Aleviler Türkiye'de Eşit Yurttaş mı?

Aleviler Türkiye'de Eşit Yurttaş mı?Hüseyin DEMİRTAŞTürkiye’de halk zamanla bütünleşeceğine giderek kendi içinde...

Aleviler Türkiye'de Eşit Yurttaş mı?

Hüseyin DEMİRTAŞ

Türkiye’de halk zamanla bütünleşeceğine giderek kendi içinde daha çok ayrışıyor ve parçalanıyor. Baksanıza referandum dolayısıyla ülke ne hale geldi? Bizde bir ayrışma için tabii ki referandum olması da gerekmiyor. Zaten halk laik-anti laik, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, inanan-inanmayan, Ergenekoncu-Ergenekon karşıtı, Fethullah Hoca Cemaatine mensup ve karşıt vs. olmak üzere değişik kamplara çoktan bölünmüş vaziyetteydi. Sağ olsun AKP Hükümetinin de toplumu kamplaştırmakta üstüne yok. İktidar yorgunluğundan mıdır nedir AKP başta kaldıkça bütünleştirici politikalara imza atacağına toplumu parçalıyor.

Demek ki eğitim sisteminin tekçi yapısı, muhafazakârlaşma, okullarda yoğun milliyetçi eğitim-öğretim ile milli birlik ve beraberliğe çok yoğun vurgu yapılması yetmiyor. Baksanıza 1980 öncesi sadece sağcı-solcu ayrışması vardı. Şimdiyse toplumda bölücülük, ayrışma ve cepheleşme kalemleri çok çeşitlenmiş ve fazlalaşmış durumda. Görünen o ki, bu eğilim yavaşlayacağı yerde hızlanacağa benziyor.

Böyle olması da doğal zira Türkiye’deki mevcut sistem, devlet zihniyeti ve tarihsel miras kendi halkını bizzat kendi elleriyle bölüyor. Bazılarını dost, bazılarını düşman diye belliyor ve elindeki tüm imkânları kullanarak herkese öyle belletiyor.

Örneğin bugün devlet, çağdaş bir ulus devlet gibi hareket edip sadece yurttaşlığı kendisine referans alması ve laik bir zeminde durması gerektiği halde, orada durmamakta ve vatandaşın dinine bizzat müdahale etmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden “halkımızın yüzde 99’u Müslüman’dır” peşin hükmünden hareketle, toplumun bütününe Sünniliğin Hanefi mezhebi dayatılmakta, diğer dini inanışlar ve hatta İslam’ın farklı mezhep ve yorumları denklem dışı bırakılmaktadır. Dolayısıyla vatandaşa tek bir yöne gidiş zorunlu hale getirilmektedir.

Gidilmesi buyrulan bu yol da zaten kendi içinde son derece ayrıştırıcı. Sünni İslam tarih boyunca genelde yönetenlerin elinde oyuncak olduğundan ve bir iktidar ideolojisi haline getirildiğinden dün olduğu gibi bugün de toplumu önce “mümin-kâfir” diye bölüyor. Dakika bir gol bir hesabı… Sonra müminleri de tamam bunlar inanıyorlar diye rahat bıraksa iyi ya, bırakmıyor! Ya ne yapıyor? İnançta samimiyetlerini de test ediyor. Bunları kendi aralarında tekrar “samimi müminler-münafıklar (inanmayıpta inanmış gibi görünenler)” diye ikiye ayırıyor. Ayrıştırma ve ötekileştirme böylesine sürüp gidiyor. Bu anlayış nedeniyle olsa gerek, İslam coğrafyası iç savaşlardan ve kardeş kavgasından ne dün ne de bugün bir türlü kurtulamıyor. Sünni İslam teolojisinin kendi dışındakilerine bakışı da zaten bir o kadar ayrıştırıcı ve kamplaştırıcı. Zira İslam şeriatına göre, dünya da “Dar’ül İslam ve Dar’ül Harp” şeklinde ikiye ayrılıyor. Yani İslam devleti hâkimiyeti altındaki İslam beldeleri ve İslam’ı kabul etmeyenlerin yaşadığı düşman ve kendilerine karşı savaşılması gereken ülkeler. Görüldüğü gibi denklem sürekli savaş ve çatışma üzerine kurulmuş. Dar’ül Harp ülkeleriyle de birbirinin inancını kabul ederek öyle yan yana barış içinde yaşayıp gitme anlayışına yer yok. İlk fırsatta bu ülkelerle savaşılacak, halkı zorla da olsa İslam’a döndürülecek ve bu mücadele buraları İslam hâkimiyetini kabul edene kadar sürecektir.

Anlaşıldığı üzere bir ülke şeriatla yönetiliyorsa orada kimseye rahat yok. Hem ülke içinde hem de dışında yani komşularda İslam hâkim oluncaya kadar mücadele edilecektir.

Peki, bugün Türkiye şeriatla mı yönetiliyor? Elbette değil. Resmiyette bu ülkenin resmi dini 1928’den bu yana İslam değil. Laiklik 1937’den bu yana anayasa hükmü haline getirilmiş. Ancak tüm bunlar resmiyette yani kâğıt üzerinde olan değişme ve gelişmeler. Oysa hem devleti yönetenlerin hem de halkın anlayışı-zihniyeti kâğıt üzerinde olduğu gibi hemen değişmiyor.

Osmanlı İmparatorluğu tam anlamıyla bir şeriat devleti olmasa da yine de dini meşruiyeti en önde tutan bir devletti. Yani devlet yönetilirken İslam dininin temel hükümleri esas alınıyordu. Tabii ki halka da ulaşılabildiği kadarıyla bugünkü gibi yaygın olmasa da medreseler, Kur’an kursları ve camiler aracılığıyla resmi İslam anlayışı aktarılmaya çalışılıyordu. Bu yolla Osmanlı döneminde kentler ve kasabaların büyük bölümü Sünni İslam’ı yavaş yavaş kabul etti ve içselleştirdi. Bir başka deyişle devletin tepesi zaten 1500 yılından itibaren yani Yavuz Sultan Selim’in iktidara gelmesinden sonra iyice Sünnileşmişti. Cumhuriyete kadar da halkın önemli bir bölümü Sünni İslam’a dâhil edildi ve iktidarın müttefiki haline getirildi. Cumhuriyetin ilanından bu yana da kâğıt üzerinde devlet laik olmasına rağmen halkı Sünni İslam’a zorla veya asimilasyon yoluyla geçirme anlayışı devam etti. Diyanet, Kur’an kursları, 1950’den sonra sayıları hızla artan imam-hatip okulları aracılığıyla Osmanlı’nın Sünnileştirmeyi başaramadığı köyler de önemli oranda resmi olmayan ama fiiliyatta devlet dini durumundaki Sünni İslam’a döndürüldü.

Elbette bütün bu başarılar şeriatçı kafalı devlet elitini tatmin etmiyor. Diyanet zaten devletin çelik çekirdeği olarak orada duruyor. Onu kimse yerinden kıpırdatma kudretine sahip değil Türkiye’de. Nitekim 1950’den bu yana hızlanan İslamileşme ve devleti şeriatçı bir çizgiye çekme siyaseti 2002’de AKP’nin iktidarıyla birlikte iyice hızlandı. Bunların her tarafı ele geçirmeden ve toplumun bütün hücrelerine nüfuz etmeden tatmin olmayacakları anlaşılıyor. Toplumu çoğunluk itibarıyla Sünni İslam’a döndürmekte yetmiyor. Bir de kıta Arabistan’ının İslam anlayışının ülkede egemen olması gerekiyor. Veya Fethullah Gülen’in İslam anlayışının tüm topluma kabul ettirilmesine çalışılıyor.

Devletin, Nakşîler, Süleymancılar, Fethullahçılar vs. gibi tarikat ve cemaatlerin örgütlü çalışmaları toplumda karşılıksız kalmıyor. Toplum gittikçe İslamileşiyor. Din toplum yaşamının en büyük belirleyeni haline gelirken, tabiatıyla toplum da dışlayıcı bir yapıya bürünüyor. Bu normal, zira zaten yukarıda andığımız üzere dinin kendisi özü itibariyle toplumu bölüyor ve kategorilere ayırıyor.  Kaldı ki dinin bu yanı sadece bugün değil dün de topluma iyice nüfuz etmişti.

Somut bir örnekle anlatırsak, Osmanlı 1839’a kadar kendisine bağlı topraklarda yaşayan halkı temel olarak ikiye bölmüştü: Müslim ve Gayri Müslim (Hıristiyan ve Yahudiler). Halkın devlete karşı hak ve ödevleri de bu ayrıma göre belirleniyordu. Örneğin asker olabilmek ve bir devlet görevine gelebilmek için Müslüman olma şartı aranıyordu. Müslüman olanlar her türlü hakka sahipken, Gayri Müslimler daha değersiz hatta ikinci sınıf olarak görülüyor; Müslüman’dan yüksek ev yapamıyor, ata binemiyor ve bazı renklerde elbiseleri bile giyemiyordu. Öyle Müslim ve Gayri Müslimlerin karışmasına da izin verilmiyordu. Herkes kendi mahallesinde ayrı ayrı yaşıyor, İslam’a dönüşler teşvik edilse de çıkışlar irtidat olarak nitelenerek ölümle cezalandırılıyordu.  

Söz konusu bu yapıdan dolayı yüzyıllar içinde diğer şeriatla yönetilen İslam ülkelerinde olduğu gibi Osmanlı ve sonrasında kurulan Türkiye’de de Müslüman halk kendini daima Gayri Müslimlerden üstün tuttu. Bu üstünlük duygusu 1839–56 sonrasında yasalar önünde Müslim-Gayri Müslim eşitliği getirilmesine, Cumhuriyetten sonra da İslam’ın resmi din olmaktan çıkarılmasına ve laiklik ilkesine rağmen varlığını günümüze kadar sürdürdü.

İşte Türkiye’deki eşit yurttaşlık anlayışının önündeki en büyük engel Osmanlı’dan miras kalan Müslim-Gayri Müslim ayrımıdır. Bu ayrımcı miras Gayri Müslimlerin ülkemizde oranlarının yüzde 40’lardan binde birlere kadar düşse de varlığını tüm ağırlığıyla devam ettiriyor.

Peki, ülkemizde Hıristiyan ve Yahudilerin sayısı artık binlerle ifade edilirken nasıl oluyor bu? Elbette Gayri Müslim kavramının içeriği değiştirilerek yapılıyor bu. Dün İslam üzerinden bir tabiiyet (uyrukluk) tanımıyla Hıristiyan ve Yahudilere ikinci sınıf muamelesi yapan mevcut sistem ve onun müttefiki durumuna getirilen çoğunluk toplum, bugün Türklük-İslamlık-Sünnilik üçgeninde kurduğu denklemde Türklük dolayımıyla Kürtleri, İslamlık ve Sünnilik üzerinden de Alevileri dışlıyor, ötekileştiriyor. Yani günümüzde Hıristiyan ve Yahudi’nin yerine Kürtler ve Aleviler konularak, çoğunluk toplumun kendi üstünlük duygusunu tatmin etmesi sağlanıyor. Bu tabii ki, alenen yapılan bir şey değil. Her şey gizli gizli ve alttan alta bir dalga şeklinde sürüp gidiyor. Sorsan kimse ben kendimi Alevi’den veya Kürt’ten üstün görüyorum demez ama fiiliyatta her şey bu üstünlük duygusunun varlığını çok yakıcı şekilde hissettiriyor. Çoğunluk toplumdaki ve devleti yönetenlerdeki bu duyguyu anlayabilmek için ancak bu ülkenin “çağdaş ötekileri” durumuna getirilen Alevi veya Kürt olmak gerekiyor. Başka türlüsü çok derin ve köklü bir empati duygusu geliştirmeden pek mümkün değil gibi…

Malum zaten Aleviler Sünni Kürtlerin aksine Osmanlı döneminde de ötekiydi. Hıristiyan ve Yahudi’nin Müslim-Gayri Müslim denklemi içinde resmi bir konumu varken, Alevilerin bir yeri-konumu bile yoktu. Onlar Osmanlı’nın statüsüzleriydi ya da yersiz-yurtsuzları, kimi kimsesi belirsizleriydi… Osmanlı Hıristiyan ve Yahudiler üzerinde en azından sürekli bir İslam’a dönme baskısı uygulamıyordu. Dinlerini ikinci sınıf, tahrif edilmiş ve batıl olarak görse de yine de resmen kabul ediyordu. Kiliseler ve havralar açıktı. Hıristiyan ve Yahudi gelenekleri, ibadetleri Müslümanları rahatsız etmemek koşuluyla serbestti ama Alevilerin işi çok mu çok zordu. Ne Alevi inancı resmen kabul ediliyor ne de Alevi ibadetlerini alenen icra etmeye izin veriliyordu. Alevi olduğunu belli etmek çoğunlukla ölüm ve sürgünle cezalandırılıyordu.

Bu durum Osmanlı’nın 600 yıllık ömrünün son 400 yılında fiiliyatta her zaman aynı katılıkta olmasa da en azından zihniyet olarak devam etti. Bu zihniyet Cumhuriyetle bir ara sona erer gibi gözüktü ama öyle olmadı. Özellikle sağ kanat devlet eliti ve siyaset sınıfı Alevilere ve Aleviliğe bakışın Osmanlı mirasını eksiksiz devraldığı yetmezmiş gibi günümüz devlet anlayışına da iyice yerleştirdi. 1950’den beri de bu ülkede büyük ölçüde sağ kanat devlet eliti ve siyaset sınıfı iktidara bir daha kalkmamak üzere oturmuş gibi... O yüzden hala bu ülkede Aleviler eşit yurttaş değil. Ne devlet ne de toplum nezdinde eşit kabul görmüyorlar. Kürtler keza öyle ama Kürtlerin mevcut eşitsiz konumu toplumun kılcal damarlarına kadar pek işlemediğinden silahların susması halinde kısa sürede aşılabilir. Lakin Alevilik sorunu daha derin ve köklü. 

Çünkü Alevilik ve Alevilerin iktidarla çatışması, öteki konumuna itilmesi ve şeriatçı devlet sistemlerince dışlanması yeni bir olgu değil. Bunun en az bin yıllık bir geçmişi var. Kürt sorunu ise ulus devletle, milliyetçilikle ilgili ve bir etnik problem olarak çok yeni ve en fazla 300 yaşında. O nedenle belki toplum hafızasında derin bir yer etmediğinden çözülmesi daha kolay görünüyor. Alevilikse öyle değil. Çoğunluk toplumun hafızasında da Aleviler hakkında önyargılar, asılsız iddialar geniş ve köklü bir yer kaplıyor. Öylesine birikmiş ki, sökülüp atılması pek mümkün görünmüyor. Toplumun son dönemde yeniden dine dönüşü ve muhafazakârlaşması da Alevilere ve Aleviliğe yönelik bu tarihsel önyargıların atılmasının önünde büyük bir engel teşkil ediyor. Aslında dünya açık bir topluma doğru giderken, Alevilikte gizli bir öğreti olmaktan çıkıyor ama yine de tüm bu “açılımlara” rağmen Türkiye’de Alevilere bakışta bir ilerleme göze çarpmıyor. Tüm açılım söylemleri, demokrasi havarisi kesilmeler, gelip gelip Sünni İslam anlayışının önyargılar ve kendini üstün görme duvarına tosluyor. O nedenle Alevilik devlet katında resmen kabul edilmiyor. Cemevlerine ibadethane statüsü verilmiyor. Aleviliğe devlet ve toplum nezdinde eşit bir konum sağlayacak adımlardan ısrarla uzak duruluyor. Yani kimse burnundan kıl aldırmak istemiyor. Bu durum işte bu tarihsel mirastan ve devlet anlayışından kaynaklanıyor.

Hâlbuki mevcut bu yapıyı değiştirmenin de yolları var. Bu yapı ve zihniyetin öncelikle yukarıda, devlet katında değişmesi gerekiyor. Malum bizde toplumsal değişim ve dönüşüm sürekli yukarıdan aşağıyadır. O nedenle önce devlet ve siyaset aklının Alevilere karşı pozitif yönde değişmesi lazımdır ki, sonra bu topluma dikey olarak yansısın ve toplum o derinlere işlemiş önyargılarını kolayca terk edebilsin… Aksi takdirde kimse Sünni Osman amcanın Alevi Ali amcaya üstünlük taslamasını önleyemez! 

Tabii ki, Aleviler aleyhine olan mevcut toplumsal yapının düzelmesi için devlet ve siyaset sınıfının aklının kendiliğinden değişmesini beklemek yetmez. Aleviler hâlihazırda sistemin ve devletin direksiyonunda oturmadıklarından, mevcut yönetici bürokrat ve siyasi eliti kendilerini de gözetir bir konuma zorlayacak bir mücadele içine girmek zorundadırlar. İşte bu aşamadan sonra önce devletin, sistemin tepesinde zihniyet değişimi gerçekleşir ve zamanla bunun aşağıya doğru topluma yansımaları görülebilir. Yoksa şöyle veya böyle ister dindar olsun ister olmasın bu ülkenin hâkim yönetici ve siyaset sınıfı Sünni’dir. Sünni refleksleri içselleştirmiştir. Bu yüzden kolay kolay atalarından devraldığı Sünni Müslümanların üstünlüğü inancını terk edemez. Nasıl ki tarihte Hıristiyan ve Yahudi’nin bir Müslüman’la eşitliğini ve denkliğini kabul etmediyse, bugün de bir Alevi’nin bir Sünni ile eşit ve eş değer olabileceği bir anlayışı kabule yanaşmaz. Bu sınıfı hem başka demokrasi güçleri yanında özellikle Alevilerin hem de AB- ABD gibi dış aktörlerin zorlaması lazımdır ki, Türkiye’de insan hakları ve din ve inanç özgürlüğü bağlamında ilerlemeler kaydedilebilsin, eşit yurttaşlık alanında bir zihniyet değişimi ve dönüşümü gerçekleşebilsin.    

Ancak ve ancak böyle bir değişimden sonra Aleviler de eşit yurttaş olarak değer görür. İnançları hem devlet hem de toplumda çoğunluk inançla eş ve eşit kabul görür. Örneğin artık Ramazan geldiğinde bir Alevi’nin oruç tutması beklenmez. Gündüz bir şey yerken görülen Aleviler bazı şehir ve kasabalarda öldürülmezler veya eşek sudan gelinceye kadar dövülmezler.

Buna karşılık günümüzdeki mevcut Türk devlet yapısı ve toplum zihniyeti Alevi’yi eşit yurttaş, Aleviliği de Sünniliğe eşit bir inanç olarak görmüyor. O nedenle mevcut sistem ve zihniyet aslında Ramazan’da oruç tutmayan Alevi’nin öldürülmesini ve dövülmesini gizlice onaylamış oluyor.  Çünkü devlet hala Diyanet aracılığıyla Türkiye’de tek inanca hizmet ediyor. Onu meşru görüyor. Diğer inançları, örneğin Aleviliği doğru görmüyor ve hatta küçümsüyor. Devletin bir kurumu böyle yaparsa, onun yönlendirdiği Sünni yurttaş ne yapsın? O da gider oruç tutmayan Alevi’yi döver, öldürür veya namaz kılmayanı hor görür. Türkiye’de başka inanç ve ibadet biçimleri olabileceğini bile aklına getirmez. Zira onu eğiten ve yönlendiren devleti kendi içindeki başka inanç topluluklarını tanımıyordur, bunların ibadetlerini ibadetten, ibadet yerlerini de ibadethaneden saymıyordur. Devletin tek taraflı davrandığı, yurttaşlar arasında kurumsal bir şekilde ayrımcılık uyguladığı bir yerde o niye yapmasın ki… Yapar ve ödüllendirilir bile!

Devlet yurttaşına eşit davranmadığı müddetçe Alevi Ali amca daha çok sokaktaki sıradan Sünni vatandaş Osman amcaya Ramazan’da niye oruç tutmadığı için hesap vermek zorunda kalacaktır. Oysa Aleviliği eşit bir inanç, Alevileri de eşit yurttaşlar olarak görüldüğü bir devlette tüm bunlar yaşanmaz. Ali amca, Osman amcaya niye oruç tutmadığı veya namaz kılmadığı için hesap vermek zorunda kalmadığı gibi, kimse kimsenin inancını da sorgulamaz. Birbirinin inanç ve ibadetine karşılıklı saygı temelinde barış içinde yaşarlar giderler.

Ah ah! Bana o günler o kadar uzak ve hayalmiş gibi gözüküyor ki… Bilmem size de mi öyle geliyor?
 
---------- o O o ------------

Butzbach, 30 Ağustos 2010
 
— Bu Makale Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’nun (AABK) Aylık Yayın Organı Alevilerin Sesi Dergisi’nin 141. Sayısında Yayınlanmıştır —

 
KAYNAK : Alevihaber.com - 20 Eylül 2010

Makale Haberleri

Ölümsüz bir analiz olarak: Büfeci İslamı - Ufuk Güldemir
Ali mi Aleviliği, Alevilik mi Ali'yi yarattı?
Şebnem Korur FİNCANCI yazdı: Aralık 78
Alevi düşmanlığı yapan Rabia Mine'ye PSAKD yöneticisinden cevap
Din ortaklığının kitle kontrol silahı : Korku