Hüseyin DEMİRTAŞ
Başta Türkiye olmak üzere dünyanın başka ülkelerinde Sünniler ile yan yana yaşayan Aleviler her yönden büyük bir abluka alınmış durumda. Bu abluka özellikle dinsel, siyasal, ekonomik ve toplumsal alanlarda kendini gösteriyor. Dinsel baskılar herkesin malumu. “Aleviyim” diye kendini açıkça deklare eden herkes, bu baskıları bazen arada sırada, çoğunlukla da sürekli şekilde hissetmeye ve yaşamaya devam ediyor.
Zorunlu din dersleri, ders kitaplarındaki tek taraflı bilgiler, Diyanet, Kuran kursları, imam-hatip okulları, ilahiyat fakülteleri yoluyla Türkiye’de devlet toplum üzerinde Sünni bir ideolojik hegemonya-egemenlik kurmuş bulunuyor. İşte bu hegemonya Aleviler üzerindeki ablukayı her geçen gün ağırlaştırıyor.
Alevilere yapılan baskılar ve uygulanan abluka sadece inanç boyutuyla sınırlı kalsa bir ölçüde çekilebilir olurdu. Tarihte zaten bu tür baskılar hiç eksik olmamıştı ve buna rağmen Alevilik yaşamaya devam etmişti.
Oysa günümüzde şartlar değişti. Eskiden yüzde yüzlere varan bir oranda köylerde yaşayan Aleviler bugün kentleşti. Ezici çoğunluk kentlerde yaşıyor artık. Kentleşme uygarlık demektir. Uygarlık ise Alevileri otomatikman siyasal, ekonomik ve toplumsal bir rekabetin içine soktu. Pratikte rekabet eşit şartlarda yürümüyor. Nedeni de Türkiye’de pastanın çoktan büyük oranda paylaşılmış olmasıdır. Bu pastanın yapılmasında büyük emekleri olmasına rağmen, maalesef dağıtımda Alevilere neredeyse hiç pay verilmemiş. Bugün ise Aleviler başta ekonomi ve siyaset olmak üzere aslında Türkiye toplumunun tümünün ortak ürünü olan değişik lezzetlerdeki bu pastalardan gücü ve ağırlığı kadar pay kapmaya çalışıyorlar ama iktidar sahipleri tek başlarına el koydukları bu pastalardan sonradan sahneye çıkan Alevilere zırnık koklatmamakta ısrar ediyorlar. Cemevlerinin ibadet yeri olarak kabul edilmemesi, zorunlu din derslerinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararına rağmen kaldırılmaması vs. bütün bu ısrarın somut göstergeleridir.
Bunlar sanki sadece inanç alanıyla sınırlıymış gibi görünse de, aslında Türkiye’de Alevilik ve Alevilerin sorun olarak algılanması özünde ekonomiktir. Tam da bu nedenle Alevilerin yukarıdaki türden taleplerinin birinin dahi kabul edilmesi halinde, Türkiye’deki mevcut eşitsiz denge-yapı çökeceği için taraflar tüm güçleriyle direniyorlar.
TÜRKİYE’DE DEVLET VE İKTİDARIN YAPISI
Şunu demek istiyoruz: Türkiye’de zaten sistem Türk-Müslüman-Sünni üçgeni üzerine kurulmuştur. İktidar merkezi de bu tanıma uygun vatandaşların öne çıkanlarından oluşmuştur. AKP iktidara gelene kadar bu merkeze önemli ölçüde Türk-Müslüman-Sünni ve de Türkiye’ye özgü laik olan kanat hâkimdi. Kanadın bileşenleriyse, sivil-asker yüksek bürokrasi; (Ordu, yüksek yargı, dışişleri, üniversiteler) Sabancı, Koç, Eczacıbaşı gibi büyük sermaye idi. Türkiye’de düne kadar hayatın her alanını bunlar şekillendiriyordu. Kısaca ekonomide, siyasette belirleyici güç bunlardı. Gerçi siyaset hep vesayet altındaydı. Hâlâ da öyle ama vesayet altında da olsa bu kanalı iyi kullanan Anadolu Sermayesi öyle güçlendi ki, sonunda kendi temsilcisi olan AKP’yi iktidara getirdi. Anadolu Sermayesi ise küçük esnaflıktan palazlandığından muhafazakârdı. Şimdi bunlar mevcut laik asıl iktidar kanadına diyorlar ki, “Paraysa, para artık en az sizdeki kadar bizde de var. Asıl iktidara eşit ortak olmak istiyoruz. Türklük, Müslümanlık ve Sünnilik tamam da şu laik olmaya itirazımız var. Gelin bunu biraz tavsatalım da, eskiden olduğu gibi sürüyü (halkı sürü, kendilerini de çoban olarak görür bunların ikisi de) gütmeye birlikte devam edelim.” Kısaca sorun Sünniliğin veya Müslümanlığın dozajıyla ilgilidir, kendisiyle değil!
Tüm bu AKP’yi kapatma davasının, türban tartışmasının ve Ergenekon soruşturmasının temelinde de bu paylaşım kavgası yatar. Yani ülkemize özgü laik ve laik olmayan egemenlerin iktidar savaşıdır bu yaşananlar. Bunlar uzlaşsalar da, şimdilik öyle görünüyor, çatışmayı sürdürseler de halkın çoğunluğu ezilmeye, sömürülmeye, tersanelerde egemenlerin ceplerini daha fazla doldurmaları uğruna ölmeye devam eder. Tabii ki, Ergenekon’u taraflardan hiçbirinin peşine takılmadan önemsemek gerekiyor. Ne de olsa derin devlette en küçüğünden de olsa bir gedik açmak kuşkusuz büyük kazanımdır.
SERMAYEYE SÜNNİLİĞİN TONLARI HÂKİM
Diyeceksiniz ki, bu denklemde Alevilerin yeri neresi? Şimdi sistem karşısında ezilenleri de kendi içinde sınıflandırmak gerekiyor. Ezilen var “ezilen” var… Ezilenler arasında örneğin bir Sünni ile Alevi aynı değil. Hatta Sünni bir Kürt ile Alevi bir Kürt bile aynı değil. Ezilmenin dereceleri var. Türk ve Sünni olan bir vatandaşın kendi içinden çıkmış temsilcileri var iktidarın hem asıl (sivil-asker bürokrasi) hem de alt (hükümet) kanadında. Sıradan bir Sünni emekçi iktidarın her iki kanadı tarafından şimdilik ezilse bile, sistem Türk-Müslüman-Sünni öncelikli kurulduğu ve çalıştığından bu kişinin kendisinin olmasa bile çoluk-çocuğunun veya hali hazırda kendi gibi birilerinin önü açıktır. Sonuçta ülkenin zenginliklerinin şimdiki ve gelecekteki ortağı olma imkânı mevcut. Bu imkânları teori ve pratikte her an test edebiliriz.
Tezimizi somut bir örnekle biraz karikatürize ederek açarsak, varsayalım ki biri Sünni diğeri Alevi iki işçi ağır çalışma koşullarına rağmen Tuzla’daki bir tersanede çalışıyor. Bilinçli bir Alevi zaten tarihten gelen haksızlıklara karşı koyma geleneğinden dolayı bu koşullara itiraz eder, işten hemen çıkarılır. Şansı varsa çıkarılmaz ama hemen her şeyi kabullenmediğinden tersane içinde ağzıyla kuşta tutsa ustabaşı filan olamaz, yapmazlar onu. Velev ki bu Alevi işçi çok uyumlu biri bile olsa, “Adı çıktı dokuza, inmez sekize” atasözünde olduğu gibi, Aleviler genel Sünni toplumca açık konuşalım, potansiyel olarak suçlu veya en azından mevcut koşullara itiraz eder görülürler. İşte bu zihniyetten dolayı da bu işçi baştan tüm yükselme şanslarını kaybeder.
Diğer iş arkadaşı Sünni ise zaten kaderci ve verilen emre itaatçi bir geleneğin içinden çıkıp gelmektedir. Koşullar çok ağır da olsa pek itiraz etmez. Etse de “Solculardan, Alevilerden etkilenmiştir” denilir. Bazen işten atılır ama bu tür insanlar köyün delisi olarak görüldüğünden, “isyankâr da olsa bizim çocuğumuzdur” denildiğinden ıslah olması beklenir ve çoğunlukla tersanede devamen çalışmalarına göz yumulur. Ne de olsa Alevi hem toplumda hem de o işyerinde azdır. Atarsın kurtulursun! Ya Sünniler? Onlar atmakla tükenmez. Hem onu at bunu at, kimi sömürerek artı değer elde edecek patron? Ne güzel Sünniler arada bazıları dik kafalı çıksa da çoğunlukla kaderine razı oluyorlar. İşveren bu fırsatı değerlendirmesin de ne yapsın?
Yine farz edelim ki, bu Alevi ve Sünni işçilerin birer oğlu olsun. İkisi de başarılı birer öğrencidir ve askeri liseye girmek istesinler. Alevi çocuğu eğer Tuncelili veya Sivaslı ise ağzıyla kuş tutsa buraya büyük ihtimalle giremez. Girse bile okulu bitirip bitiremeyeceği kuşkuludur. Hadi bitirdi diyelim, yükseleceği en son rütbe şansı varsa albaylıktır. General olması mümkün değildir. İtiraz edip “mümkündür” diyenler, 85 yıllık Türkiye tarihinde orduda görev yapan yüzlerce generalin içinden 10 Alevi adı sayabilirler mi?
Askeri okula almadılarsa bu Alevi çocuğu bari polis olayım dese işi daha da zordur. Orduda alt kademelerde Alevilerin az da olsa şansı vardır ama Emniyette hiç mümkün değildir bir Alevi’nin kendini çok iyi gizlemiyorsa yer edinebilmesi. Öyle ki Emniyet özellikle 1980’den sonra MHP’lilerin şimdiyse tamamen Fethullahçıların kontrolündedir.
Anlaşılacağı gibi Alevi’nin önü burada da kapalıdır. Gelelim sivil alanlara. Bu Alevi çocuğu siyasal bilgileri bitirsin ve kaymakam olmak için başvursun. İşte burada Alevi’nin işi zorların da zorudur. Malum İçişleri Bakanlığı hep sağcıların elinde olmuştur ta 1950’lerden bu yana. Hem de sağın ve İslamcılığın tüm renkleri bu bakanlıkta kadrolaşmıştır. Bir Alevi’yi içişlerine çok zor alırlar. Alsalar bile o kişi sittin sene de geçse kaymakam veya mal müdürü olarak kalır. Birlikte mezun olduğu Sünni arkadaşları bir bakarsınız vali, bir bakarsınız il emniyet müdürü olmuştur. Sonra bir sağ partiden milletvekili seçilip İçişleri Bakanı!
ALEVİLER SIKIŞMIŞ VAZİYETTE
Gördünüz mü bir Alevi’nin önü ne kadar da büyük ve önemli engellerle dolu?
Diğer Sünni işçinin çocuğunun askeri okula girmesi ve subay olduktan sonra yükselmesinin önünde eğer dine aşırı bir düşkünlüğü, sola da bir eğilimi yoksa hiçbir engel ve sınır bulunmaz. Şansı varsa Genel Kurmay Başkanı da olur, bir imam çocuğu olduğunu meydanlarda hep gururla haykırmış olan Kenan Evren gibi darbe yapıp, kendini Cumhurbaşkanı bile seçtirir. Dindar biriyse de askeri liseye giremedim diye dert etmez. Gider siyasalda okuyarak, kaymakam, vali, emniyet müdürü olur veya Süleyman Demirel ile Turgut Özal gibi mühendislik tahsili yaparak, ilerde önce Başbakanlığa sonrada Cumhurbaşkanlığına yükselebilir. Öğrenciliği boyunca da eğer babasının maddi durumu iyi değilse ona Fethullahçılar, Süleymancılar, Nakşibendîler benzeri tarikatlar, dini gruplar kucak açar, burs verir ve rahatça okulunu bitirir.
Bütün bunlar diğer Alevi işçinin çocuğunun rüyasında görse inanamayacağı şeylerdir. Aleviler oyuna 5–0 yenik başlamıştır çünkü. Sistem Sünni’ye göre dizayn edildiğinden fakir çocuğu da olsa bir Sünni Türkiye’de imtiyazlı (ayrıcalıklı) olarak dünyaya gelir. Kanunlar önünde herkes eşit denilse de Türkiye’de Sünniler daha da eşittir. Bu “eşitlik içinde eşitsizliğin” ne menem bir şey olduğunu da bizzat yaşayanlar, yani Aleviler bilir. Sünni kökenli bir insan solcu da olsa ateistte olsa tüm bu dışlamaları hiç anlayamaz diyemeyiz ama bir noktaya kadar anlar ve kavrayabilir. Solcu biri ne de olsa Sünni kökeninden dolayı egemen grubun bir insanıdır ve bunun getirdiği ayrıcalıklardan şöyle veya böyle yararlanır. Türkiye solu ve sosyalist hareketinin Alevileri bir türlü anlayamamasının altında da bu olgu yatar.
Bir de Aleviler yaşadıkları mağduriyetleri dile getirdiğinde veya bir hak talebinde bulunduğunda, “Türkiye’de hak ve özgürlüklerden yararlanmada veya devlet memuriyetine alınmada vatandaşların dinsel inançları temelinde bir ayrım yapılmaz” ezberi tekrarlanır. Hâlbuki bu cümlenin başta Aleviler olmak üzere diğer etnik ve dinsel topluluklar için günlük hayatta hiçbir karşılığı yoktur. Eğer uygulamada bu anlayış geçerli olsaydı, 400’ü aşkın genel müdür, 81 il valisi, 893 kaymakam, bine yakın il ve ilçe emniyet müdürü arasında çok sayıda Alevi, onlarca Roman, en azından birkaç Ermeni, Rum ve Yahudi vatandaşımız bulunurdu. Bunları dillendirince Alevilere diyorlar ki, “Ordu Alevi dolu ama kendilerini saklıyorlar!” Problem de bu ya zaten! Türkiye’de hangi makamda olursa olsun, bir Sünni kendini gizleyip saklamıyor da, niye hep Aleviler saklıyor? Demek ki, Aleviler üzerinde çok büyük bir baskı var Türkiye’de. Böyle olmasa bir Alevi kimliğini niye gizlesin? Hem orduda binlerce Alevi varsa, neden bugüne kadar bir cemevinden bir tek emekli general veya yüksek rütbeli subay cenazesi kaldırılmadı? Keza üst düzey bir bürokrat cenazesinin cemevinden kaldırılışına da şahit olmadı daha Türkiye… İşin aslı şu: Anılan makamlarda Alevi’nin dirisi yok ki, ölüsü olsun!
SERMAYENİN DİNDAR VE LAİK RENKLERİ
Özetle Alevilerin Türkiye toplumu içindeki dramı işte buralarda yatar ama filmin devamı da var…
İnanç dâhil bütün üstyapı kurumlarının asıl belirleyicisi olan ekonomideki durum daha berbattır. Aleviler kentleşme ve uygarlık trenine sonradan bindiklerinden, ekonominin subaşları sermayenin dindar ve laik renkleri tarafından çok önceden tutulmuştur.
Sonuçta İstanbul Büyük Sermayesi de, hali hazırda Tayyip Erdoğan’ın şemsiyesi altında büyük adımlarla ilerlemeye devam eden yeşil renkli Anadolu Sermayesi de özünde Sünni’dir. Bir şekilde kendinden olmayana düşmandır. Bunların her ikisi de sınıfsal refleksleri gereği Alevi bir rakip sermaye grubunu pek istemezler. Bir parantez açarak hemen ilave edelim, Büyük Sermaye diğer rakiplerinin kendisine zaten yetişemeyeceğini bildiğinden olası bir Alevi Sermayesi’ni laik ve modernist karakterinden dolayı kendine müttefik bile görebilir. Buna karşın Anadolu Sermayesi, yeni oluşacak güçlü bir Alevi Sermayesi’ni bırakınız rakip, İslamcı-Sünni bir tabana yaslandığından dolayı hem büyük bir tehdit hem de düşman olarak algılar… Bu tespit ayakları yere basmayan bir tespit değildir. Nitekim söz konusu düşmanlığın izleri geçmişten günümüze kadar sürülebilir. İlk başta hemen akla gelen örnek şudur: 1970’li yıllarda Anadolu’da bugün Anadolu Sermayesi adını alanlar henüz küçük esnafken ve Kapıkule’den ötesini bilmezken Sivas, Maraş, Malatya ve Çorum gibi kentlerde Avrupa ülkelerinde çalışarak elde ettikleri birikimlerle bir Alevi Sermayesi palazlanmaya başlamıştı. Gel gör ki bunlar “Komünizm karşıtlığı” bahanesiyle çıkarılan kanlı olaylarla hem yukarda devlete hâkim olan İstanbul Sermayesi’nin hem de altta günümüzün eşleri türbanlı Anadolu kökenli işadamlarının o zaman esnaf ve eşraf olan babalarının desteğiyle doğmadan boğulmuştur. Bu katliamlardan ürken Alevi esnaf ya bu kentleri terk etmiş veya içine kapanarak denklemin dışına sürüklenmiştir.
Rahatlıkla diyebiliriz ki, günümüzde Türkiye’de yeni bir sermaye birikimi yapmanın önü özellikle Aleviler gibi dezavantajlı gruplar için artık büyük ölçüde kapanmıştır.
Zaten tarihte de hep böyle olmuştur. Geçmişten günümüze dünya genelinde Yahudiler, Hindistan’da Sihler, Uzakdoğu’daki Endonezya ve Malezya’da Çinliler, Akdeniz ülkelerinde Levantenler ve bir dönem Ermeniler hariç tutulursa hiçbir azınlık grubu çoğunluğu aşarak zenginleşememiş ve etkili bir sermaye birikimine erişememiştir.
Peki, şu anda Türkiye’de hiç mi Alevi Sermayesi yoktur? Süzerler, Polatlar, büyük bölümü Cem Vakfı çatısı altında toplanan orta ve ortanın üstü büyüklükteki irili ufaklı şirketleri nereye koyacağız?
BİR ALEVİ SERMAYESİ VAR MI?
Evet, bu şirketleri kaba bir bakışla Alevi Sermayesi diye sınıflandırabiliriz ama sermaye ile zengini birbirine karıştırmamak gerekiyor. Bunlar sermaye grubu değil olsa olsa Alevi kökenli zenginlerdir. Öyle Anadolu Sermayesi’ndeki gibi Alevilik merkezli ortak bir refleksleri ve merkeze kendi renklerini vurmaya çalışmak gibi bir kaygıları pek yoktur. Merkezi siyasette bir belirleyicilikleri bulunmaz, çünkü bunların devlet katında güçlü bir siyasi partinin çekirdeğinde doğrudan temsilcileri yoktur. Varsa da etkin değillerdir. Bu da Türkiye’de her zaman zengin yaratmanın en etkili yolu olmuş kredi dağıtma, ihale, teşvik mekanizmalarının hep uzağında olmak demektir. Bunun içindir ki, Alevi zenginleri görece de olsa özerk bir yapı oluşturamadığından, kâh hükümete göz kırpar, kâh İstanbul Sermayesi’ne pas gönderir. Çoğu zaman da Atatürkçülük ve cumhuriyet değerlerine vurguyla orduya ve içe kapanmacı, ulusalcı, küresel rekabette yarış edemeyeceğinden sözde ABD-AB karşıtı kesilen aslında yine Büyük Sermaye ve asker-sivil yüksek bürokrasinin (egemen devlet sınıfları) müttefiki, ortanın üstü büyüklükteki şirketlerin oluşturduğu Ulusalcı Sermaye ile yan yana durmayı tercih ederler. Bu bağlamda Türkiye’de olası bir Alevi Sermayesi’nin nüvelerini teşkil eden Cem Vakfı çevresinde öbeklenmiş işadamları andığımız türden ilişki biçimlerinin geniş örneklerini sergilerler.
Aslında Alevi zenginlerinin bu yalpalayıcı ve kararsız tavrı da Aleviliğin Türkiye’de sistem nezdinde, yani hem sivil-asker bürokrasi hem de AKP Hükümeti tarafından legal bir kimlik olarak tanınmamasından kaynaklanır. Hâlbuki sisteme herhangi bir şekilde eklemlenmediyseniz; yani devletten, belediyelerden ihaleler, muafiyetler, teşvikler, kredi vs. verilmiyorsa bir sermaye grubu oluşturamazsınız. Bu nedenle Türkiye’de bağımsız bir Alevi Sermayesi henüz oluşmamıştır. Varmış gibi görünenler de daha sermaye birikimi aşamasında olan, aralarındaki bağlar gevşek ve atomize karakterdeki Alevi zenginleridir.
İşin aslına bakılırsa, devlet destekleri olmasa bugünkü Anadolu Sermayesi de oluşamazdı ve esnaflıktan bir adım öte gidemezdi. Zira sermaye grubu olmak için devlet desteği zorunlu bir şarttır. Ayrıca Anadolu Sermayesi’nin son 30 yılda petrol zengini Arap finans çevrelerini arkasına aldığını ve AKP Genel Başkan Yardımcısı Mir Mehmet Dengir Fırat örneğinde kesin kanıtlarıyla görüldüğü gibi bu kesimlerin narko-dolarlardan (uyuşturucu ticareti) bir hayli beslendiği gerçeğini akılda tutmalıyız.
Keza sermaye bir kez güçlendi mi, arkasından hemen devlet iktidarından pay ister. Bu anlamda da Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmesi, Büyük Sermaye’ye çıkarlarının zedelenmeyeceği garantisi vererek Türkiye’yi bir dönem daha yönetecek siyasi güce erişmesi yanında, eşleri türbanlı başbakan ve cumhurbaşkanının artık normalleşmesi Anadolu Sermayesi adına büyük bir başarı ve zaferdir. Oysa Anadolu Sermayesi, Büyük Sermaye ile aşık atacak düzeye gelmeseydi Türkiye’de bunların hiçbirisi mümkün ol(a)mazdı. Nitekim 1997’de Anadolu Sermayesi bugünkü kadar güçlü olmadığından Erbakan’ın 28 Şubat Süreci’yle apar topar iktidardan çekilmek zorunda bırakıldığını hatırlarsak mesele iyice anlaşılır hale gelir.
ALEVİ SERMAYESİ HANGİ AŞAMADA?
O halde Alevilerin bütünlüklü bir sermaye grubuna sahip olmamaları ne anlama geliyor?
Her şeyden önce kapitalist üretim ilişkilerinin geçerli olduğu günümüzde sermaye yani para olmadan bir şey olmaz. Prof. Dr. Osman Altuğ’un deyimiyle, “Bugün paran kadar Müslüman’sın, paran kadar dindarsın!” Bu sözü bireysel anlamıyla ele aldığımızda pek bir şey ifade etmiyor ama toplumsal olarak oldukça açıklayıcı. Düşünün bir kez, Türkiye’de Anadolu Sermayesi bu kadar güçlenmeseydi, İslam, dindarlık, muhafazakârlık, sayıları hızla artan başörtülü kadınlar bu kadar görünür olabilir miydi? Her hangi bir kimse, cemaat ya da topluluk dinsel merkezli hak taleplerinde bulunabilir miydi? Fethullah Hoca’nın cemaati 35 milyar dolara hükmetmese, kendisi ve cemaati bu kadar gündemde olabilir, Samanyolu TV, Mehtap TV, Amerika’da İngilizce yayın yapan Ebru TV; mürit işadamlarının finansmanıyla çoğunluğu bedavaya dağıtılması sayesinde en çok satan gazete unvanını kazanan Zaman nasıl ayakta kalabilirdi? Fethullahçılar hükümeti bile yönlendirme gücünü nereden alıyor acaba? Bütün bunlar herhalde Fethullah Hoca’nın vaazlarında sürekli sulu sepken gözyaşı dökmesiyle olmuyor. Ya neyle oluyor? Elbette ki parayla!
Diğer yandan bugün Alevilerin kamuoyunda daha görünür olması ve kimlik temelli hak taleplerinde bulunmaya başlaması da Alevilerin belli bir refah düzeyini yakalaması, eğitim seviyelerinin artması ve bir kesiminin henüz Anadolu Sermayesi ile karşılaştırılamasa da orta dereceye yaklaşan bir sermaye birikimi oluşturmasının sonucudur. Düşünün bir kez, Aleviler andığımız türden bir aşamaya gelmese bugün Yol, Cem, Su, Dem, Kanal 12 gibi televizyonlar kurulabilir miydi? Elbette Alevi sermayeli bu kanallar henüz mütevazı kuruluşlardır ama vardırlar artık. Zaten bu mütevazı oluşta adı üstünde Alevi Sermayesi’nin henüz emekleme evresinde oluşunun en büyük kanıtıdır.
Bu arada Alevi Sermayesi söz konusu olunca, Türkiye dışında yaşayan Alevilerin bu gelişmede motor güç olduğunun altını çizmek gerekiyor. Anadolu Sermayesi içinde de Avrupa’da yaşayan taşra kökenli Sünni vatandaşların payı büyük olmasına rağmen, bunlar belirleyici konumda değildir. Alevilerde ise yurtdışı daha belirleyici ve ön plandadır. Örnek olarak Anadolu kökenli sermayedarlar kurdukları naylon holdingler aracılığıyla para toplarken de, daha öncesinde de din merkezli hareket etmişlerdir. Buna karşılık Alevi hareketi Avrupa’da gelişip örgütlendikten ve Türkiye’ye etki etmeye başladıktan nice sonra bazı Alevi zenginler Alevi olduklarını hatırlayıp, Cem Vakfı ve başka Alevi kurumları etrafında cılız da olsa kümelenme yoluna gitmiştir.
Ancak biz Türkiye’de Alevi zenginlerin Alevi olduklarını hemen ilk bakışta anlayamayız. Bu da Aleviler hem toplumda ve hem de ekonomide sayısal olarak azınlıkta olduklarından kör gözüm parmağına hesabı kimliklerini, Anadolu kökenli Sünni sermayedarlarda olduğu gibi açıkça vurgulayamadıklarından kaynaklanır. Kısacası Anadolu Sermayesi’nde dinle-tarikatla ticaret ve siyaset hep iç içedir. Alevilerde ise dini köken ve kimlik söz konusu olamaz, zira böylesine bir vurgu çevresi Büyük Sermaye ve Anadolu Sermayesi’nce kuşatıldığından hareket alanını daha da daraltıcı bir etki yapar. O nedenle Alevi zengini hep savunmacı, alttan alıcı, kimliğini gizlemese de mümkün olduğunca geri planda tutmak zorundadır. Alevi bir işadamı bir kez Alevilikten bahsetse, hemen mezhepçi ilan edilirken, aynı şeyi Sünni biri yapsa baş tacı edilir; ihalelerde, kredi almada kayırılır. Türkiye’de iş dünyasında Alevilikten söz etmek hep kaybettirir; İslam’ı, Sünniliği dilinden düşürmemekse daima ödüllendirilir.
Tablo böylesine olumsuzken Aleviler ne yapabilir? Nasıl hareket ederek Türkiye toplumu içindeki bu ekonomik ve sosyal yönden iç karartıcı konumlarını değiştirebilirler? Bu makûs talih ne şekilde ve hangi metodları kullanarak yenilebilir?
Bu soruların cevapları çok uzun, çok yönlü ve oldukça karmaşık… Tüm Aleviler ve Alevi dostları üzerinde ısrarla düşünmekten ve kafa yormaktan geri kalmamalıdır. Bunlara bizim kendimize göre cevaplarımız ise bir başka yazının konusu olacak…
--------- o O o --------
Butzbach, 30 Eylül 2008
— Bu Makale Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) Resmi Yayın Organı Alevilerin Sesi Dergisi’nin 120. Sayısı İçin Kaleme alınmıştır —
Alevihaber.com - 21 Kasım 2008