Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı, yazar İskender Pala hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu.
Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı yöneticileri Murtaza Demir, Emel Sungur, Rıza Aydoğmuş, Özer Demir, Mehmet Kurt ve İhsan Kılıç, “Şah & Sultan” adlı kitabın yazarı İskender Pala hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundular.
Suç duyurusunda "Yazdığı kitapla açıkça Aleviliği küçük düşüren, iftira eden ve aşağılayan, Alevilerin dini ibadetleri sayılan Cem Töreni’ni bir içki âlemi şeklinde anlatan ve Alevi inançlı insanları infiale sevk eden şüphelinin TCK. M. 216/1 gereğince yargılanarak cezalandırılması için kamu davası açılması" ve kitabının tedbiren toplatılması talep edildi. İşte Savcılığa verilen şikayet dilekçesi:
CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’NA / ANKARA
ŞİKÂYET EDENLER : Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı yöneticileri; Murtaza Demir, Emel Sungur, Rıza Aydoğmuş, Özer Demir, Mehmet Kurt, İhsan Kılıç
ŞİKÂYET OLUNAN : İskender Pala
KONU : Yazdığı kitapla açıkça Aleviliği küçük düşüren, iftira eden ve aşağılayan, Alevilerin dini ibadetleri sayılan Cem Töreni’ni bir içki âlemi şeklinde anlatan ve Alevi inançlı insanları infiale sevk eden şüphelinin TCK. M. 216/1 gereğince yargılanarak cezalandırılması için kamu davası açılması istemidir.
OLAYLAR : 1.Şüpheli yazdığı bir kitapla, geçmişten günümüze değin Alevileri aşağılamak için kullanılan yalan ve iftiraları toplamış ve güya Alevileri savunuyormuş tavrı takınarak, biriktirdiği tüm kinini bu kitaba aktarmıştır.
İrticai görüşleri nedeniyle ordudan atıldığını bildiğimiz, Zaman Gazetesi yazarı “Profesör” unvanlı İskender Pala, “Şah & Sultan” adlı kitabın yazarıdır… Kendisi, beş yüz yıl önce olup biten olaylar üzerinden yola çıkarak Şah İsmail ve Alevi-Kızılbaşları, yani bizleri, ceddimizi, geleneğimizi, kültürümüzü, inancımızı aşağılamaya çalışmaktadır. Yazar, ya koca bir Alevi külliyatının farkında değildir, ya da bilinçli bir Arap-Emevi militanıdır… Yazdığı konuyu bilmesine bilmiyor da, Türkmen’e ve Türkmen’in geçmişine söverken, Türk’ün geçmişine sövdüğünü de mi bilmiyor acep!..
Bilerek sövüyor olabilir mi? Bunu elbette bilemeyiz…
Yazar, kıyıda köşede söylenen Alevi karşıtı iftiralarının tümünü derlemiş, epey bir miktar da kendisi ilave etmiş ve “özel görevli” intibaıyla çalakalem kitap yazmıştır… Hassasiyetleri bilerek ve isteyerek kaşımıştır. Yazdıkları, iddiaları ve imaları yenir yutulur gibi değildir. Bunca kinin-düşmanlığın özel bir nedeni mi var bilemeyiz ama kitabın başından sonuna kadar hem Alevi-Bektaşilere, hem de inancımıza hakaret ettiği apaçık ortadadır. Ayriyeten, tv.lerde kanal kanal gezip “Alevileri ne kadar sevdiğini, bu yurttaşlara mumsöndü yapıyorlar denilerek iftira edildiğini” söyleyerek, çifte standart kullanarak kitabının ticari reklamın yapmıştır. Oysa kitabında onlarca kez “mum söndü” iftirasını ince ince yineleyerek kendisi tekrar etmektedir!
“Şah Efendimiz her bakımdan şeyh efendi gibi davrandı ve ona ziyadesiyle iltifat gösterdi, katına beraber oturttu, bir mum yakıp o mum sönünceye kadar onunla sohbet etti. (…) sonra Kalender Çelebi ile sabaha kadar halvet oldu. Meydan sohbeti yaptı. Mevlana ile Şems gibiydiler.” (Sh. 340-341) Bu anlatım içinde geçen; “mum yakmak, söndürmek, yalnız bir odada halvet olmak, Mevlana ve Şems gibi olmak” ibarelerinin toplumsal belleğimizde hangi çağrışımları yaptığı herkesin malumudur. Bu deyimlerin kullanılmasıyla birlikte toplumumuzun nasıl bir infial içine girdiği ise belleklerimizde taptazedir. O halde yukarda söz ettiğimiz imalarla dolu anlatımı bilinçsizlik ya da iyi niyet olarak kabul edebilir miyiz?
Biz çelişkileri sağaltmaya, ilkel ve aşağılık mezhep bölücülüğünden uzak durmaya, Alevi Sünni kardeşliğini tesis etmek için yana-yakıla emek vermeye devam ededuralım, yazar, ortaya çıkıp yüreklerimizde yeni yangınlar çıkarmak adına geçmiş-küllenmiş yangınlara körük tutuyor… Bütün içtenliğimle söylemek isterim ki, kitabın tarihi, edebi ve hiçbir sanat değeri yoktur. Kitabın tek özelliği ya da amacı: eski yaraları-çelişkileri kanatması ve Alevilere değin iftiralara çok sayıda yeni iftiralar eklemesidir. Dini, imanı siyaseten kullananları örnek almışçasına, yazar da mezhepleri kullanarak, yurttaşlar arasına nifak tohumları ekiyor, infial, kargaşa ve mezhep çatışmalarına gerekçe üretiyor, teşvik ediyor.
“Ya sabır” çekerek, dişlerimi sıkarak, “nasıl olur da bir insan, hem de bir üniversite hocası yazdığı konuya bu kadar yabancı ve duyarsız olur; ülkesine, milletine karşı bu kadar sorumsuz davranır? Kitabın hangi bölümden sonra objektif davranacak, düzelecek, doğruları yazacak?” diyerek ve daha bir yığın şey düşünerek kitabı baştan sona okudum.
Örneğin hiçbir inanılır belge göstermeden, salt dedikoduya dayanarak şu iftirayı ileri sürüyor: “Şah’ın Sultan’dan farkı, öldürttüğü elçilerin kafatasından şarap içmeyi adet edinmesiydi. İşte o kadar.” (Sh. 180) Diyor ve devam ediyor: “…Acaba Şah’ın emirleri ve nökerleri, onun gücüne güç katmak amacıyla bu topraklarda daha evvel hiç olmayan bir şeyi (Kızılbaşlığı demek istiyor?) icad edip iman konularını ve inanç sistemini siyasete alet ettikleri için kendilerini vebal altında hissedecekler miydi?” (Sh. 193) Alevi-Kızılbaşlığın o topraklarda daha önce hiç olmadığını ve bu “yolun-Aleviliğin- Şah İsmail tarafından icad edildiğini” ileri sürüyor. Alevilik, Şah İsmail tarafından mı icad edildi? Bu iddia da diğerleri gibi yalandır, hem de kuyruklu bir yalan! Dikkatinizi çekmek isterim: söz konusu topraklar, Osmanlı toprağı değil, Şah İsmail’in daha önce işgal ettiği Akkoyunlu coğrafyasıdır. Yavuz bu topraklarda üç aydan buyana Şah İsmail ordusunu aramakta ve Şah İsmail, kardeş kavgasına razı olmadığı için, Osmanlı ordusundan kaçmaktadır. Ancak yazar öylesine “adaletli” ve vicdanlıdır ki, kovalayanı değil, kaçanı suçlamaktan yanadır.
A kardeşim, anlaşılıyor ki, “kardeş” dediğin Şah Ve Sultan arasında objektif ve adil davranamıyorsun. Tarafgir olman nedeniyle de Alevi-Bektaşileri saygıya değer bulmuyor, maneviyatlarına saldırıyorsun. Bu durumda şunu sormak gerek: kendine saygın olmadığını anladık ama okuyucuya da mı saygın yok? Şayet kendini bir yazar olarak görüyor ve lanse ediyorsan, okuyucuna doğru bilgi vermek zorunda değil misin?
Yazar, “Kızılbaşlık ruhu” diye bir ruhtan söz ediyor: sh. 120’de diyor ki; “İşte Kızılbaşlık ruhu bu idi. Savaşmak, ganimet edinmek ve eğlenmek… Bezm ile rezm (eğlence ve çapul) arasında bir hayat…” Yazarın “Kızılbaşlık” tarifini gördünüz mü? Alevi Türkler ile Sünni Türkler ayrı ruhlara, ayrı yaşam biçimine, ayrı savaş geleneğine mi sahiptirler? Eğlence ve çapul arasında bir yaşam sürmek!.. Bundan daha ala aşağılama olabilir mi? Osmanlı adına savaştıklarında ele geçirilen ganimet çapul olmuyor da, Şah İsmail liderliğinde ele geçirilen ganimet, nasıl oluyor da bir anda çapula dönüşüyor?
Yazar, Şah İsmail’e “şeyh”; Hatai’ye “Hıtai” taliplerine de “mürid” diyor. (Sayfa 26) Oysa Alevi-Bektaşi terminolojisinde şeyh sıfatı pek tercih edilmediği gibi, mürid sıfatı hiç kullanılmamaktadır…
Bu silsilenin doğrusu; “şah, mürşit, pir, rehber ve talip’tir…”
Hazret Aleviliği yazıyor ama yirmi milyon Alevinin içinde danışacağı, cem, cemaat ve dar görmüş, el almış, dar’dan, görümden çeçmiş cem ehli bir Alevi bulamamış. Bulamadığı ya da danışmaya değer görmediği için de, ulemadan birine gitmiş. Gittiği isim, Diyanet İşleri Başkanlığı Yüksek Kurul Üyesi Doç. Dr. İlyas Üzüm… Kendisi bilmiyor: hem de hiç… Ama “cahil cesareti” bu olsa gerek, tutuyor hiç bilmediği bir konuda kitap yazıyor. Danışmanlığını ise Aleviliği yok etmek üzere koşullanan, Alevi-Bektaşilerin cem, cemevi, din dersi, ibadet vb. konularında sürekli olumsuz görüş bildiren Diyanetin bir mensubu olunca, olanlar oluyor ve bu “kitap” ortaya çıkıyor…
Başlıyorlar şeyhliği yüceltip, şahlığı aşağılamaya… Cüneyd’i, Haydar’ı, İsmail’i ve bütün şahları şeyh ve hatta şıh yaparak, Hatai’yi “Hıtayi’ye” çevirerek, bozarak, tahrif ederek, sapları samana katarak, gerçeklerin üzerinde yuvarlanarak, mum yakarak, söndürerek, inkâr ederek, yok sayarak, tepinerek koskoca bir Alevi-Türkmen-Türk mirasını-külliyatını karartmaya çalışıyorlar. Ne adına? Arap emperyalizmi olabilir mi?
MÜSAHİP, CEM, DEM…
“Karşıda görünen ne güzel yayla / Bir dem süremedim giderim böyle / Ala gözlü Pirim sen himmet eyle / Ben de bu yayladan Şah’a giderim.” Yazar, kitabında “dem’i” içki olarak lanse ediyor. Oysa Alevi-Bektaşiler, Alevi inancı ve ritüelinde “dem’i” Pir Sultan Abdal’ın bu dizelerinde dile getirdiği şekilde, “dem-devran sürmek, huşu içinde yaşamak, dingin bir hayat sürmek” biçiminde anlıyor, bu anlamıyla dile getiriyor, inanıyor ve öyle itikad ediyorlar.
Müsahiplik ritüeli, ALEVİ-Bektaşiliğin temel kurumlarındandır. Bu yüzden cem ehli olanlar ve yolumuzu inceleyenler, kadınla erkeğin müsahip olamayacağını bilirler. Zira müsahiplık; ergin ve evli olan, birbirini tanıyan, güven duyan, uzun süre arkadaşlık yaparak birbirlerinin kişiliğine vakıf olan ve tümüyle özgür iradeleriyle karar verme yetisi olan iki erkek arasında bağıtlanır. Müsahipler artık kutsal önünde törensel akit yapmış, kurban kesmiş ve hakka yürüyünceye değin (yani ahrete değin ) erkekler kendi aralarında, eşleri olan kadınlar da kendi aralarında kardeş olmuşlardır. İki aile arasında yol kardeşliği tesis edilmiştir. İyi günde-kötü günde, darlıkta-yoklukta, varlıkta zenginlikte beraber olacaklar; müşkülleri birlikte göğüsleyeceklerdir. Birinin yüz kızartıcı suçundan, olumsuzluğundan diğeri de aynı derecede sorumlu olacaktır. Yol’un kuralına göre bu ailelerin çocukları da artık kardeştirler ve birbirlerine nikâh düşmemektedir. Öz olarak müsahiplik kurumu budur ve böyle işlemektedir.
Cem, temel ibadetimizdir. Cem ehli olmanın kuralları kesindir. Yüz kızartıcı suç işleyen dar’a alınmaz; görgüden geçemez! Görgüden geçemeyen “düşkündür.” “DÜŞKÜN”; CEME DE CEMİYETE DE ALINMAZ; SELAM VERİLMEZ, KOMŞULUK YAPILMAZ! Ve Alevi yolunun mensupları en çok “düşkün” olmaktan çekinir-sakınırlar. Gündelik yaşamlarını bu kurallar dâhilinde sürdürürler… Ve yaptıkları olumsuzluğun hesabının o divanda, bu divanda sorulacağını bilirler. O halde Alevi, gündelik yaşamını, aile, iş ve aş düzenini bu kaygılarla düzenleyecek ve hatasının-günahının hesabını vereceğini hiç unutmayacaktır.
Cemde cinsellik yoktur. Orada herkes candır, canandır, bacı-kardeştir. Canların birbirine yan gözle bakmaları, “sorguyu, cezayı ve dar’ı” gerektiren suçlardan sayılır. Yazar bu konuyu da saptırmış, cinsellik çağrışımı yapan tasvirlerle ondördünde bir kız çocuğu olan Bihruze’yi “musahiplik cemine” almış, görgüden geçirmiş ve Şah İsmail’le musahip yapmıştır… Cemevinde, ibadet eden canlara kov-gıybet yaptırmıştır. Bacıların “güzelliğini” konu ederek, okuyucusuna cemde bu gibi konuların, özellikle de “bir köşeye çekilip” kadınsı-cinsellik mevzularının konu edilebileceği intibaını vererek, Alevi yoluna dair olumsuz düşünceleri güçlendirmeye çalışmıştır.
Bu savımıza örnek olarak kitabın 69. sahifesinde anlatılan görgü cemindeki diyaloglara dikkatinizi çekmek isterim: bu “coşkulu cem ve zengin dem ile talipler kendinden geçiyor, sonra gelin ve güveyler kalkıp semaha duruyor… O arada Aka Hasan, Kamber Can’ın sırtına vuruyor ve görgüden geçmekte olan Şah’ın eşi Bihruze’yi işaret ederek soruyor: “Taçlı Hatun’u beğendin mi?”
Sanki cemevi ibadethane değil, oradaki insanlar ibadet etmiyor, Gülhane Parkında âlem yapıyor, ya da düğün ediyorlar! Alevi ibadetinde şeklin önemi yoktur. Aslolan bütün içtenliğinle tanrıya yakarmak, yaklaşmak ve ibadet etmektir. Hal böyleyken Prof. eğitimli biri, hem de artık “sır” olmaktan aleniyete çıkmış bir ibadet hakkında böyle düşünür, yazarsa, sokaktaki adamlar, Mehmet Ali’ler, Güner Ümit’ler ne demez? Kendilerine “aydın, yazar, kanaat önderi vb.” sıfatlarını uygun gören ve yolumuzu bu biçimde vaaz edenlerin bu fiilleri karşılıksız kalmamalıdır. İftiranın karşılıksız kalması halinde, cüretin artacağı, tekrarlanacağı muhakkaktır. Ve elimizdeki örneklere göre de öyle olagelmektedir. Kaldı ki, bu nevi iftiralar nefreti katmerleştirmektedir. Bu nedenle fiilin cezasız kalması, toplumu yeni bir infiale sürükleyecek ve büyük olayların çıkmasına neden olabilecektir. Bu ihtimal akıldan uzak tutulmamalıdır.
Yazar, kitabının 343. sayfasında mum yakma, söndürme konusuna bir daha dönüyor ve bunun “kural” olduğunu ve ibadetimize dair kurallardan birçoğunun Şah İsmail-Hatai tarafından konulduğunu iddia ediyor. “O geceden sonra her meydan semahını, bir mumun uyandırılmasıyla başlayıp sönmesiyle sona ermesi adet edildi.” Öğrenme ihtiyacı da duymadan ve bilmeden yazdığı için çerağın-delilin uyandırılmasını kast ediyor olsa gerek. Ancak yanlış içinde yanlışlara devam ediyor ve burada olduğu gibi yanlışlarının tam olarak düzeltilmesi mümkün olamıyor. Şah İsmail’in cem ritüelimize katkıları elbette vardır. En azından Alevi-Sünni, dinli dinsiz bütün Türk dünyası için ürettiği mevlit, deyiş ve düazları kim inkar edebilir?
Ancak semah için ayrıca mum yakıldığı görülmüş-duyulmuş bir uygulama değildir. İnce ince eleştirdiği, nefret uyandırmaya çalıştığı bu inancın köklerinin insanın insan olmaya başladığı dönemlere değin gittiğini, bu denli güçlü ve sağlam temelli olduğunu, İslamiyet’ten aldığı kimi kazanımlarla daha da tekemül ettiğini ve güçlendiğini bilmiyor. Bilmediği için de hasım oluyor. Fakat heyhat, sadece Türkiye’mizde olabilecek bir şey daha yapıyor: “konunun otoritesi” olduğu savıyla konuşuyor, anlatıyor, iddia ediyor ve kitap yazıyor. Yazık!..
Hem de çok yazık!
Yol ulumuz Hatai, tasavvuf ve felsefe fukarası bu zihniyeti kastederek şu dizeleri söylüyor: Kırk yıl kazanda dur kayna / Dahi bu ten çiğ dediler.
Yazar, yol ve ibadetlerini huşu içinde süren, Allah’a yakınlaşan, yaradanla hemhal olup, dem ve devran üzre ibadet ederek hakikat kapısını aralamaya çalışan, bu nedenle yakaran insanların duygularını “dem (uyum-huşu) içinde devran sürmek” olarak ifade etmelerini; “içki içip kendinden geçen insanlar” anlamına gelecek imalarla kirletip, topluma zehirli örnekler veriyor. İftiralarını şöyle sürdürüyor: “Zengin demin heyecanıyla oturdukları yerden dem tutanlar da yavaş yavaş kendilerinden geçiyorlardı. Aka Hasan ile birbirimize baktık ve dolularımızı tazeleyip meydanın uzak bir köşesine çekildik. …hadi anlat dedim…” (s. 70)
Edip Harabi Yol’un inceliğini şöyle anlatıyor: Kandil geceleri kandil oluruz / Kandilin içinde fitil oluruz / Hakkı göstermeye delil oluruz / Fakat kör olanlar görmez bu hali.
Yazara göre yukarda anlatılanlar, Aleviliğin en kutsal ibadeti sayılan, canların cem olduğu ibadet içinde olageliyor. “Dolularını tazelerken” sanki barmenden bir duble rakı istiyor! Sohbeti, muhabbeti, badeyi, doluyu, “kırkların içtiği engür suyunu, bir üzüm danesini kırk erenin bölüşüp mest olmasını” kaba bir biçimde tasvir ediyor; içki içip sızmak, kendinden geçmek sanıyor.
Cemde iki kişinin aralarında konuşması diye bir örnek yoktur. Pir makamından “destur” alınması kaydıyla, kadın erkek herkesin [ancak tek tek ve katiyen söz kesmeden] konuşması; yani muhabbete katılarak konuyla ilgili görüş serdetmesi tabii haktır. Ancak aynı anda ikinci bir talibin konuşması ya da söz kesmesi mümkün değildir. Bu nedenle Dedenin nasihat ve muhabbet anı, canlardan herhangi birinin veya zakirin nefesi, canların semahı ve deyiş-düazimamların sürülüşü anı, nefeslerin tutulduğu andır. Bu an, sinek sesinin duyulduğu, dara duran, hesap veren, özünü dara çeken canların başlarından aşağıya ter damlalarının indiği, bu damla seslerinin dahi tüm cem ehlince işitildiği andır. Bu an huşu içinde dinlenir ve anlamaya çalışılır. İşte yazar tam da bu anda araya giriyor, insicamı bozuyor, ulviyeti-kutsiyeti saptırıp, tahrif ediyor.
Ne yapmıyor ki?
Yazar, bunca özen ve incelik içinde yapılan ibadetin mekânında, öyle bir senaryo yazıyor ki, bir köşeye çekilen ve orada arkadaşıyla içki içen iki kişiyi tasvir ediyor: burayı cemevi, içki içenleri de cem ehli-talip gösteriyor: hem de görgü ceminde… Adama sorarlar; hadi sen “düşkünün”, haksızın, harlının, hırsızın, alçağın ceme alınmadığını, musahipsiz ceme gidilmediğini, destursuz lokma yenilmediğini bilmiyorsun, bunca açık bir gerçeği o malum danışmanın da mı bilmiyor? Tahrif ettiğiniz inancın-mekânın kutsiyetinden, yolun “kıldan ince kılıçtan keskin” inceliğinden bu kadar mı bihabersiniz?
O halde yazılanlar ve kitap içindeki hakaretamiz iddialar, iftiralar, saptırmalar bilinerek ve istenerek yazılmıştır.
Bu nedenle yazar; yukarıda çeşitli örneklerini verdiğimiz ibare, tanım, ima ve tasvirlerle biz Alevi-Bektaşileri, Türkmenleri, dolaylı olarak Türkleri, inancımızı, geleneğimizi, ibadetimizi aşağılamış ve hakaret etmiştir.
Bu nedenlerle kendisinden davacıyım.
HUKUKSAL NEDENLER: CMUK,C.K.,ilgili mevzuat gereğince kamu davası açılmasını dilerim.
KANITLAR: Kitap, Alevilik üzerine yapılan tüm araştırmalar, tanık, her türlü delil.
SONUÇ: yukarıda içeriğini ele alarak, gösterdiğimiz örnekler ve kitabın husumet, iftira ve bölücülük içeren genel kapsamı itibariyle, bir önlem olarak, öncelikle kitabın toplatılmasını ve inancımızın mensuplarını açıkça karalayan, tahrik eden ve küçümseyen şüpheli hakkında kamu davası açılmasına karar verilmesini saygı ile arz ve talep ederiz. 05.11.2010
ŞİKÂYETÇİLER: Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı yöneticileri; Murtaza Demir, Emel Sungur, Rıza Aydoğmuş, Özer Demir, Mehmet Kurt, İhsan Kılıç
KAYNAK : Alevihaber.com - 5 Kasım 2010
İLGİLİ HABERLER :
M. Ali Erbil'i Bırak; Fitne Tohumları Eken İskender Pala'ya Bak!