Prof. Dr. İrfan Açıkgöz / PSAKD GYK Üyesi
2 Temmuz 1993’te Madımak-Sivas’ta 9 saat süren bir katliam yaşandı ve 33 canımız diri diri yakıldı. Naklen verilen bir vahşet filmiydi bu. İnsanlık yandı ama geçen 17 yıllık sürede bu gerici ve vahşi katliamla ilgili çok az şey yapıldı. Madımak Otelinde yakılanlar sadece Alevi olduklarından değil Türkiye’nin aydınlık yüzleri, karanlığı aydınlatan birer güneş, ateşte dönen semahçı, iyi şair, iyi müzisyen, üretken edebiyatçı, güzel deyiş söyleyen ozan olduklarından, kısacası güzel birer insan olduklarından ötürü planlı bir şekilde alevler içinde yok edildiler. Onlar barışçı, özgür ve adil bir Türkiye istiyorlardı ve düşlüyorlardı. Yaşamlarının son anlarında bile umutla kendilerini savunmaya çalıştılar. Ne yazık ki 9 saat boyunca süren yakma “eylemi”nde Sivas çaresiz ve savunmasız bırakılmıştı. Yapılan plan bunu gerektiriyordu çünkü. Daha önce Çorum’da, K.Maraş’ta da aynı kanlı oyun sahnedeydi. Önce kebapçı dükkanı açılan olay yeri uzunca bir mücadeleden sonra nihayet geçtiğimiz günlerde kamulaştırıldı. Şimdi, Utanç Müzesi olması talep ediliyor.
Güzel ülkemizin karanlık yüzleri farklı olanlara, farklı renklere ve düşüncelere, farklı kültürlere hiç tahammül etmedi: Yaktılar, yıktılar, öldürdüler, göç etmeye zorladılar ve sonra da hep “yurtta sulh, cihanda sulh” dediler. Karanlık yüzler şimdi de barışı ve barış içinde büyütülmesi gereken çocuklarımızı yargılıyor. Türk ve Sünni olmayan birey ve topluluklar ya asimile edilmeli ya da yok edilmelidir: Yıllardır egemen olan bu anlayış böyle uygun görüyor, böyle buyuruyor! Kürt, Alevi, Süryani, Ezidi, Ermeni olanlar tez elden Sünni-Türkleştirilmeli ya da yok edilmeli ve sürülmelidir. İç düşmanla savaş planları gereğince en güzel insan da olsan, en iyi sanatçı da olsan, çocuk-bebek-yaşlı ve hasta da olsan “iç düşman” diye etiketlenmişsen eğer hiç şansın yoktur. Bu sebeple okullarda ve üniversitelerde, kışlalarda kısacası görüldüğü her yerde ezilmelidirler. Çünkü, “kara ferman” çoktan “düşmüştür yollara”.
Madımak Otelinde yakılanlarla köyleri yakılanların buluşmaması için her şeyi yaptılar. Her acıdan ve katliamdan sonra daha büyük ve kanlı olanı yaptılar. Neredeyse yılın 365 günü kınama ve anma toplantıları yapılıyor. Çocuklarımızın adını Barış koyduk, Umut koyduk Türkiye’ye barış gelsin, umutlar çoğalsın diye…Ne Barış dediler ne de Umut: Farklı olmaları çok görüldü ve kaybedildiler. Ceylanlar, Koraylar, Uğurlar ve daha niceleri acımadan ve yaşlarına bakılmadan insafsızca yok edildiler. Toprak kana doydu, analarımızın gözyaşları pınar oldu ama ölümler bitmedi, kan emici yarasalar kana doymadı. Onun için “Madımak Utanç Müzesi Olsun” diyoruz hala, onun için “Barış Yargılanıyor, Tanık Ol” diyoruz hala.
Peki, nereye kadar? Daha kaç farklı renkli veya farklı düşünceli insanımız katledilecek? Belli bir sınır sayıya ulaşınca mı “biz nerede yanlış yaptık?” diye soracağız. Ünlü Kızılderili Şefi ne söylemişti yıllar önce: “Son balık yok olduğunda, son nehir kirlendiğinde beyaz adam paranın yenilebilir bir şey olmadığını anlayacak” (tam olmayabilir, özür dilerim). Barışı tesis etmek için 50 bin insanımızın ölmesi yetmedi demek. Madımak-Sivas ‘93 öncesinde de ölüyordu insanlarımız şimdi de ölüyorlar. Bir katliamın yası bitmeden diğerinin yası başlıyor uzun zamandır. Yorulduk ölmekten, öteki sayılmaktan, kendi ülkemizde ikinci sınıf sayılmaktan. Ama öldürenler, ötekileştirenler ve sürenler bıkmadılar hala. Savaş rüzgarları toplumu sarmış durumda. 150’ye yakın üniversitemiz, yüzlerce akademisyenimiz, binlerce öğrencimiz var ama temel sorunlarımızı konuşamıyoruz bile. Ön-yargılar hala güçlü ve büyük Fizikçi Einstein’in söylediği gibi “Öyle hazin bir çağda yaşıyoruz ki bir önyargıyı yıkmak atomu parçalamaktan daha zor”. Einstein’i doğrulamak zorunda mıyız her gün ve her saat? Her şeye önce insan diyerek başlamak çok mu zor?
Son Kürt, son Alevi, son Ermeni, son Süryani ve son Ezidi yok edilinceye kadar savaş kararı mı aldı “büyüklerimiz”? Biz barıştan, özgürlükten ve adaletten yana olanlar bu amansız ve hayasız gidişe dur demeyecek miyiz? Utanmadan ölüm istatistiği mi tutacağız? Utanmadan ölümlere gerekçe mi bulacağız hala? Yakanları, yıkanları ve sürenleri serbest bırakıp barışı, demokrasiyi ve özgürlüğü savunanlara gözdağı vererek, yargılayarak, acıları ortak olanların buluşmasını engelleyerek güzelim ülkemizi bir cehenneme çevirenlere söyleyecek sözümüz yok mudur? Güzel ülkemizi korku imparatorluğuna çevirenlere ne zamana kadar göz yumacağız?
Her ölümle, boşaltılan her köyle, bombalanan her karış toprakla, yakılan ve sürülen her insanla, öteki diye dışlanan her bireyle biraz daha insanlıktan uzaklaşıyoruz, biraz daha yabancılaşıyoruz, biraz daha korkuyoruz, duvarları biraz daha yükseltiyoruz, biraz daha gerçeklerden kaçıyoruz. Ama ölüm üstümüze geliyor dostlar! Ve barış yargılanıyor! Ve Madımak’ta yakılanların çığlığı havada yankılanıyor. Ceylanlar, Koraylar ve Uğurların soru soran gözleri üzerimizde geziniyor.
Lütfen artık kendimizle yüzleşelim ve film izler gibi sessiz kalmak yerine somut adımlar atalım. Yapabileceğimiz bir şey mutlaka vardır canlar! Şiddeti çıkaralım hayatımızdan, barışın dilini konuşalım artık. Kovalım kan emici yarasaları güzel ülkemizden ve özgür olalım. Unutmayalım: “Çözümde görev almayanlar, sorunun bir parçası olurlar”. Miras aldığımız bu güzel ülkeyi kırmadan, dökmeden ve yakmadan devredelim çocuklarımıza artık.
2 Temmuz’da Madımak’ta buluşalım ve barışın diliyle hasbıhal edelim diyorum. Acılarımızı ortaklaşarak azaltalım, umutlarımızı çoğaltalım, çocuklarımızın ve analarımızın yüzlerini güldürelim. Ne diyordu Azeri Şair Ali Eqber Tagiyev: ” Men anayam, bu sesimde yerin göğün derdi var/Sulhe gelin ey insanlar, yoksa dünya mehfolar”.
KAYNAK: Alevihaber.com - 25.06.2010