Murtaza DEMİR*
Alevi-Sünni değil; Mesele demokrat olmak!
“Siz”, “biz”...
Kızılcahamam’da bu terminolojiyle konuştuk...
Birçok arkadaşımızın isminin önünde “Prof.” sıfatı vardı. Ancak sıfatlarımız, aşıp, meşruiyete evirilmemize yetmedi. Ve bunca akil adamının aynı masanın etrafında bir araya gelmesi, “siz’li, biz’li” konumlanmamıza engel olamadı. Sonuçta aramızdaki diyaloga bu dil hâkim oldu.
Tipik Ortadoğulu yaklaşımıyla kategorize olduk ve özellikle de resmi çalışma mesaimiz, başından sonuna değin bu minval üzere sürdü. Resmi mesai ve sonrasının mimarı, Anadolu kültür mirasının değerli temsilcisi Arif Sağ’ın büyük birikimi dahi, istenen iklime ulaşmamıza yetmedi.
Resmi mesai başlar başlamaz, her iki anlayış birden gardımızı alıyor, güya Alevi ve Sünnilerin haklarını savunuyorduk. Kimi zaman öyle bir seviyeden konuşuyordu ki, rehber almamız gereken değerleri, “kul” hakkını, demokratik seviyeyi, vicdanı, insan hak ve hukukunu, inanç özgürlüğünü ve meşruiyeti bir yana bırakıyorduk. Habire “Aleviler, Sünniler”, “siz-biz” diyerek konuşuyor, insani ve demokratik değerlere yabancılaşıyorduk. Oysa istemler, çözümler o kadar meşru ve o kadar yalındı ki…
Duruşumuzu ve dilimizi yargılayamadık.
İnsan unsurunu unutuyor muyduk?
Nitekim yakın tanımaktan büyük onur duyduğum, bu biçimde kategorize edilmekten huzursuzluklarını her fırsatta gösteren Prof. A. Yaşar Ocak ve Prof Fuat Bozkurt da, insanı yormayan ve ön açan tek cümlelik konuşmalarında bunu öneriyorlardı: “Alevilerin inanma ve ibadethane hakkı kısıtlanamaz, Alevi öğrenciye Sünni müfredat dayatılamaz! “Zorla” din eğitimi-öğretimi olmaz: bu konu üzerinde tartışma dahi yapılamaz!”
Neyi vermiyorsunuz; kime vermiyorsunuz; hangi hakla?
İbrahim Kalın, belli ki, kalıcı ve eşitlikçi yasal bir çözüm için epiyce kafa yormuştu. Çözümün bu kapsamda olmasını seyrek ama özlü biçimde ifade etmekten geri durmuyor; Yılmaz Ensarioğlu, bütün bu diyaloga değin, “konuya bir de insan hakları zemininden bakmamız gerektiğini” anımsatarak, bu boyuta dikkat çekiyordu. Haklarını yemeyelim; bu çerçevede çözüm öneren çok sayıda dostumuz olmasına karşın birçoğu; “ama” diyerek devam ediyor ve hak-hukuktan yana önerilerini sıfırlıyorlardı.
Mesela “Alevileri, ‘Allah korusun’ Hıristiyan misyonerliğine karşı korumak; onlara kaptırmamak” isteyenler vardı. Cemevine ibadethane statüsü verdiklerinde, Alevilerin, “biz başka bir dini aidiyete mensubuz” diyebileceklerinden işkillenip “hayır, cemevine ibadethane statüsü olmaz” diyorlardı. Bu tavrı, bilim adamı ve inançlı insan örtüsü altında ifade etmeleri gerçekten büyük bir çelişkiydi.
Türkçesi şuydu; “inanç özgürlüğünden yanayım ama benim gibi inanmanız kaydıyla”.
Her şeye rağmen olumlu öneri ve yaklaşımlar egemendi. Bu yüzden ülkemizin toplumsal iki anlayışının diyaloguna tanıklık eden tarihi bir toplantının gerçekleştirildiğini düşünüyorum. Tarihi önemine binaen toplantı sürecini yazmaya, katılımcıların tavrıyla ilgili gözlemlerimi, ilgilenenlerle paylaşmaya devam edeceğim.
Gündemin “çerçevelendirme” maddesinin görüşüldüğü aşamada kimi konuşmalardan rahatsız olmuş, umudumu yitirmiştim. Sn. Arif Sağ ve A. Rıza Gülçiçek’e “hadi çıkalım” dediğimde; Arif Hoca elimin üstüne bastırmış; “hayır, biraz daha dinleyelim” diyerek söz almış, gerilimi dağıtmıştı. Bu yüzden gardlarımızı alarak başladığımız toplantı boyunca, her gerilim anında bu tavrını sürdüren ve inanılmaz katkılar sağlayan Arif Hocaya minnetlerimi ifade etmeliyim.
Sn. Bakan Faruk Çelik, Sn. Necdet Subaşı, Sn. Süleyman Bayraktar ve ekibi, iyi niyetli ve sonuç isteyen bir tutum içindeydiler. Konuşmaları özenle izliyor, not alıyor, her gündemden sonra raporun gündem maddesine değin sonucunu kurula sunuyor, ondan sonra sonuçlandırıyorlardı. Çözüme dair tavır ve kararlılıkları okunabiliyordu.
İçeriğine, şekline, taleplerin genişliğine dair kimi itirazların olmasına karşın, Alevi-Bektaşilerin hak taleplerine “cepheden” karşı çıkan hiç kimse yoktu. Toplantının sonuna doğru Alevilerin istemleri, meramları anlaşılmış, “gardlar” düşmüştü. Ayrıcalık değil, eşitlik, demokrasi ve bin yıldan buyana gasp edilen haklarını istiyorlardı.
Sonuçta bir “konu” tartışılmış, konuşulmuş, Alevi-Bektaşilerin sorunları, öteden beri ortaya konulan istemleri masaya yatırılmış, bu kronik soruna dair olumlu sonuçlar alınmıştır. Kabul edelim ki, bu yeni bir durumdur. Müzakere denilen kavramın doğasından kaynaklanan nedenlerle çözüme dair adımların geciktiği doğrudur. Ancak izlenimim o dur ki, şimdi muhatabımız olan hükümet yetkilileri “adım atalım, bir yerden başlayalım” diyerek, Alevi-Bektaşi kurumsalının ortak iradesinin tecelli etmesini beklemektedir. Muhatap bulamaması durumunda ise bulduklarıyla yetinmeyi ve bu anlamda mutlaka adım atmayı düşünmektedir.
Bu aşamada kurum yetkililerine teklifimiz şudur: öncelikle, “neyi nasıl istiyoruz” sorusunun yanıtını konuşmak üzere bir araya gelip kendimize dair yol haritası oluşturulmalıdır. Elimizde somut projelerimiz olmalıdır. Dışarıdan, bilmeden, basın üzerinden konuşmak yerine, gerçekler üzerinden konuşmak, değerlendirmek seçeneği tercih edilmelidir.
Henüz nihai yani Hükümete sunulacak rapor tamamlanmamıştır. Ancak ‘anladığım kadarıyla’ ihtiyati notunu düşerek varılan sonucu şu biçimde tanımlamak olasıdır:
• Cemevine ibadethane statüsü verilecek ve cemevi, camiye verilen bütün haklardan yararlanacaktır.
• Alevi-Bektaşiliğin yaşatılması, yolun sürdürülmesi, her türlü altyapı gereksinimlerinin karşılanması ihtiyacı, DİB üzerinden değil, kurumlarımızın ortaklaştıracağı sivil bir sistem üzerinden karşılanacaktır.
• Zorunlu din dersi kaldırılacak, Alevi-Bektaşiliğe dair bölümleri değişecek, tercihli sistem şeklinde yeniden düzenlenecektir.
• Madımak Oteli’nin nasıl bir düzenlemeye tabi tutulacağı, taraflarla görüşüldükten sonra kararlaştırılacaktır.
• Alevi-Bektaşilerin diğer şikâyet ve istemleri, devlet bakanlığı ile aramızda kurulması düşünülen koordinasyon aracılığıyla karşılanacaktır. Diyalog kanalları açık tutulacak, ihtiyaç göstermesi halinde yeni toplantılar yapılacaktır.
Bu Çalıştayın, salt bir “alışverişten” öteye geçmesi, Türkiye’mize, insanımıza, demokrasimize ve Alevi-Sünni geriliminin aşağı çekilmesine de katkılarının olması beklenir. Beklentilere, “ne istiyorsun… al sana şu kadar, daha fazlası olmaz!” gibi bir zihni seviyeden değil, daha üst standartta bir demokratik seviyeden bakılarak karşılık verilmelidir. Yani bunun Alevi-Sünni meselesi değil; hak, hukuk, eşitlik ve adamakıllı bir insan hakları meselesi olduğu gerçeği taraflarca içselleştirilmelidir. Kamuoyuna bu zemin üzerinden anlatılmalıdır.
Doğrusu oldukça yoğun ve yorucu bir çalışma yürütülmüştür. Herkes elinden geleni yapmaya gayret etmiştir. Konuşmaları ve yön verici tutumuyla, “iyi ki, varsın” dediğim dostlarımdan biri de Sn. Etem Cankurtaran’dır. Sn. Arif Sağ’ın daha önceki Çalıştay’da neler söylediğini bilmiyorum. Ama bu Çalıştay’da Madımak sorunundan hiç söz etmemiş, sadece benim önerime destek olmuştur.
Gerçek böyleyken, bir grubun Sn. Arif Sağ’ı hedef tahtasına koyarak, hem de bir Alevi web sitesi üzerinden hakaret etmelerini, hiç yakıştıramadığımı ve duyduğum büyük üzüntüyü de paylaşmak isterim.
Vakıf başkanı sıfatıyla toplantılara katılarak, sorumluluk aldığım bu keyfiyeti, bildiklerimi ve gözlemlerimi, bölüşmek zorunda hissettiğim kurumların ve dostlarımın bilgilerine arz ederim.
Saygılarımla,
*Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı Bşk.
KAYNAK : Alevihaber.com - 6 Şubat 2010