Ağu Dolu Poşetlerle Dev Adamlar

Ağu Dolu Poşetlerle Dev AdamlarFehmi SALIKKürtlerde bir atasözü vardır:“Agir digre mala hinan, hinen kebaba xwe li ser çedikin.”...

Ağu Dolu Poşetlerle Dev Adamlar

Ağu Dolu Poşetlerle Dev Adamlar

Fehmi SALIK

Kürtlerde bir atasözü vardır:

Agir digre mala hinan, hinen kebaba xwe li ser çedikin.” Türkçesini de yazalım:

Kiminin evi yanıyor; kimi de onun ateşi üstünde kebap pişiriyor.”

Zaman zaman söylenir dururuz:

30 yıla yakın bir zamandır bu ülkede sonlandırılması mümkün olmayan acımasız bir ‘kardeş kavgası’ sürüyor…

Gelin düşünelim şimdi:

Bu, bir ‘kavga’ mıdır; kavgayı yapanlar, gerçekten kardeş midir?

Bu gördüklerimiz, bu işittiklerimiz, bu yapılanlar, bu uygulamalar, karşılıklı iki kişinin, ya da grupların birbirine saldırısı mıdır? Bir tarla bölüşümü, ya da tarlaya alınmak istenen su paylaşımı yüzünden midir bu kıyacılık? Ortada bir hırsızlık, bir tecavüz, bir namus davası mı vardır? Mahallede birinin kızına laf mı atılmış; ya da yan gözle mi bakılmış? Herhangi bir köyde, birinin davarı mı çalınmış? Komşu, komşunun tavuğuna ‘kiş’ mi demiş? Değil; bunların, ya da bunlara benzer nicelerinin hiçbiri değil. Bu tür girişimler olağandır; kısa sürelidir; kişiseldir; bir yanardağın püskürttüğü lavların, bir süre sonra küle dönüşü gibidir. Ama ülkemizdeki oluşumun görünümü, içeriği, ‘kavga’ tanımının içine sığmıyor pek. Bunun bir adı vardır kuşkusuz. Bu adı söylemek, nedense birilerinin hoşuna gitmiyor. O birilerinin hoşuna gitse de gitmese de, bu adı dillendirmek zorundayız: Ülkemizde 26 yıldır yaşanan bu sürecin adı ağulu bir ‘savaş’tır…

Birileri tarafından tam 26 yıldır renkleri kara, ağızları bağlı, üstlerinde ‘savaş’ yazılı birtakım poşetler, armağan olarak sunuluyor yoksul halklarımıza. Bu poşetler, halklarımızın kutsal günleri olan bayramlarda, ziyaretlerde; mutluluk arayışına girdikleri düğünlerde ve diğer önemli günlerinde bile kapılarına bırakılıyor. Bu poşetleri açtığımızda içlerinde evlat ölümlerini bildiren kanla mühürlenmiş mektupların olduğunu görürüz.

İşte bizler, tüm ‘halklar’ olarak, bu kanlı, bu ağulu, bu evlat acısıyla dolu poşetleri paketleyen, postaya veren bu ‘birileri’ni çok yakından ve çok iyi tanıyoruz. Ne zaman ki bu paketleme işini yapanlara, bu poşetleri bizlere reva görüp postaya verenlere bunları geri gönderebilirsek; poşetleri bağlanma uçlarından tutup bu çıkarcıların, bu fitnecilerin, bu ikiyüzlülerin, bu katillerin suratlarına fırlatabilirsek; o zaman bu postalama işi yavaşlar; poşet sayısı azalır. Ne zaman ki bu acılı poşetler, o ‘birileri’nin de adreslerine postalanır ve villalarının önüne bırakılırsa, o zaman işte bu ‘savaş’ denen canavarın boynu kopar ve ömrü sona erer.

Peki, bu ‘kara poşet tüccarları’na armağanlar sunulmuyor mu? Hiç kuşkusuz sunuluyor. Ama bunlara sunulan armağanlar, sözü edilen bu poşetlerin içine sığmaz. İçine sarayları, villaları, gemileri, eşek yükü dolusu altınları alacak poşetler, henüz birileri tarafından piyasaya sürülmedi. Bunların poşetlerini, bırakın postacıları bir yana, ne buzdolabı/kömür dağıtımında kullanılan kamyonlar, ne altın yüklü eşekler, ne deryalarda yüzen gemiler taşıyabilir. Bu armağanlar, ‘bizden iyiler’ (melekler), görünmez eller tarafından bunlara sunulur. Kısa bir süreçte bunları tanımamız, ya da gün ışığına çıkartmamız ne yazık ki mümkün değil. Ama şurası bir gerçek ki ‘zaman’ denen süreç, günü geldiğinde yapılanları, yapanların boynuna içerikli bir ferman gibi asmayı iyi beceriyor. Baksanıza bir zamanların demir yumruğunu oluşturan parmaklardan biri olan bir generalin, nasıl da acınacak bir duruma düştüğünü hep birlikte gözlemledik. Dünyanın en zengin 50 generali arasında sayılan bu zavallı adamın oturduğu ev bile icradaymış. Öyleyse hiç kimse padişahlığa, sultanlığa soyunmasın. Uslarından bu tür düşünceler geçirenler varsa, açsınlar Osmanlı tarihini; padişahların, sultanların yaşam öykülerini özümseyerek okusunlar…

Gelelim ‘dev adamlar’ meselesine şimdi.

Dev” sözcüğünü, Türkçe Sözlük, şöyle tanımlıyor:

“dev is. Far. div 1. Korkunç, çok iri ve olağanüstü güçlü masal yaratığı. 2. sf. Olağanüstü irilikte olan…”

Halkımızın, basketbolcularımız için “dev adamlar” yakıştırması, bu ikinci tanıma girse gerek.

Basketbolcularımız gerçekten ‘dev’ yapılı. Kuşku yok ki bu sporun özelliği bu. Uzun boylu, çevik olacaksın. Bedenin kıvrak olacak. Attığını, o torba ağdan geçirebileceksin. Zamanı iyi değerlendirip yöntemlere kusursuz uyacaksın.

İşin ilginç yanı, bu dev adamları yönetenlerin, ya da bu oyundaki hakemlerin çoğu, çok kısa boylu kişiler. Bunların ‘cüce’liği, belki de sporcuların ‘iri’likleriyle bağlantılıdır. Yani bir ‘ters orantı’ var bu işte.

Sporcularımız bu yıl ‘dünya ikincisi’ oldu. Göğüs şişirtecek bir olay. Türkiye bir baştan bir başa şöyle bir titredi. Davullar/zurnalar çalındı. Kurşunlar vızıldadı. Balkonlardan, pencerelerden bayraklar sallandı. Atılan naralar arşa yükseldi. TV’lerde ahkâm kesildi: “Ah şu Amerika olmasaydı, dünya birincisiydik şimdi. Amerika’yı saymazsak, birinciyiz yine de…”

Madalya töreninde bazı durumlar da yaşandı. Cumhurbaşkanıyla Başbakan yuhalandı. Bu durum için değişik yorumlar yapıldı. Kimileri şöyle dedi: “Tribünlere dolan seyirciler, para vererek içeri girmişlerdir; kendiliklerinden gelmişlerdir. Alanlarda parti başkanlarının konuşmalarını dinlemek için taşınan insanlar değillerdir. Demokratik bir ülkede seyircinin alkışlaması da, yuhalaması da seyirciye tanınan bir ‘hak’tır…”

Bütün bunlar iyi, hoş da; olayın bir yanı var ki hiç de hoş değil:

Başbakan, bu sporculara, dediklerine göre ‘örtülü ödenek’ten tam 28,5 milyon TL. ödül olarak verdi. Bu, insanın beynini sarsacak bir rakam. Yani 28,5 trilyon. İnsan düşünüyor şimdi: Nereden geliyor bu yoğurdun bolluğu? Bu “örtülü ödenek” de neyin nesi? Demokratik bir ülkede örtülü ödeneğin sözü mü olur? Bu adla açılan bir havuzda toplanan suyun, başbakanlara bağlı marabaların tarlalarına akacağını düşünmek/ söylemek, bizi yanlışa mı götürür acaba? Tutalım ki örtülüsünden değil de örtüsüzünden bu meblağ ödendi; böylesi bir olay hangi kitaba, hangi vicdana sığar? Devletimiz, bu denli mi varsıl bir bütçeye sahiptir? Buncasına dudak uçuklatacak bir meblağı, yeryüzü devletleri içinde uygulama alanına koyan bizden başka da ikinci bir devlet gösterilebilir mi? Bu yarışta Amerika, birinci olan sporcularına 25’er bin dolar verdi ödül olarak. Biz, her alanda önünde ceketimizi iliklediğimiz Amerika’dan daha mı varsıl bir devletiz? Bu tutum, medyada da yeterince yankı bulmadı. Bulamazdı, çünkü medya içinde köşe başlarını tutmuş olanların aldıkları da sporculara dağıtılan ödüller gibiydi. Bu etik bir davranış mıdır? Peki, bunları işiten; çocuklarına ekmek götüremediği için canına kıyan yeni Çiğlili, eski Vartolu Hamza’nın üç çocuklu dul karısı Besey, ne yapacak şimdi?..

Bu soru tümcelerini çoğaltmak mümkün.

Bir iki soru daha; sonra son vereceğim yazıma.

Dünya Olimpiyat ve Avrupa şampiyonu Nurcan Taylan, hakkı verilmediği için feveran ediyor; sesi, kimselere ulaşamıyor.

100 m. Engellinin altın adı Nevin Yanıt, söz verilen ödülünü henüz alamadığını söylüyor.

Bu tutum, bir ayrıcalık değil mi?

Önemli olan “temsiliyet” ve “tanıtım”sa, şu Orhan Pamuk olayına ne demeli? Nerede yaşıyor şu ‘Nobel Ödüllü’ yazarımız; bilinen o yerde keyfinden mi yaşıyor?

Oysa Türkiye, Türkiye olalı böyle bir onur tatmamıştı şimdiye dek; bundan böyle de tadacağa hiç benzemiyor.

Son soru:

Bu 28,5 trilyon TL, kimin parasıdır?

Eğer bunun içinde ‘zorla emekli’ edildikten sonra bana verilen, miktarını söylemeye utandığım ücretimden kesilen pay da varsa, ben kesinlikle helal etmiyorum.

O ‘dev adamlar’ın yerinde olsam, verilen bu ödülü geri çeviririm. O zaman işte büyürler; o zaman işte ‘dev’leşirler.

Evet, kimi duyarlı gerçek bireyler gibi ben de haykırıyorum:

BU TUTUM, HUKUK DEVLETİNE VE ANAYASA’NIN EŞİTLİK İLKESİNE AYKIRIDIR!

Şimdilik hoşça kalın…

KAYNAK : Alevihaber.com - 30 Eylül 2010

Makale Haberleri