Neval OĞAN BALKIZ* / Radikal
Aleviler yalnızca kendileri için değil, Türkiye'de yaşayan herkes için kurtarıcı olacak şekilde, 'eşit yurttaşlık' talebiyle eylemler yapıyor.
AB Demokrasi ve İnsan Hakları Aracı’nın desteği ve kimi Alevi örgütlerinin katkısıyla, ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nün koordinatörlüğünde bir araştırma yapılıyor. Araştırma ‘Türkiye’de Alevi Olmak’ başlığıyla, 18 ayda gerçekleştirildi. Buna göre Aleviler; kamusal veya özel hayatın her alanında, sokakta, sitede, mahallede, mezarlıkta, okulda, istihdam, eğitim, sağlık, belediye hizmetlerine erişim, askerlik hizmetlerinde dezavantajlı olan farklı bir muamele görüyor, ayrıma uğruyor, dışlanıyor, kısıtlanıyor, aşağılanıyor. Malum olan, bilimsel olarak da ilan edilmiş oluyor.
Sürekli ayrımcılık
Türkiye’de; Aleviler gibi Kürtler, Müslüman olmayanlar, farklı cinsel yönelim taşıyanlar ve kadınlar başta olmak üzere belli kesimler, sürekli bir ayrımcılık uygulamasıyla yaşamak zorunda bırakılıyor. Bu gerçeklik, toplumsal ve siyasal alanda, acil çözüm gerektiren bir demokrasi sorunu olarak görülmüyor. Aksine toplumda; devlet karşısında tabiiyete indirgenmiş yurttaşlık ilişkisinde, merkez özne kabul edilen bireyin sahip olduğu (Türk, Sünni Müslüman, erkek) özellikleri taşıyan hâkim çoğunluk; bu özelliklere veya herhangi birine sahip olmayan, farklı bir etnik köken, inanç, cinsiyet vs taşıdıkları için ‘öteki’ kabul edilenlere karşı yapılan her türlü ayrımcı uygulamayı; bilgisel temelden uzak tarihsel ve kültürel temelli önyargı, korku ve güvenlik algısı gibi gerekçelerle, ahlaken ve hukuken meşru görebiliyor.
Toplumun bu rızası karşısında ayrımcılık, siyasi alanda merkeze oturan bir politik söylem haline geliyor. Bu süreç bütün ülkelerde benzer.
S. Zizek’in yerinde saptamasıyla bu yüzyılın vizyonunu, ‘doğrudan barbarlıktan insan yüzlü barbarlığa geçiş’ oluşturuyor. Her tür kemer sıkma önleminin (ücretlerde kesinti, sağlık ve eğitim hizmetlerinde kısıntı, iş güvencesinde azalma) eşliğinde, bir ekonomik olağanüstü halin-krizin-süreklileştiği yeni bir döneme giriliyor. Devlet gücünü kullanan hükümetlerin yaptığı da depolitize bir uzman idaresi ve çıkarların koordinasyonundan ibaret. İnsanları bu tür siyasete seferber etmek için kullanılan tek yol, ‘korku’ oluyor. Toplumda farklı olandan, göçmenlerden, korku, ekolojik felaketten korku vb. Böyle bir siyaset, korkmuş insanların korkutucu biçimde harekete geçirilmesine dayanıyor. Bu amaçla farklı din, ırk, cins, inanç, vb karşıtı söylemler, siyasetin merkezine oturuyor.
‘Dedelerden talimat’
Başbakanın referandum öncesi; HSYK’daki değişikliği anlatırken Alevileri suçlaması: “Artık dedelerden talimat alarak oy atma dönemi bitiyor” ve ‘Minareler Süngümüz’ adlı şiiri okuması dolayısıyla aldığı mahkûmiyeti kastederek “Artık yargı ideolojik davranmayacak, bana davrandı. Yargıtay’da maalesef belli bir mezhebi grup bu noktada öyle yaklaştı” şeklinde açıklamalarda bulunması, böyle okunmalı. Açılım adı altında girişimlerde bulunuyor görüntüsü yaratılırken, Alevi kesimin taleplerinin görmezden gelinmesi ve bu kesimin Diyanet tarafından tehdit sayılması, bu siyaset anlayışının örnekleri. Böylece hükümet; Alevilere doğrudan karşıt olmayı demokrasi tik standartları itibariyle kabul edilemez buluyor. Öte yandan Alevileri nasıl gördüğünü ortaya koyan uygulamaları, ‘mantıklı şekilde!’ devreye sokuyor. Bu kesimin gözünün içine bakıp “Arif Sağ ve Sabahat Akkiraz gibi müzisyenleri alkışlamaktan imtina etmiyoruz. Sizden kimsenin öldürülmesini veya sürülmesini istemiyoruz. Fakat daima kestirilemez olan Alevilere karşı şiddet yüklü karşıtlığı önlemenin en iyi yolunun, ‘mantıklı(!)’ bir karşıt öfke örgütlemek! olduğunu düşünüyoruz” diyor.
Aleviler artık bu söylemi tanıyor. Sınırları, üyelerinin ortak inanç ve kültür özelliğine göre çizilen Alevilik kimliğinin bilinciyle karşı çıkıyor. Amin Maalouf’un belirttiği gibi: “... insanlar kendini en fazla saldırıya uğrayan aidiyetleriyle tanımlamaya eğimlidir. Kimi zaman bu aidiyeti savunacak gücü kendilerinde bulamadıklarında onu gizlerler, bu durumda o, onların içlerinin derinliklerinde kalır, ister sahip çıkılsın ister gizlensin, kendilerini özdeşleştirdikleri kimlik odur. Onu paylaşanlar dayanışma içinde olduklarını hisseder, birbirlerine karşılıklı cesaret verirler. Onlar için kimliğini kabul etmek, zorunlu olarak kurtarıcı bir cesaret eylemi haline gelir.”
Aleviler de yalnızca kendileri için değil, ülkedeki herkes için kurtarıcı olacak şekilde, ‘eşit yurttaşlık’ talebiyle kitlesel eylemler gerçekleştiriyor. ‘Ayırımcılığa uğramama hakkı’ ile ‘yurttaş’ olma kavramını gündeme taşıyor. 1980 sonrasında, dinin millet tanımında yer alması ile geliştirilen “Türkiye’de yaşayan tüm fertler milletin parçası, fakat dini düzlemde bazıları diğerlerinden daha fazla milleti meydana getiren gruba dahil” yönlü söylemde içerici ama pratikte dışlayıcı, dine dayalı özcü yaklaşımın terk edilmesini istiyor. Yurttaşlığın tabiiyet ilişkisi değil, demokrasi gereği, “hukuki, siyasi ve sosyal haklar olmak üzere üç boyutlu siyasal bir etkinlik ve hukuksal statü olmasını talep ediyor.” Bunun gereği olarak çoğunluğun mensup olduğundan farklı bir inanca (veya etnik kökene, felsefeye, cinsel yönelime vs) sahip olanların veya dini inancı olmayanların, yurttaş olarak ayırımcı muamele görmemelerinin temel bir kişi hakkı olduğunu, bu anlamda Alevi olma özelliğinin yurttaşlıkla ilgili pozitif veya negatif sonuç doğurmaması gerektiğini haykırıyor. Özetle Aleviler, “çok inançlı toplumlarda demokratik bir düzeni hâkim kılmak ve insan haklarını korumak için devletin laiklik ilkesine tam bağlı olması gerektiğinin” bilincinde ve hükümeti buna davet ediyor. Bu sese kulak verin.
*Dr., Hukukçu/Akademisyen
Radikal - 03.12.2010