Şiilik, üç büyük İslami ekolden biridir. Diğer ikisi Sünnilik ve Aleviliktir. Bu üç adlandırma da bir üst kimliği ifade etmekte olup pek çok alt ekol, söz konusu üst kimlikler dahilinde değerlendirilmektedir.
Sözgelimi, Sünnilik çerçevesinde itikadi açıdan iki ekol vardır ki bunlar; Maturudilik ve Eş’ariliktir. Yine Sünnilik dahilinde bulunan dört fıkhi ekol vardır. Bunlar da; Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hanbeliliktir.
Şiilik inancı da benzer şekilde çeşitli alt ekollere ayrılmıştır. İslam mezhepler tarihinde Şii ekoller olarak adlandırılan oluşumlardan bazıları şunlardır; İsna aşeriyye, İsmailiyye ve Zeydiyye…
Sünni bilginler, Şiiliği, Ilımlı Şiilik ve Sapkın Şiilik ( Gulat – ı Şia ) olmak üzere kategorize etmişlerdir. İsna aşeriyye, Zeydiyye ve kısmen İsmailiyye mutedil olarak telakki edilmiştir.
Bununla birlikte, gerçekte Şia ile çok keskin ve katı bir biçimde ayrışan Alevilik, Ali Allahilik, Kızılbaşlık, Bektaşilik ve Nusayrilik gibi ekolleri ise “Sapkın Şiilik” olarak nitelendirmişlerdir. Sünni bilginlerin sapkın gördüğü bu ekolleri, Şii ulema da aynı şekilde sapkın addetmiştir. Bundan dolayıdır ki bugün İran’da Şii Caferi mollalar “Ali Allahilere” karşı amansız bir mücadele vermektedir. İran Devletince pek çok Ali Allahi cezalandırılmakta ve gadre uğratılmaktadır. İdam, sürgün ve hapis cezaları ile sindirilmek istenen İranlı Aleviler olan Ali Allahiler ( Ehlihaklar ) maruz kaldıkları muameleler bakımından Türkiyeli Alevilerden bile daha kötü durumdadır.
Günümüzde Şiilik denilince akla öncelikle “İsna aşeriyye” gelmektedir. İsna aşeriyye, “On İkiciler” demektir. On İki İmam inancından dolayı İsna aşeriyye denilen bu grubun bir diğer adı da İmamiyyedir. Ancak bu guruba dair en bilindik adlandırma, Caferiyye / Caferiliktir. Caferilik, İran İslam Cumhuriyeti’nin resmi mezhebidir. Arkasında devlet gücü bulunmasından dolayı diğer Şii ekollere karşı ( İsmailiyye ve Zeydiyye ) tartışılmaz bir üstünlük kazanan Caferilik, misyonerlik faaliyetlerine büyük önem vermektedir. Yapılan çalışmalar sonucu pek çok kimse devşirilmek suretiyle Caferileştirilmiştir. Bu süreç halen tüm hızıyla sürmektedir.
Caferileştirme hareketi yada Caferi misyonerliğinin kendisi dışındaki diğer Şii ekollerden sonra öncelikli hedef kitlesi İran’da Ali Allahiler ( Ehlihaklar ), Irak’ta Sarılılar, Kakailer ve Şahbekler, Türkiye’de ise Alevi Kızılbaşlar, Tahtacılar, Nusayriler ve Bektaşilerdir. Bilindiği üzere anılan bu grupların tümü aslında Alevi üst kimliğinin bileşenleridir. Yani hepsi Alevidir.
İran devletinden aldığı güçle hareket eden Caferi misyonerliğinin Balkanlardaki Alevi Bektaşi ve Bedreddini gruplar üzerinde de yoğun bir biçimde çalıştığı bilinmektedir.
Caferi misyonerlerin Alevilere yönelik söylemleri tahlil edildiğinde misyonerlik faaliyetlerinin dayandığı teolojik zemin ve ulaşılmak istenen hedef netleşmektedir.
Bu bağlamda hedef, Alevileri Caferileştirmek ve Aleviliği yok etmektir. Böylece Sünnilere göre “ Gulat – ı Şia “ çerçevesine sokulan Aleviler, Kızılbaşlar,Tahtacılar, Nusayriler ve Bektaşiler sözüm ona hidayete erdirilmek suretiyle fiziken değil ama itikaden imha edileceklerdir. Bu noktada Şii ve Sünni ulemanın sinsi bir işbirliği içinde oldukları her bakımdan görülmektedir. Sünni ulemanın büyük çoğunluğu Alevi, Kızılbaş, Bektaşi ve Nusayrilerin Caferileşmesinden memnuniyet duymaktadır. Özellikle Türkiye’de Sünni kurum ve kuruluşlar, Caferilere, Alevileri asimile etmeleri için yardım etmektedir. Türkiye hükümetince düzenlenen Alevi Çalıştaylarına, Şii / Caferi temsilcilerin yoğun bir biçimde çağrılmaları ve iştiraklerinin temini, Sünni temsilcilerle aynı söylemleri kullanmaları bunun somut göstergelerinden biridir.
Sünni ulema ve Sünni misyonerler, Alevileri Sünnileştirme noktasında Caferileşmeyle kıyaslandığında son derece başarısız olduklarını gördüklerinden din kardeşleri olarak müşahede ettikleri ve mutedil Şii grup şeklinde niteledikleri Caferilerin, Alevileri, camili, namazlı ve ramazan orucu tutan bir topluluğa dönüştürme çalışmalarında gerekli maddi ve manevi desteği vermekten kaçınmamaktadır.
Bilmektedirler ki Alevileri Caferileştirmek Sünnileştirmekten daha kolaydır. Çünkü Aleviler ve Caferiler arasındaki itikadi benzerliklerin Sünniler ile Aleviler arasındaki benzerliklerden daha fazla olduğu zannına sahiptirler. Bu sözde benzerliklerin mevcudiyeti Caferileri de heyecanlandırmakta ve misyonerlik faaliyetlerinde geniş bir manevra alanı yaratmaktadır.
Bu noktada açıkça belirtmeliyiz ki, Alevi ve Caferi inancı arasında itikadi benzerlikler bulunduğuna inanmak aslında son derece yanıltıcıdır. İtikadi benzerlikler bulunduğu fikrini de yeterli görmeyip Alevi ve Caferi inancı arasında “ hiçbir farkın olmadığını” iddia edebilenler de mevcuttur. Bu söylem aslında misyonerlik bakımından kimi çevrelerin ne denli pervasızlaşabildiklerini alenen göstermektedir.
Bir başka pervasızlık örneği de kimi Caferilerin kimliklerini ifade ederken Alevi olduklarını söylemeleridir. Oysa ne Aleviler Caferidir ne de Caferiler Alevidir. Alevilerin İmam Cafer – i Sadık’a duydukları büyük sevgi ve saygının istismar edilerek; “ Siz de fıkhi açıdan İmam Cafer’e bağlısınız, o halde siz de Caferisiniz.” denilmesi son derece yavan ve içeriksiz bir söylemdir. Zira bu söylem Sünni ulemanın, “ Hz. Ali’yi sevmek Alevilikse biz de Aleviyiz.” Demelerine tıpatıp benzemektedir.
Alevilik ve Şii / Caferi mezhebi arasındaki benzerlikler tümüyle simgesel ve yüzeyseldir. Bu benzerlikler; Allah’ın birliği, Hz. Muhammed’in peygamberliği, Hz. Ali’nin ve On İki İmamların imamet ve velayeti inancıdır. Bu konularda Alevi ve Caferi inancı benzeşir görünmektedir. Oysa gerçek hiç de öyle değildir.
Alevi ve Şii / Caferi mezhebi arasındaki derin ve çetin farklılıkların tahlilinde hatırdan çıkarılmaması gereken en önemli unsur iki mezhepsel akımın birbirine zıt iki dinsel paradigmaya sahip oldukları gerçeğidir. Alevilik; mistik / ezoterik / batıni / içsel bir teşekküldür. Caferilik ise, fıkhi / şeriatçı / zahiri / dışsal bir oluşumdur.
Aleviliğin itikadi konulara bakışı sahip olduğu ezoterik anlayışla örülmüştür. Allah inancı, peygamber inancı, imamet ve velayet inancı ve hatta eskatolojik inanış batıni tevil ve yorumlarla zahiri dinsel görüşten tümüyle ayrışmıştır.
Şimdi bunları tek tek ele alalım.
Şii / Caferi inanışta Allah inancı tıpkı Sünnilikteki gibi “ teist “ içeriktedir ve transandantal / aşkın / müteal bir Tanrı anlayışına dayanmaktadır. Buna göre Allah, zatı ve sıfatları itibariyle varlıklar dünyasından eş deyişle evrenden ayrıdır. O kendisine özgü ve zorunlu bir varlığa sahiptir. Hiçbir varlık ona benzemez. O, bütün varlıkların yoktan yaratıcısıdır. Yaratıcı olan Allah ile yaratılan varlıklar birbirinden ayrıdır.
Alevilikteki Allah inancı ise vahdet – i vücud düşüncesine dayanan ve panteist / tümtanrıcı bir içeriktedir. Şiilikteki gibi transandantal / aşkın / müteal değil içkin / mündemiçtir. Yani, evren ve Tanrı bir bütündür. Evren, Tanrı’nın tecellisidir. Evren ve Tanrı birbirinden ayrı değildir. Tanrı bütün varlıklarda tecelli eder. İnsan, evrenin özü ve özeti olduğundan Allah’ın en güzel, en mükemmel ve açık tecellisidir. İnsanların en yücesi olan resuller ve imamlar da Tanrı’nın hulul etmiş halidirler. Hulul, tanrısal tecellinin en üst noktasıdır. Alevilikte Hz. Ali, tanrısal tecellinin simgesel ifadesi ve tezahürüdür. Yani Hz. Ali, Allah’ın insan şeklinde tecelli etmiş halidir.
Nitekim Kur’an’da insanın uluhiyetine / tanrısallığına işaret olmak üzere Allah’ın “ insana kendi ruhundan üflediği “ ve bu yolla ona can verdiği, dolayısıyla insanda tanrısal bir ruhun bulunduğu belirtilmektedir. ( 1 )
Yine insan ile Tanrı arasındaki ilişki anlatılırken insanın uluhiyetine / tanrısallığına işaret olmak üzere şöyle denilmektedir:
“…Biz ona ( insana ) şah damarından daha yakınız.” (2)
Caferi inancı açısından bakıldığında Alevilikteki Allah inancı kişiyi küfre yani kafirliğe ve şirke yani müşrikliğe götürür. Eş deyişle bir kimse Allah’a Alevilikteki gibi bir inançsal çerçeve içerisinde inanırsa o kimse kesinlikle kafir ve müşriktir.
Caferilikteki tevhid inancıyla Allah’ın tekliği ve hiçbir varlıkta tecelli etmeyeceği kastedilirken Alevilikteki tevhid inancıyla ise varlıklar aleminde Allah’tan başka hiçbir varlığın bulunmadığı, var olan her şeyin Allah’ın bir tecellisinden ibaret olduğu ve hiç birinin mutlak varlık olmadığı kastedilmektedir. Yani görüldüğü gibi “ Allah birdir “ derken bile iki mezhep tümüyle birbirine zıt itikatları savunmaktadır.
Alevilik ve Caferilik peygamberlik ( nübüvvet ) ve velayet inancı bakımından da son derece farklı düşünmektedir. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e değin tüm peygamberlere iman etmek İslami bir gerekliliktir. Ancak bu gereklilik her iki mezhepte farklı içeriklere bürünmüştür.
Şöyle ki;
Şii / Caferi inancında tıpkı Sünnilikteki gibi bütün peygamberler Cebrail adı verilen vahiy meleğinden aldıkları vahiy yoluyla Allah’tan bilgi, buyruk ve yasaklar alırlar. Caferilik ve Sünnilikte Cebrail neredeyse ontolojik çerçevede bir varlık olarak telakki edilir. Oysa Alevilikte hem Cebrail hem de diğer tüm melekler ontolojik bir varlık olmayıp Tanrı’nın güçlerinin simgesel ifade biçimleridir. İşte bu nedenle Alevilikte vahiy, Tanrı’nın peygamberlerin kalbine ve aklına kimi bilgi, buyruk ve yasakları ilham etmesinden başka bir şey değildir. Cebrail bu noktada resullerin aklı ve yüreğinden ibarettir. Yine işte bu nedenle kutsal kitaplar resullerin sözüdür. Kur’an da doğrudan doğruya Hz. Muhammed’in sözüdür. Bu gerçeği bizzat Kur’an’ın kendisi de açıklamaktadır.
Hakka Suresi 41. ayette şöyle denilmektedir:
“ İnnehu lekavlu resulin keriym.” / “Kuşkusuz o, şerefli bir elçinin sözüdür.” (3)
Bu ayette doğrudan doğruya Alevi inancına uygun bir biçimde Tanrı’nın esinlemesiyle Hz. Muhammed’in sözü olarak Kur’an’ın teşekkül etmiş olduğuna işaret edilmektedir. Ancak bu ve benzeri ayetlere karşın Şii / Caferi ve Sünni ulema Kur’an’ı peygamber sözü olarak kabul etmekten kaçınmakta ve bu noktada çeşitli tevillere baş vurmaktadır.
Alevi inancına göre tüm peygamberlerin asli ve ilk görevi Hz. Ali’nin velayetini tebliğdir. Hz. Muhammed’in de baş görevi Hz. Ali’nin velayet ve imametini ve onun Allah’ın hulul etmiş hali olduğunu insanlara bildirmektir.
Bir başka ifadeyle söyleyecek olursak aslında tüm peygamberler Hz. Ali’yi anlatmak ve onun uluhiyetini / tanrısallığını insanlara tebliğ etmek için gönderilmiştir. Hz. Ali’nin temsil ettiği velayet makamı, onun Allah’ın hulul etmiş hali olmasından ötürü nübüvvet makamından derece bakımından tartışmasız bir biçimde daha üsttedir. Velayeti nübüvvetten daha üstte görmek Alevilikle Şii / Caferi inancı arasındaki en keskin ve en çetin farklılığı oluşturmaktadır. Zira Caferi inancına göre velayeti nübüvvetten üstün görmek apaçık küfür olarak görülmektedir.
Oysa Kur’an’da velayetin nübüvvetten üstün olduğuna işaret edilmektedir. Hz. Musa ile Hz. Hızır arasındaki ilişkiden de anlaşıldığı üzere velayet nübüvvetten kesinlikle üstündür. Ancak bu itikadi gerçeği sezebilmek öncelikle Alevi mistik yola intisap etmeyi gerekli kılmaktadır. Bu nedenle velayeti nübüvvetten üstün görmeyi zahir ehline izah edebilmek de son derece zor ve hatta bir hayli tehlikelidir.
Şimdi Hz. Musa ile Hz. Hızır arasındaki ilişkiyi anlatan ilgili Kur’an ayetlerine bakalım:
Orada kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir bilgi öğretmiştik.
Musa ona şöyle dedi; “ Sana öğretilen bilgiden bana da öğretmen için sana uyup bağlanabilir miyim? “
O şöyle dedi; “ Doğrusu sen benimle birlikte olmaya dayanamazsın.”
“Sana bildirilmeyen bir şeye nasıl dayanabilirsin?”
Bunun üzerine Musa şöyle dedi; “ Tanrı dilerse beni dayanıklı bulacaksın ve ben hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim.”
O şöyle karşılık verdi; “Eğer bana uyacaksan, o konuda ben bir söz söyleyinceye kadar bana hiçbir şey hakkında soru sormayacaksın.”
Derken yola koyuldular. Sonunda, bir gemiye bindiklerinde o genç, gemiyi deldi. Musa ise; “Sen onu içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu, şaşılacak bir iş yaptın.” dedi.
O da şöyle dedi; “Ben sana benimle birlikte olmaya dayanamazsın demedim mi?”
Musa; “Unuttuğum için beni kınama. Seninle arkadaşlığımda da bana güçlük çıkarma.” dedi.
Yine yola koyuldular. Bir erkek çocuğa rast geldiklerinde, o genç, onu öldürdü. Musa; “Bir cana kıymamış suçsuz bir kimseyi mi öldürdün? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın.” dedi.
O genç yine şöyle dedi; “ Ben sana benimle birlikteliğe dayanamazsın demedim mi ? “
Musa şöyle karşılık verdi; “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam artık benimle arkadaşlık etme. Çünkü artık özür dileyemeyecek duruma geldim.”
Yine yola koyuldular; sonunda vardıkları bir kasaba halkından yiyecek istediler. Kasaba halkı, bu ikisini konuk etmek istemedi. İkisi, kasaba içinde yıkılmağa yüz tutan bir duvar gördüler. Musa'nın arkadaşı onu doğrultuverdi. Musa; “Dileseydin buna karşı bir ücret alabilirdin.” dedi.
O genç şöyle söyledi; “İşte bu, seninle benim ayrılışımız olacaktır. Şimdi, dayanamadığın işlerin yorumunu sana anlatacağım.”
“O gemi, denizde çalışan birkaç yoksula aitti; onu kusurlu kılmak istedim. Çünkü peşlerinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir kral vardı.”
“O çocuğa gelince, onun ana babası inançlı kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkara sürüklemesinden kaygı duyduk.”
“İstedik ki rableri onun yerine kendilerine, temizlik bakımından daha iyi ve daha çok merhamet eden birini versin.”
“Gelelim duvara; o, kasabadaki iki öksüz çocuğundu. Altında onlar için saklanmış bir gömü vardı ve onların babaları iyi bir kişi idi. Onun için rabbin onların erginlik çağına ermelerini ve gömülerini çıkarmalarını diledi. Bütün bunlar, rabbinden bir rahmettir ve ben hiçbirini kendi görüşümle yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin açıklaması budur.” dedi. (4)
Görüldüğü üzere “ kullardan bir kul “ olarak nitelenen ve Hz. Hızır olduğu bilinen kişi bir insan olduğu halde tanrısal güçle donanmış bir eren olarak anlatılmaktadır. Yani veli olduğu belirtilmektedir. Hz. Hızır, velayet / velilik makamında bulunduğu halde nübüvvet makamındaki Hz. Musa’dan daha bilgili ve daha üst bir derecededir. Gerçekte “ kullardan bir kul “ olarak nitelenen Hz. Hızır Tanrı’nın Hz. Hızır donunda hulul etmiş halinden başka bir şey değildir. Alevi inancına göre bu böyledir. Yine Alevi inancına göre Hz. Hızır aslında bin bir donda görünen Hz. Ali’nin büründüğü bir dondan başkası da değildir. Özetle Hz. Hızır, Hz. Ali’dir. Hz. Ali ise Allah’ın hulul etmiş halidir.
Bu noktada dikkat çekici bir unsur olarak belirtelim ki, tıpkı Hz. Hızır’ın Hz. Musa’dan yaşça küçük olması gibi Hz. Ali de Hz. Muhammed’den yaşça küçüktür. Hz. Hızır’ın aslında Hz. Ali’nin bir başka donda tezahürü olduğu inancını güçlendirici bir unsur olması açısından bu gerçeği de gözler önüne sermiş olalım.
Velayetin, nübüvvetten üstün olduğu gerçeğine ilişkin dinsel kaynaklardan derlenebilecek başkaca pek çok delil daha bulunmakla birlikte biz bu konuyu, Hz. Ali’nin Hz. Muhammed tarafından nasıl üstte tutulduğunu belirten ve Alevi ozan sefil Ali’ye ait görkemli birkaç dize ile noktalayalım:
“ Hak Muhammed buyurdu; “yektir Ali, bir “ dedi.
“Hem evveldir hem ahirdir, her şeye kadir” dedi.
“ Ali’ye şirk koşanlar mutlaka kafir “ dedi.
Hem sakidir, hem bakidir, Nur – u rahmanım Ali
Yetiş carımıza, kurtar medet mürüvvet ya Ali”
Alevilikte velayet On iki imamlar yoluyla devam eder. On ikinci İmam Muhammed Mehdi’nin zuhuruyla velayet devam edecektir.
Alevilerin On iki imamlara bakışı da Birinci İmam Hz. Ali’ye bakış gibidir. Bu konuda da Caferilikten keskin bir biçimde ayrı olan Alevilik On İki imamları Allah’ın yer yüzündeki görkemli tecellileri olarak kabul eder.
Alevilikle Şii / Caferi inancının çok farklı düşündükleri bir diğer alan da ahiret / mead inancıdır. Şii / Caferi anlayış bu konuda Sünni itikadıyla büyük ölçüde benzeşmektedir. Neredeyse ihtilaf ettikleri tek unsur Cennet’te Allah’ın görülüp görülemeyeceği konusudur. Ehlisünnet ( Sünnilik ) Allah’ın cennette inananlarca görüleceğini ileri sürerken Şiiler görülemeyeceğini savunurlar.
Alevi inancında ortodoks İslam’daki gibi yani Şii / Caferi mezhebi ve Sünnilikte olduğu şekliyle bir ahiret inancı yoktur. Kesin çizgilerle belirlenmiş, kıyamet, cennet, cehennem gibi eskatolojik unsurlar Alevilikte daha ziyade mecazi anlatımlarla yer bulmaktadır.
Bu noktada Alevi inancının büyük ozanı Yunus Emre’nin şu ünlü sözleri gerçekten dikkat çekicidir:
Cennet cennet dedikleri
Üç beş huri üç beş köşk
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni…
Cennet de cehennem de kişinin yaptıklarının karşılığı olması bağlamında ele alınması gereken unsurlardır. Ontolojik olarak ne cennetten ne de cehennemden bahsetmek mümkün değildir.
Cennet, kişinin huzur ve mutluluğunun, cehennem ise kötülüklerinin karşılığında düşeceği ruhsal sıkıntının ifadesidir.
Alevilik’teki ahiret inancı konusunu anlayabilmek için kimi kavramlara değinmek yerinde olacaktır.
Pek çok dinde ve inançta yer alan reenkarnasyon yada tenasüh unsuru Alevilik’te daha ziyade “devriye inancı” ile karşılık bulmaktadır.
Özü itibariyle dünyaya birden fazla ve değişik kimliklerde gelme inancı olan reenkarnasyon, tenasüh yada devriye, aralarında kimi farklar bulunsa da Ortodoks İslam’ın “ tek hayat “ inancını dışlaması bağlamında ortak bir zemine sahiptirler.
Alevi inanç önderleri “birden fazla dünyaya gelme“ yani tenasüh yada devriye dediğimiz inanç için Kur’an’dan kimi ayetleri dayanak olarak alırlar.
Söze konu ayetlerden bir kaçını anımsayalım:
“Allah’a nasıl nankörlük ediyorsunuz? Siz ölülerdiniz, O sizi diriltti. Sizi yine öldürecek ve sonra diriltecektir. Nihayet O’na döndürüleceksiniz.” (5))
“Onlar: “Ey Rabbimiz! Bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin. Artık günahlarımızı itiraf ettik. Buradan çıkmak için bir başka yol daha var mı?” derler.” (6)
“Ölümü aranızda biz takdir ettik. Biz önüne geçilecekler değiliz. Yerinize diğer benzerlerinizi getireceğiz ve sizi bilemeyeceğiniz bir şekilde yeniden oluşturacağız.” (7)
Görüleceği üzere, Ortodoks İslam’ın / Şii ve Sünni İslam’ın tüm keskin itirazlarına karşın Kur’an’da birden fazla hayat inancı konusunda güçlü anlamlara sahip ayetler mevcuttur.
Kuran ayetlerini incelediğimizde şunu görüyoruz: Tanrı yaratmaya (var etmeye) başlıyor. Sonra onu varlık alanından çekip alıyor ve tekrar yaratıyor. En sonunda yine kendisine döndürüyor. Dikkat ederseniz, Bakara Sûresi 28.ayette; “Sizi balçıktan veya bir damla sudan yarattım” demiyor. “Siz ölülerdiniz. O, sizi diriltti. Sizi yine öldürecek ve sonra diriltecektir. Sonunda O’na döndürüleceksiniz “ deniyor. Ayetten anlaşılacağı üzere Tanrı üç defa öldürüyor ve diriltiyor.
1- Siz ölülerdiniz,
2- O, sizi diriltti,
3- Sizi yine öldürecek,
4- Ve sonra diriltecektir,
5- Sonunda O’na döndürüleceksiniz.
Burada çok açık olarak şunu görüyoruz. Ruh, bir defaya özgü dünyaya gelip gitmiyor. Ruh, kemâle erişinceye kadar devriyeye giriyor, defalarca gidip geliyor, ancak kesinlikle bir önceki yaşamını anımsamıyor. Ayrıca yukarıda verdiğimiz Mü’min sûresi 11.ayette de iki kez öldürülüp diriltilen ve tekrar diriltilmeyi bekleyen topluluktan söz ediliyor. Burada bazı insanların ikinci ve üçüncü kez bedenlenerek dünyaya gelmeyi bekledikleri anlaşılıyor.
Büyük mutasavvıf ve Alevi ozanı Yunus Emre’nin devriye yada tenasüh ile ilgili şu şiiri de son derece dikkat çekicidir:
“Nice kez geldim gittim, delim sûret yarattım
Bu şimdiki sûrette Yunus olup dûr idim.
Ben bu sûretten ileri adım Yunus değil iken
Ben ol idim, ol ben idim, bu aşkı sunanda idim.”
Alevilik’te ve tasavvufi İslam’da Devriye inancı Muhammed'in "Ben nebi iken Adem su ile çamur arasındaydı." Sözü ile ilgilidir. Mutasavvıflara göre vücut halindeki Muhammed, yeryüzüne sonradan gelmiştir. Halbuki ruh halindeki Muhammed, ezelden beri vardı. Vakti gelen ruh maddi aleme iner. Önce cansız varlıklara sonra bitkilere, hayvana, insana en sonra da İnsan-ı Kâmil'e geçer. Oradan da Allah'a döner ve onunla birleşir. Bu inişe nüzul, tekrar Allah'a dönüşe de huruc denilir. Bu inişi ve çıkışı anlatan şiirlere de devriye denir.
Kuşkusuz Alevi inancındaki tenasüh, devriye yada reenkarnasyon denilen inanç diğer dinlerdeki benzer inançlardan farklı özellikler içermektedir.
Ruhun çeşitli şekillerde bir olgunlaşma süreci sonunda Tanrı’ya ulaşması yani devriyeye dahil olması, bu süreçte don değiştirmesi, yeniden bedenlenmesi ve sonuçta cennet yada cehennem gibi metafizik mekanlara değil de doğrudan doğruya Tanrı’ya dönmesi inancı aynı zamanda Aleviliğin yaratılış konusundaki özgün yaklaşımının da bir sonucudur. Buna göre Alevi inancında Tanrı, Ortodoks İslam’daki gibi yani Şii / Caferi ve Sünni inancında olduğu şekliyle tüm varlıkları yoktan yaratmış değildir. Kendi varlığından var etmiştir. Tanrı’nın varlığından var olan ruh da doğal olarak geçireceği süreç sonunda yeniden Tanrı’ya dönecektir.
Bu yaklaşımın en güçlü ifade biçimlerinden biri “ İnna lillahi ve inna ileyhi raciun “ sözünde bulunmaktadır. “ Tanrı’dan geldik, Ona döneceğiz.” anlamındaki bu söz, bir Kur’an ayetidir. (
Buna karşın Ortodoks İslam yani Sünnilik ve Şiilik, Aleviliğin devriye, tenasüh / reenkarnasyon konusundaki inançlarını İslam dışılıkla suçlamakta ve dolayısıyla Aleviliği de tekfir etmektedir.
Alevilikle Şii / Caferi mezhebi arasındaki bir diğer büyük fark Kur’an’a yaklaşım konusundadır. Şii / Caferi mezhebi tıpkı Sünniler gibi Kur’an’ın tüm ayetlerinin evrensel ve zaman üstü olduğunu savunurlarken Aleviler, Kur’an’ın pek çok ayetinin bu özellikte bulunduğunu kabul etmekle birlikte kimi ayetlerinin ise indiği dönemle ilgili olduğunu, Arap toplumunun geleneklerini yansıttığını yani, zamana ve mekana kayıtlı ayetlerin önemli bir yekünü oluşturduğunu düşünmektedir.
Alevilikte deyiş ve nefeslerin pek çok Kur’an ayetinin yorumu olduğuna inanılmakta, bu nedenle de deyiş okunduğunda, “ ayet okuduk, Kur’an okuduk” denilmektedir. Yine bu sebeple deyiş okunurken çalınmakta olan kutsal saz bağlamaya da “Telli Kur’an” adı verilmektedir.
Oysa Şii / Caferi inancında bunların hiç biri olmadığı gibi Caferilik, bu türden düşünceleri yer yer sapkınlık olarak görmektedir. Bu konuda en insaflı Caferi yorum, deyişlerin, sazın ve semahın tümüyle bir kültürel / folklorik öğe olduğu yönündedir.
Alevi inancının teolojik kökenlerinden biri de Kırklar Meclisi inancıdır. Kırklar Meclisinde Mürşit yani dede Hz. Muhammed, rehber ise Hz. Ali’dir. Orada kadın erkek birliktedir. İlk semah orada dönülmüştür. Kırklar Meclisi, ilk cemin yürütüldüğü kutlu, ezoterik ve metafizik bir meclistir. Kırklar Meclisine inanmak Alevi olmanın olmazsa olmaz gereklerinden biridir.
Şii / Caferi mezhebinde ise tıpkı Sünni inanca göre olduğu gibi Kırklar Meclisi “ Uydurma, Mitoloji ve Efsane “ görülmektedir. Yani bu konuda Şii / Caferiler ile Sünni inanca mensup olanlar ortak bir söylem ile Aleviliğin en temel teolojik unsuruna uydurma demektedirler.
Kırklar Meclisine uydurma demek, dedelik makamına, rehberlik makamına, ceme, semaha, deyişlere uydurma demektir. Açıkçası bu aynı zamanda bir aşağılamadır.
Alevilikle ile Şii / Caferilik arasındaki bir diğer önemli benzemezlik ise aile hukuku konusundadır. Alevilikte tek eşlilik esastır. Kız ve erkek çocukları arasında miras paylaşımı konusunda da eşitlik vardır. Alevilikte süreli nikah denilen Mut’a nikahı ise kesinlikle yoktur.
Caferilikte Aleviliğin asla kabul etmeyeceği bir biçimde dört eşliliğe izin vardır. Miras paylaşımında kız ve erkek çocukları arasında eşitlik yoktur. Yine Caferiliğe göre bir erkek bir kadınla ( pek çok değişik kadınla ) süreli evlilik yapabilir. Yani kadına verilecek belli bir ücret karşılığı saatlik, haftalık, yıllık vb sürelerle evlilik yapmak Caferiliğe göre helaldir. Buna Mut’a nikahı denilmektedir. Oysa böylesi bir nikah anlayışı Aleviliğin asla kabul etmeyeceği bir uygulamadır.
Şii / Caferi inancında günlük beş vakit namazı üç vakte toplayarak kılma uygulaması vardır. Oysa Alevilikte namaz perşembeyi cumaya bağlayan akşam haftada bir olmak üzere kılınır ki buna da halka namazı, niyaz yada cem ibadeti denilmektedir. Caferilikte ise cem ibadeti yoktur.
Alevilerin ibadethanesi cem evleridir. Şii / Caferilerin ibadethanesi ise tıpkı Sünniler gibi camilerdir.
Alevilikte farziyet bağlamında oruç Muharrem ayında tutulur. Bir de Hızır orucu vardır ki bu oruç farz telakki edilmez. Alevilikte ramazan orucu yoktur. Şii / Caferi inancında ise ramazanda bir ay süreyle oruç tutma uygulaması farz görülmektedir. Caferilikte Muharrem ve Hızır orucu yoktur.
Nafile yahut Sünnet ibadet bağlamında Muharrem’de birkaç gün oruç tutan Caferiler bulunmakla birlikte Caferilikte farz ve temel oruç Ramazan orucudur.
Alevilikte Müsahiplik vardır. Caferilikte ise yoktur.
Alevilikte “dört kapı, kırk makam” denilen eğitsel bir süreç söz konusudur. Şii / Caferi inancında ise böyle bir anlayış yoktur.
Alevilikte harem selamlık uygulaması yoktur. Bütün ibadetler kadın erkek birlikte yapılır. Semahlar birlikte dönülür. Deyişler birlikte söylenir. Dualar birlikte edilir. Alevilikte “ ana “ denilen kadın inanç önderliği mevcuttur. Oysa bunların hiçbiri Şii / Caferi mezhebinde yoktur. Şii / Caferi inancına göre kadın erkek birlikte ibadet etmek haramdır. Bu şekilde yapılan ibadet geçersizdir.
Alevilikte kadını katı tesettür kurallarıyla boğmak yoktur. Alevi kadını kendi gelenek ve inançları çerçevesinde modern bir giyim tarzına sahiptir. Şii / Caferi inancında ise son derece katı tesettür kuralları vardır. Baştan ayağa siyah çarşafla kapanmak Caferiliğe göre kadınlar için en muteber kıyafet olarak görülmektedir.
Alevilikte temel ibadet dili Türkçe’dir. Yer yer yöresel olarak Zazaca, Arnavutça da ibadet edilmektedir. Oysa Şii / Caferi inancında ibadet dili tartışılmaz bir biçimde Arapça’dır.
Görüleceği üzere Alevilik ve Şii / Caferilik arasında büyük farklar vardır. İddia edildiği gibi Alevilik ile Caferilik arasında her hangi bir yakınlık yoktur. Tam tersine Sünnilik ile Şiilik arasında inanılmaz derecede benzerlikler vardır. Gerek inançsal gerekse ibadet anlayışı bakımından Sünni ve Şii benzerliği Aleviliğe yönelik yaklaşımda da kendini göstermektedir.
Alevileri ve Aleviliği tekfir etme, Aleviliğin inanış ve uygulamalarını mitolojik ve folklorik uygulamalar olarak görmek bakımından Sünniler ile Şii / Caferiler neredeyse tam bir söylem birliği halindedirler.
O halde Alevilikle Caferiliği birbirine benzer yahut yakın inançlar olarak nitelemek ve bunu Caferi misyonerliği için kullanmaya çalışmak hiçbir gerçek Alevinin kabul edebileceği bir şey değildir.
Zira; ne Aleviler Caferidir ne de Caferiler Alevidir.
Dipnotlar:
1. Kur’an – ı Kerim, Secde Suresi 7 – 9 ; Hicr Suresi 28, 29; Nisa Suresi 171; Sad71-72. ayetler.
2. Kur’an – ı Kerim, Kaf Suresi 16. ayet.
3. Kur’an – ı Kerim, Hakka Suresi 41. ayet.
4. Kur’an – ı Kerim, Kehf Suresi 65 – 82. ayetler.
5. Kur’an – ı Kerim, Bakara Suresi 28. ayet.
6. Kur’an – ı Kerim, Mümin Suresi 11. ayet.
7. Kur’an – ı Kerim, Vakıa Suresi 60. 61. 62. ayetler.
8. Kur’an – ı Kerim, Bakara Suresi 156. ayet.
M. Cemil KILIÇ
M. Cemil KILIÇ