmiş bir Sünni arasındaki fark, Ali’nin hakkına ve sevgisine ilişkin önemsiz bir ayrıntılardan ibarettir.
Oysa dünyevileşmiş 12 İmamcı bir Şiî’den bile yapısal bir farklılığı sahip olan Alevinin, dine, Allah’a, ‘öbür dünya’ya, bu dünyanın düzenine, kadına, vb. bakışında temelli farklar vardır. Yani aradaki fark basit bir kurallar farkı olmayıp, onun bizzat dinsel felsefesi, yani teolojisine ilişkin temelli bir fark söz konusudur. İktidarların onu sevmemesi, iktidar olan Alevilerin bile zamanla Alevilikten vazgeçmesi, Safeviler gibi Şiîleşmesi veya Osmanlı’lar gibi Sünnileşmesi de onun bu temelli farkından kaynaklanıyor. Ve tabii Aleviliğin temel kavramı olan Ali de, önceden gösterdiğim gibi Sünni ve Şiî bakıştakinden farklı olup, nasıl yaşadığı ve neler yaptığı tarihsel kayıtlarla bilinen Muhammed’in damadı, amcası Ebu Talip oğlu ve sözcüğün gerçek anlamında bir imam olan Ali’den de farklılaştırılmıştır.
Öyle ki bu Ali, hümanist ve adaletçi yanları belirginleştirilip cihatçı ve şeriatçı yanları törpülenerek eline, beline, diline hâkim hale getirilmiştir. O artık 72 millete kılıç çalan, öldüren değil, sadece savunma pozisyonlarında iyi bir savaşçı olan, onun dışında çelik kılıcı alınıp eline tahta kılıç verilmiş bir Ali’dir. Bu da yetmemiş tabii, çünkü Anadolu Aleviliğinin elinde Ali, Muhammed’in tilmizi (öğrencisi) Ali olmaktan çıkarılmış, Kırkların başı ve tanrısal, tanrı’nın sureti, görünümü kılınmıştır. Özetle Ali, Alevi teolojisine göre bütünüyle yeniden yaratılmış bir Ali olup, esasen geleneksel inançlarındaki tanrısallığın yeni bir adı olmuştur.
Özetle İslam görüntüsü ve İslamla paylaştığı kimi kavramsal öğeler altında özgün bir inanç ile karşı karşıyayız. Durum buyken Aleviliğin İslam içinde heteredoks anlamı da tarihsel toplumsal koşulların gereği sonradan gerçekleşen bir farklılaşma değil, ayrı bir inanç olarak kendini yaşama olanağı elinden alınan bir inancın, mecburen İslamiyet’in içine girip, onun heteredoks bir kolu haline gelmesidir.
Ol hikaye bundan ibarettir ve ötesi eskilerin deyimiyle laf-ü güzaftır!
İşin bu gerçeği, dünden çok daha ince yöntemlerle ve esas olarak da (şeriat korkusu ve devletin yasak ve asimilasyonu eşliğinde) Hızır Paşalar kullanılarak tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Dolayısıyla üzerine gelen bu çok ince gericiliği, örneğin bir Yunus Emre’nin felsefî derinliği ve bir Hüseyin’in kararlılığı ile göğüsleyemezse, önümüzdeki süreçte bin yıldır tutunduğu mevzilerden hızla geriletilecektir.
Dolayısıyla Aleviliğin “İslamın özü” olduğunu söyleyenler, bırakalım bilimsel namusu, asgarî bir dürüstlüğe sahip iseler, Hallac-ı Mansur, Bektâş-ı Velî, Yunus Emre, Abdal Musa, Kaygusuz, Nesimi, Pir Sultan, Edip Harabî, Viranî, Kul Himmet, ve daha nice benzeri Alevîğin gerçek inanç önderleriyle hesaplaşmak zorundadırlar.
Bu ozanları kendi önderleri olarak kabullenen bir inancın temsilcilerinin, “en hakiki Müslümanlık” yarışına girmeyeceği açıktır. Giriyorlarsa, bunun bir açıklaması olmalı. Bu açıklama günümüzde artık onları kuşatan çıplak zorun korkusu ve asimilasyon değil, siyasal ve ekonomik dünyalık elde etme olanaklarını kısıtlayan dışlamadan kurtulma gayretidir. Aleviliği, bu gerçek inanç önderlerinin felsefesinden soyundurarak, gerçek gıdasını başta İmam Cafer olmak üzere Şia kaynaklarından almaya çalışanların misyonu, tarih boyunca Aleviliği ortodoksluk içine çekmeye çalışan egemenlerin misyonu olacaktır. Ancak bugün dünyada esen karşı devrimci, muhafazakâr rüzgarların onlardan yana esiyor olmasına fazla güvenmesinler; çünkü hiçbir gericilik dünyada kadim değildir.
Bu noktada özellikle anımsanmalıdır ki kuzen-damat ve ilk Müslümanlardan olan insan Ali, Muhammed’in şeriat anlayışının yardımcısı durumundadır. Dolayısıyla Anadolu Aleviliğinin yüklemlerinden soyundurulmuş bir şekilde bu Ali’yi tüm gerçekliği ile kendine temel önder yapanların varacağı yer Alevilik değil, Şiîlik olacaktır. Esasen Anadolu Aleviliğinin onunla tanışması da 15. yy.’dan sonra gerçekleşmiş ve bu önemli tarihsel şahsiyeti kendi kalıbına dökmüştür. Bundandır ki Anadolu Aleviliği ile İslami ortodoksi arasındaki fark ibadet, tanrı, insan, adalet, şeriat, kadın, vb. hemen hemen her alanda oldukça belirgindir. Nitekim Şia ile Sünnilik arasındaki ayrım biçimsel ve iktidar kavgasına dair olmasına karşın, Alevilik ile Şia ve Sünnilik arasındaki ayrım özsel, felsefi bir ayrımdır.
Sünni ve Şiîler, aynı felsefî evreni paylaşırken, Şiî mezhebiyle Ali ve 12 İmamı paylaşan Alevilik ayrı bir felsefî evreni ifade eder. Bu nedenledir ki Şia ile Sünnilik, Ali’ye biçilen önemde ve Ali’ye yapılmış haksızlık üzerinden ayrışırken, Ali’nin ortodoks, cihatçı, şeriatçı, çok karılı, ibadetini aksatmayan kimliği üzerinde anlaşırken, Alevilerin Ali’si Kırklar Cemi’nin başı, ortaklaşacı, barışçı, tanrısal bir kimliktir. Oysa Şia’da (yanı sıra Sünnilikte) Ali, Tanrıyla kıyaslanamaz bir insan, Muhammed ile kıyaslanamaz bir izleyici ve onun ideolojisinin önemli savaşçılarından biri olmaktan ibarettir. Sünni ile Şiî açısından ayrışma Muhammed’in ölümünden sonra bir iktidar hakkı yarışı olarak başlarken, Aleviliğin Ali’si, daha Miraç’tan başlayarak tanrısal, Muhammed karşısında üstün ve karar vericidir. Dolayısıyla Ali algılanışı arasındaki niteliksel farkı ortadan kaldırarak, onu tarihsel Ali’ye indirgemek, gerçekte Aleviliğin içini boşaltmak, niteliğini değiştirmektir.
Sorunu bu boyutuyla aydınlatmak açısından Aleviliğin olmazsa olmazı, temel mitolojisi, alâmet-i farikası olan Kırklar Meclisi’ni tekrar tekrar anımsatmak gerekiyor. Öykü Alevi kültürüyle tanışmış herkes tarafından çok iyi bilindiği halde içeriği boşaltılmaya, tıpkı Aleviliğin folklora indirgenmesi gibi, Aleviliğin Müslümanlık ile özdeşleştirilmesi için de kapı arkası edilmeye çalışılıyor. Oysa Aleviliğin, Aleviliğin Ali’sinin, Alevilikle Müslümanlığın, Ali’yle Muhammed ilişkisinin niteliğini göstermek anlamında gerçekten de tayin edici önem taşıyor. Öykünün kritik öğelerini en devletçi, en tarihsel Alici ve en Kur’an’cı Rıza Zelyut’tan aktarıyorum ki, farklılığın uzlaşmazlığı daha da net görülsün.
Erdoğan Çınar