Doç.Dr.Erol Göka / Haber10.com
“Alevi açılımı”yla birlikte Hükümetin demokratikleşme konusundaki atılımlarına bir yenisi daha eklendi. Akademisyenleri bir araya getirmeyi amaçlayan, katılımcıları arasında benim de bulunduğum, Alevi Çalıştaylarının ikincisi de başarıyla yapıldı. Emeği geçenleri kutluyor, emeklerin zayi olmaması için dua ediyorum. Bu çalıştayda ortaya koymaya çalıştığım görüşlerimi bir de sizlerle paylaşmak istiyorum.
Değerli ağabeyim, ülkemizin önemli düşünce insanlarından Durmuş Hocaoğlu, “Kürt sorunu”na yeni yeni “Kürt sorunu” denilmeye başladığı dönemde, kendi meşrebince bu duruma itiraz ediyor, “böyle giderse bir de Türk sorunu ortaya çıkar ki, baş etmesi çok güç olur” demeye getiren yazılar kalem alıyordu. Bence demokratikleşme anlamında bir “Türk sorunu” zaten vardı ve üstelik “Kürt sorunu”undan da derin kökleri bulunuyordu. “Türk sorunu” dediğim “Alevi sorunu”ndan başkası değildir.
Türk etnisitesinden gelen insanlar, bugün milletimizin ana omurgasını teşkil etmektedir ve onların kararı ve onayı olmaksızın temel alanlarda demokratikleşmenin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bir başka deyişle, ülkemizde gerçekten adına layık bir demokratikleşme gerçekleşecekse eğer bu süreçte aslan payı, ana omurgayı oluşturan Türk etnisitesinden gelen, etnik kimliği Türk olan insanların olacaktır. Ama kahir ekseriyeti oluşturan Türk etnik kimliğinden olan insanların, demokratikleşme konusunda atacakları adımların kendilerinin de ikna olduğu sağlamlıkta olabilmesi için şaşmaz bir psikolojik ölçüt vardır. Demokrasiyi gerçekten içine sindirmiş olmak…
Milletimiz, bir beka mücadelesinin ardından, imparatorluğun külleri arasından kendi devletini kurma kurdu. Bir süre sonra da egemenliğin kayıtsız şartsız kendisinin olduğunu gerçekten göstermeye, devletin rotasını demokratikleşmeye doğru çevirmeye çalıştı. Bunu hem “ispatı rüşd” için hem de dış dünyadan kopmamak adına yapıyordu. Dış dünyada olan her türlü olumlu gelişimin kendi ülkesinde de olmasını istiyor, buna layık olduğunu düşünüyordu. Milletimiz, demokratikleşme mücadelesini bugün belli bir noktaya getirmiştir. Öyle bir noktaya gelinmiştir ki, bundan sonra atılacak adımlar için demokrasiyi gerçekten içine sindirmiş olması şartı gereklidir. Tamam, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olacağı konusunda belli bir kararlılık gösterilmiştir ama artık egemen olan millet kendi içindeki farklılıklar konusunda da aynı demokratik tavır sürdürebilecek midir? Can alıcı soru, budur. Bu soruya cevap verebilmek, demokrasiyi içine sindirdiğini gösterebilmek için de bir psikolojik ölçüt bulunuyor.
Kendi içinde, kendi iç farklılıklarına karşı demokratik bir tutum alamayanların dışarıya, kendilerinden nispeten daha farklı bir kimlikleri olduğunu söyleyenlere karşı demokratik bir tavır içinde olmaları beklenemez. Burada “kendisi” derken, açık seçik bir biçimde, Türk etnik kimliğine bağlı olduğunu söyleyen, milletimizin kahir ekseriyetini oluşturan insanları kast ediyoruz. Elbette Aleviliğin çok tartışma gerektiren; siyasal, sosyolojik, ilahiyatla ilgili yanları vardır. Bazıları, Kürt ve Arap kökenli Alevileri göstererek Aleviliğin Türklükle ilgili bir şey olmadığını da ileri sürebilirler. Biz şimdilik bu tartışmalara girmeyeceğiz. Sadece ayrıntılarına ve gerekçelerine dalmadan, Aleviliğin Şiilikten apayrı olmasa bile ayrı ele alınması gerektiğini söyleyeceğiz. Ayrıca ilave edeceğiz: Bugüne kadar üzerinde büyük ölçüde bilimsel mukabakat sağlanmıştır ki, Türkçe konuşan, ibadetlerini Türkçe yapan Alevi topluluklarının inanç örüntülerinde Türklerin İslam dairesine girmezden önceki inançlarının büyük tesiri vardır. Eski Türk inançlarıyla Alevilik arasındaki bağlantılar tartışmaya yer bıraktırmayacak kadar açıktır. Yani Alevilik inanç örüntüsü açısından, İslam tarihi içinde ama daha ziyade Türklerin tarihsel sosyolojileri ve psikolojileri içinde ele alınması gereken bir konudur.
Alevilik, yalnızca inanç örüntüsü açısından değil, toplumsal-psikolojik yapı analizi açısından da büyük ölçüde Türk tarihinin bir ürünü olarak görünmektedir. Eski Türk inançlarının Türklerin göçebe ve savaşçı nitelikleriyle bağlantıları yeterince araştırılmadan kalmıştır. Türklerin yerleşik hayata geçişleriyle inanç değişimleri arasındaki bağlantıların izini sürdüğümüzde çok enteresan noktalarla karşılaşıyoruz. İslam olduktan sonra Türklerin Sünnileşmesiyle yerleşik hale gelmeleri arasında kolayca ikna edici biçimde güçlü irtibatlar vardır. Alevilik, eski inançlarda olduğu kadar adeta eski yaşam tarzında, göçebelikte ısrar etmenin, değişime direnmenin inanç katında temsilciliğini üstlenmiş olabilir.
Bunun yanı sıra Türk toplumunun siyasal tercihlerinin, Türklerde iktidar-muhalefet, merkez-perifer ilişkilerinin analizinde de Alevilik temel bir yapı taşıdır. Şöyle ki: Türklerin soya boya göre örgütlenmiş segmenter toplum yapısı, merkezle perifer arasında sürekli bir gerilime neden oluyor, bitmek bilmeyen kardeş kavgaları gündeme geliyordu. Türk toplum yapısındaki bu trajik unsurlar, bazen gerçek bir trajediye yol açıyordu. İktidarı ele geçiren boyun, diğer Türk boyları üzerinde egemen olmak ve birliği sağlamak için de karşılaştıkları uygarlıklardan din, yaşam-yönetim kültürü, resmi ve edebi dil, sanat ve mimari ürünleri ödünç almalarına ihtiyaç vardı. Zira eski inançlarında ve yapılarında kalırlarsa kardeş kavgalarını önleyemezlerdi. Egemen Türk yöneticilerinin, ak-budunun diğer uygarlıklara ve dinlere bu kadar ilgiyle yaklaşmalarının nedenlerinden birisi de buydu. Yöneticileri bu tercihleri yaptıklarında kara-budun terk edildiğini, sahipsiz kaldığını düşünüyor, çareyi Eski Türk Dini ve yaşama tarzına sığınmakta buluyordu. Türk yöneticiler ne zaman din değiştirseler, yönetimde olmayan muhalif beyler ve kara-budun öz-benliklerine sarılıyor, yöneticilerini ihanetle suçluyorlardı.
Türklerin hemen tamamı, tarihin değişik zamanlarında da olsa, İslamiyet’te karar kıldılar. Bu Türk tarihinde bir ilkti. Türkler ilk kez, hep birlikte bir dine katılıyorlar, ak-budun ve kara-budun aynı inanç dairesine giriyorlardı. Ama segmenter toplum yapısı aynı kalmakta devam ediyordu. İslamiyet’in kabulüyle birlikte ak-budun ve kara-budunun davranış kalıbında görünüşte çok büyük olmuşa benziyordu ama gerçek öyle değildi. Değişiklik görünüşte çok büyüktü, zira Türk tarihinde ilk kez yeni ve “dışarlıklı” din, yalnızca egemenler tarafından değil, Türk topluluklarının çoğu tarafından kabul edildi; yalnızca yöneticilerin değil halkın da Müslüman olduğu Türk devletleri kuruldu. Bu muazzam değişiklik, gerçekte küçük sayılabilirdi zira egemen boyun saltanatını sürdürebilmek için “dışarlıklı” tercihleri, geniş Türk topluluklarının ise, hem merkezdeki egemen boya hem de onun dikte ettirdiği inançlara ve iskan politikalarına itirazı sürüyordu. Bu tablo içinde bir yanda “resmi Sünni medrese Müslümanlığı”, diğer yanda göçebe ve köylü unsurlar arasında ve şehirlerin alt tabakalarında yaygın olan eski inançların ve Batıniliğin ciddi etkilerinin görüldüğü “halk dindarlığı” ortaya çıktı. Egemen olamayan Türk boyları, kendilerini ezen egemen Türk boyuna karşı kendilerini tıpkı Peygamber soyundan geldikleri halde Kerbela’da katledilenlere benzetiyorlar, onlarla özdeşleşiyorlardı. Aynı din çatısı altına girmekle azalacağı sanılan kardeş kavgası, İslami bir kılığa bürünüp Alevi-Sünni kavgası adını alarak günümüze kadar geldi.
Aleviler, öz be öz kendi kardeşlerinden, Türk iktidarlarından inanılmaz baskılar gördüler. Başlangıçta birkaç isyan çabasına yeltendilerse de, zaman içinde, Türklerin tarihsel psikolojiklerindeki temel unsurlardan birisi olan devlete bağlılık ve yönetime itaat galip geldi. Sustular, kimliklerini içlerine bastırdılar. Bugüne kadar ulaştık.
Bugün milletin egemen olmasını istediğimiz bir demokratik yönetimiz var. Buna elbirliğiyle ulaştık. Şimdi daha da ileri gitmek, çağdaş demokrasilerde var olan insan haklarına ve özgür-demokratik nizama ulaşmak istiyoruz. Dün tek millet olduğumuzu gösterebilmek, fitne-fesat çıkarmamak için “Türk ulusal kimliği” dışındaki kimliklerini bastırmak zorunda olan insanlarımız, demokratik haklar talep ediyorlar. Kürtlerimiz, Alevilerimiz bastırılmış kimliklerini artık göstermek istediklerini söylüyorlar. Bunda korkulacak hiçbir şey yoktur. Korkulacak olan, sürekli bastırılanın gün gelip patlamasıdır. Bastırılmış olanın bir gün şiddetle geri geleceği şeklindeki psikolojik mottoyu insanlık tarihi acı olaylarla göstermektedir.
Elbette insan olabilmek, toplumsal bir yaşantı organize edebilmek, sonsuz bir özgürlükle olmaz, mutlaka uyum ve uzlaşma için bastırma gereklidir. Bireysel psikolojimizin bastırmak zorunda kaldığımız arzu ve ihtiyaçlarının iç-baskısında kurtulabilmek için sağlıklı ruhlar, bir süzgeçle onlara hayatın içinde bir miktar yol açarlar, nefes almaya izin verirler. Sağlıklı bir toplum olabilmek, millet olarak hayatta kalabilmek için de çağdaş insan hakları ve demokrasiye göre bastırılmış kimliklere izin vermek durumundayız. Vesselam.
Haber10.com - 10 Temmuz 2009