DENİZ ÖZYAKIŞIR
Partilerine kapatma davası açıldığından bu yana demokrasi vurgusu yapan Başbakan ve AKP’liler, iktidarda hukuk ve demokrasiyi sığ bir çerçevede tutarak sürekli piyasaya yöneldi. Piyasa fetişizmi boyutunda makroekonomik göstergelere önem atfeden hükümet, özellikle GSMH’deki artışları halkın üzerinde güçlü bir silah olarak kullandı
Kasım 2002’den bu yana Türk siyasetinde yer alan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), iktidarı boyunca kendisini politik sağ tahayyülde muhafazakâr demokrat (!), ekonomik düzlemde ise Anadolu sermayesinin, metropol burjuvazisinin ve orta sınıf liberal kesimlerin yegâne temsilcisi olarak tanımladı. İktidarının ilk yıllarında bir çeşit ödipal kimlik travmasında olan AKP, kendisini merkez sağın politik zemini olarak afişe ederken, aynı zamanda da çevreden gelip merkeze oturma çabası içindeydi.
Taktiksel açıdan baktığımızda AKP’nin bu çabasını kendini egemen rejime kabul ettirme ve/veya sistem içindeki meşruiyetini sağlama alma biçiminde okuyabiliriz. Bu okuma, hegemonik olarak merkeze oynayan AKP’nin taktiğini de açıkça deşifre etmesi açısından önemlidir.
İktisadi liberalizm
AKP tam da bu noktada İlhan Uzgel’in ifadesiyle Kemalist ideolojiyle yoğrulmuş, seçkinci, milliyetçi, katı laiklik anlayışına sahip, özelleştirmeye direnç gösterebilen devletçi modeli tasfiye edip, yerine kırsal kesimin temsilcilerinin yer aldığı, İslami kökenli, pragmatik ve iktisadi liberalizmi daha istekli savunan bir siyaset anlayışını tercih etti (Radikal İKİ,16.01.2005). Bu siyaset temelinden hareketle her defasında Türkiye’nin sosyolojik dokusunda yeni bir toplumsal (orta)sınıfın üre(til)diği vurgulanarak partinin muhafazakâr demokrat kimliğine ve politik mecradaki ontolojisine bu sınıf üzerinden meşruluk kazandırılmaya çalışıldı.
Piyasa fetişizmi ve ertelenen demokrasi
Her defasında “toplumsal dönüşüm” söylemiyle yeni bir yola girildiğini ve “Durmak yok, yola devam” retoriğini dilinden düşürmeyen Tayyip Erdoğan, acaba bu yolda demokrasiye ne kadar yer verdi? İşte AKP’nin temel çıkmazı tam da bu noktada başladığı için böyle bir sorunun sorulması uygun görülmüştür. Çünkü partisine kapatma davası açıldığından bu yana ekranlarda demokrasi vurgusu yapan Başbakan ve AKP’liler, iktidar dönemi boyunca hukuk ve demokrasiyi sığ bir çerçevede tutarak sürekli piyasaya yöneldiler. Piyasa fetişizmi boyutunda makroekonomik göstergelere önem atfeden hükümet, özellikle GSMH’deki artışları halkın üzerinde güçlü bir silah olarak kullanmaktan kaçınmadı.
Öte yandan hukukun üstünlüğü ve demokratik olgunluktan söz eden bir zihniyetin öncelikle eleştiri kültürünü içselleştirmesi gerekir. Oysa Başbakan’ın bizzat kendisinin vatandaşlarla girdiği düzeysiz polemikler (‘Ananı da al git ulan’) bile demokrasi ve eleştiri kültürü açısından oldukça dikkate değerdir. Yoksa aldığı yüzde 47’lik oyun etkisiyle iyice havaya giren AKP’liler kendilerini devlet mahallesindeki oyuncaklara kaptırıp, geldikleri “çevreyi” unuttular mı?
Halbuki Türkiye’deki muhafazakârlığın fikir babası sayılan ve doktora tezinin AKP parti programının büyük bir kısmını oluşturduğu Doç. Dr. Bekir Berat Özipek, 30 Mayıs 2006 tarihli Zaman gazetesindeki “Kenar mahalle çocukları hiç sevilmedi!” yazısında Recep veya Abdullah gibi kenar mahalle çocuklarının devlet mahallesi sakinlerince hiç sevilmediğini dile getirmişti. Demek ki Recep ve arkadaşları devlet mahallesine iyice yerleşip ayakların başları yönetemeyeceğini söyleyerek kendi elit sınıflarını oluşturmuş ve kendilerinden beklenen demokratik dönüşümü de başka baharlara bırakmışlardı.
Bununla birlikte iktidara geldiği günden beri AKP’nin demokrasi çerçevesi, rejimin yasallık tanımayarak sistemin dışına ittiği, hatta “ötekileştirdiği” ve salt bu gerekçelerle “mağdur” olarak yaftalanan kesimlere yönelik saldırılara başkaldırmakla sınırlı kaldı. Zaman zaman bu çerçevenin dışına çıkıldıysa da bu hamle “Aman ekonomi zarar görmesin”den ibaret olmuştur. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın en ufak bir söylenti anında bile “Ne olursa olsun bütçeden asla taviz vermeyiz” açıklaması bu yönüyle oldukça önemlidir. Aynı Unakıtan, tüccar edasıyla kasılıp babalar gibi satarım diyerek özelleştirmelerden gelen parayı taviz vermediği o bütçesine ekleme telaşı içindeydi.
‘Orta sınıf’
Oysa merkeze oturduktan sonra mevcut sistemi temelden dönüştürme yerine sosyolojik anlamda kendi tabanının temsil ettiği yeni bir toplumsal (orta)sınıfın doğuşuna göndermede bulunarak dönüşümü, bu “orta sınıf” kimlikle kodlayan AKP, neoliberal politikalarla taçlandırdığı piyasaya dört elle sarıldı. Öyle ya her şey piyasanın istikrarı içindi ve “iktisat” denen din de son kertede bunu vazediyordu liberal AKP’ye. Gerçek durum bu olunca demokrasi ve hukuku dar sınıfsal çıkarlara hapsederek bu çıkarlar üzerinden bir demokrasi vurgusu yapmak kitleleri oyalamaktan başka bir şey değildir. Aldığı oylar açısından baktığımızda hayli kalabalık bir kitle portföyü olan AKP, bu anlamda hem Anadolu sermayesiyle iyi geçinmiş, hem metropol burjuvazisi ve büyük sermayeye (TÜSİAD vd.) göz kırpmış, hem de çiftçi ve köylüye adeta ulufe dağıtmıştır.
Hükümet, tarla parası, okuyan çocuk başına mali yardım, mazot parası vb. adlar altında çeşitli kesimlere yaptığı yardımlarla insanları bedavacılığa alıştırıp günü kurtarmaya çalışırken toplumda yeni zenginler türemeye başladı. Turgut Özal’ın ürettiği cinsten olan bu zenginlerin, demokrasi ve hukuk ancak kendi sınıfsal çıkarları tehlikeye girdiği zaman akıllarına gelmektedir.
İşte AKP’ye yönelik kapatma davasını bu gerçeklik temelinden okumalıyız. Merkezde bulunduğu sürece ülkenin demokratik bir hukuk devleti olması yolunda herhangi bir çabaya girişmeyen, hatta tabanının etkisiyle bazen milliyetçi kimliğine bürünerek demokrasiden çokça taviz veren ve özgürlükleri daraltan AKP, şimdilerde demokrasiden medet ummaktadır. Özgürlüğü; türban ve siyasal İslam’ın kamusal alandaki kimlik talebi/kodu, demokrasiyi de sadece temsil ettiği kesimlerin sınıfsal tepkilerinin ifade alanı olarak gören hükümet, acaba özgürlük ve demokrasi talebi konusunda gerçekten samimi davranıyor mu? Yoksa dava sürecini maniple ederek bir yandan sürecin sorumlularını halka şikâyet edip (mazlum siyaseti) diğer yandan da piyasaları rahatlatma peşinde midir?
İfşa ve tehdit
Çünkü “Demokrasi zarar görürse ekonomi de zarar görür” diyerek mazlumluğunu bir kez daha afişe eden Erdoğan, bir yandan ekonomideki kötüye gidişin sorumlularını halka işaret ederken aynı zamanda da halkı ekonomik krizle, piyasalardaki istikrarsızlıkla adeta tehdit etmektedir. Bu yaklaşım tarzı kısa vadede Erdoğan’ın mazlum siyasetine (oy oranına) katkı yapsa da uzun vadede çözümsüzlükle sonuçlanacaktır.
Sonuç olarak siyasal partilerin demokrasinin temel argümanları olduğu gerçeğinden hareketle parti kapatmalarının demokrasi kültürüyle bağdaşmadığını hatta sorunların çözümü noktasında başarısızlıkla sonuçlandığını ve farklı isimlerle yeni partilerin ortaya çıktığını bilmekteyiz. Dolayısıyla tüm siyasal partiler demokrasi ve hukukun üstünlüğünü her zamankinden daha fazla önemsemek zorundadırlar. Eğer demokrasi kültürünün yaygınlaşması ve bir bütün olarak Türkiye politik kültürüne egemen olunması isteniyorsa, tüm siyasal partiler öncelikle (olmayan) parti içi demokrasiye işlerlik kazandırmalı ve piyasayı önceleyen yaklaşımları terk ederek reel demokratik açılımlara imkân tanımalıdırlar.
Deniz Özyakışır: Kafkas Üniversitesi, İİBF araştırma görevlisi
RADİKAL / 26 Mayıs 2008