Geçmişle yüzleşmek gerçekte kendi korkularımızla yüzleşmektir. Alevi, Kürt, Ermeni ve diğerleri.. Sorunlar daha ne kadar bastırılmaya ve “halının altına süpürülmeye” devam edilecek? 15 yıldır meydanları dolduran yüzbinler gerçekte bir “yüzleşme çağrısı”dır.
ABD’nin tarihindeki önemli dönümlerden biri olan Pearl Harbor’dan sonra Hükümet, 120 Japon kökenli ABD vatandaşını toplar ve bir kampa hapseder. Kampta çilelerle dolu izolasyon ve tutuklulukları, ABD devlet Başkanı Roosvelt’in 19 Şubat 1942’de verdiği bir emirle başlar ve tam 4 yıl sürer.
Bu uzun tutukluk ve çekilen acılar tam 34 yıl sonra hatırlanır ve yine bir ABD devlet Başkanı Ford olaydan ötürü “üzüntü duyduğunu” bildiren bir açıklama yapar.
1988’de ise yayınlanan bir kanun ile olayın mağdurlarından resmen “af dilenir” ve ek olarak mağdurlara 20 biner dolar tazminat ödenir.
Daha sonra dönemin devlet Başkanı Bush mağdur mirasçılarına hitaben duygusal bir mektup kaleme alacak ve “kuşkusuz ki bu yasa, tazminat ve kuru af dileklerimiz, ne kaybettiğiniz yılları geri getirecektir; ne de acılarınızı dindirecektir; ama hükümetimiz bu adım ile hak ve adalet için yeni bir sayfa açmak arzusundadır” diyecektir.
Sivas’ı unutturmamak
15 yıldır insanlar, ellerinde tam 35 kişinin fotoğrafları ve “Sivas’ın hesabı sorulacak”, “Sivas’ın ışığı sönmeyecek” sloganları ile yürüyorlar.
Yaz sıcağında, memleketin ve dünyanın çeşitli yerlerinden Sivas şehrine akın ediyorlar. Taşıdıkları fotoğraflarda artık birer ölü olan ünlü aydınlar, sanatçılar, kadınlar, gençler, hatta çocuklar var.
Hiçbir zaman unutulmayacak: 2 Temmuz 1993’te onları kuşatıldıkları otelde hem de “devlet korumasında” yakan gerici-faşist zihniyet çocuklara bile acımamıştı.
Bu insanlar, her 2 Temmuz'da Sivas’ta şimdi bir et lokantası olan binanın önünde toplanıyor ve “adalet” istiyorlar.
“Sivas davası”nda verilen kararın “adaleti tesis etmediğini” belirtiyorlar. Alevilerin temel haklarının tanınması için; hiç bıkmadan insani ve demokratik talepleri her yıl kamuoyuna açıklıyorlar.
Sivas’ın hiçbir zaman unutulmaması için et lokantasının kapatılmasını ve 15 yıl önce kapkara dumanlar yükselen binada “utanç müzesi” inşa edilmesini istiyorlar.
Ancak siyasi irade ve devlet, yüreğinde acılarla dolu “ölenlerin yakınları” ve duyarlı kamuoyuna kulak vermiyor.
Ama “solcu”, “sosyal demokrat”, “demokratik solcu”, “islamcı” hiçbir hükümet onları duymuyor; taleplerine kulak vermiyor.
“Geçmişi çok karıştırmayın”, “acı olayları hatırlatmanın kime, ne faydası var?” sözleri bakanların, milletvekillerinin, gerici köşe yazarlarının hâlâ temel düşüncelerini oluşturuyor.
Geçmişi hatırlama zorunluluğu
Uygar toplumlar geçmişlerini hatırlamakta “ne fayda” buluyorlar? ABD’nin 120 Japon kökenli yurttaşından neredeyse yarım yüzyıl sonra -üstelik bu kişiler öldükten sonra mirasçılarından- “özür dilemesi” ne anlama geliyor?
Sadece 4 ay evvel, “yüzyıllık günahlar için” Avustralya devleti, yerli Aborjin halkından neden özür diledi?
Henüz bu ay içerisinde, 11 Haziran 2008 günü, yayınladığı bir mesajla “asimile edilen Kızılderili çocuklarından” özür dileyen Kanada Başbakanı Stephen Harper niçin yüzlerce yıl önce yaşanmış acıları hatırlatıyor?
Çünkü bütün bu olaylardan ötürü artık gerçekten uygar ve demokratik tüm milletlerin “yüzü kızarıyor” ve “barış içinde bir ülke kurmak” için önce kendi geçmişlerinin lekelerinden arınmak gerektiğini görüyorlar.
The Rose Garden filminin bir yerinde geçen önemli bir söz vardır: “İyileşecek yaraları olduğu sürece geçmiş bugün olarak kalır.”
Sivas söz konusu olduğunda “geçmişteki acıları hatırlamanın ne faydası var?” diye soran mantık aslında geçmişe apaçık “yakanların” safından bakmaktadır.
Zira; yakılanların “hatırlama” diye bir sorunu zaten yok; onlar, geçmişi “bugün” olarak görüyorlar.
Bu nedenle onlara utanmazca nasihatte bulunanlar gerçekte düpedüz “unutun!” diyorlar.
Dünün hesabını görmek için önce “dünle yüzleşme” gerekir.
“Geçmişle yüzleşme” çalışması, katillere ceza, ölenlere saygı, ölenlerin akrabalarına tazminat, yasaları değiştirmek ve ülkeyi demokratikleştirmek, yaşananları akılda tutma ve tekrarını engelleme gibi faaliyetleri içinde barındırır.
Bu açıdan bakılınca diğer talepler bir tarafa “Sivas davası” bile sonuçlanmamıştır.
Zira; katillere saatler boyunca müsamaha gösteren “devlet görevlileri” veya “hükümet temsilcileri” sanık sandalyesine oturtulmamıştır.
Üstelik, Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz gibi “siyasiler”, verdikleri demeçler ile katliamı açıkça öven ve meşru gösteren bir tutum takınmışlardır.
Sivas’ı hatırlamak için önce bir “yas çalışması” yapılmalı. Yakılanların “dinsiz-imansız kişiler” değil; bu ülkenin insanları ve “bizden birileri” olduğu anlaşılmalı. Onları yakmanın, “vahşi ve utanç verici bir eylem” olduğu kabul edilmeli.
Sonra, belgeseller, filmler, oyunlar, kitaplar, akla gelecek her yolla katliamın arkasındaki karanlık zihniyet teşhir edilmeli. Demokratik bir toplum için asgari gereklilikler olan açıklık, karşılıklı güven, karşılıklı sevgi, birbirine yardım etme ve zayıf olana sahip çıkma gibi erdemler de ancak bu yolla gelişir.
Yalnızca başörtüsünü “özgürlük” diye sunan ve adım adım ABD desteğiyle bir “ılımlı şeriat” rejimi kurmaya çalışan Hükümette önemli görevlerle yüz yüze.
Alevilerin “utanç müzesi” inşasına engel olmaktan vazgeçmeli. Cemevlerine “cümbüş evi”, zorunlu din derslerine “Anayasanın bir gereği” dememeli.
Üstelik ortada var olan bir Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararına göre Türkiye hükümeti, artık din dersleri konusunda çözüm niteliğinde bir adım atmak zorunda.
Geçmişle yüzleşmek gerçekte kendi korkularımızla yüzleşmektir. Alevi, Kürt, Ermeni ve diğerleri.. Sorunlar daha ne kadar bastırılmaya ve “halının altına süpürülmeye” devam edilecek?
Yüzleşmek için yüzyıl geçmesi gerekmez! 15 yıldır meydanları dolduran ve “Sivas’ın hesabı sorulacak” diye bağıran yüzbinler gerçekte bir “yüzleşme çağrısı”dır. (HA/EZÖ)
Hüseyin AYGÜN, avukat
BİA Haber Merkezi - 28 Haziran 2008