12 Eylül ve Eğitim

12 Eylül ve Eğitim Kemal İNAL12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası ara dönemde (1980-83) askerler, devlet ve toplumu otoriter bir şekilde denetim...

12 Eylül ve Eğitim

Kemal İNAL

12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası ara dönemde (1980-83) askerler, devlet ve toplumu otoriter bir şekilde denetim altına almada eğitimden ideolojik bir resmi aygıt olarak sonuna kadar yararlanmışlardır. Cuntanın gayesi, eğitim gibi resmi ideolojik aygıtları da kullanarak faşist bir devlet ve toplum modeli kurmaktı. Ancak Batı’dan gelen baskılar ve dönemin Reaganist/Thatcherist liberal (serbest piyasacı) politikalarının Sovyet Bloğu hariç tüm dünyada egemenlik kurmaya başlaması nedeniyle bu gaye gerçekleşmemiş, kapalı/karanlıkçı bir toplum kurma girişimi yarıda kalmış ve askerler siyasal iktidarı 1983’te Özal’a liberal/açık bir toplum kurması için devretmek zorunda kalmışlardı.

12 Eylül generalleri, darbeyle ezdikleri sol ideolojinin yerine faşist bir devlet ve toplum modelinin kurulması için iki ideolojinin (ırkçı milliyetçilik ve gerici dincilik) ikame edilmesine karar vermişti. Bunun için de o dönemde ‘Türk-İslam Sentezi’ denilen formül bir devlet politikası olarak kabul edilmiş ve eğitimde yoğun olarak uygulanmıştır.

Aydınlar Ocağının Türk-İslam Sentezi ve Milli Kültür Raporu

Aşırı milliyetçi fikirleriyle tanınan Aydınlar Ocağının 1979’da bir kurultayında kabul ettiği öneriler demeti, 1982 Anayasasının özünü oluşturmuştur. İki öğeden (Türklük ve İslamlık) oluşan senteze daha sonra Batı’yı da katan ocak, İslamı Kemalist resmi ideolojinin yeni yorumu (Atatürkçülük) içinde resmileştirmek, devletleştirmek ve yasallaştırmak gayesini gütmüştür. Bu gayenin milli dayanışmayı yeniden tesis etmek adına askerlerce kabulüyle klasik Kemalist laiklik çizgisinden sapılarak vurgunun Türkçülük üzerinde olduğu dinci bir milliyetçilik, devlet politikası olarak benimsenmiştir. Bu politikada din, Taha Parla’nın belirttiği gibi, basit bir ahlak sistemi olmaktan ziyade bürokratik-otoriter devletin bir toplumsal denetim aracına dönüştürülmüştür. Bunun nasıl bir denetim aracı olarak kullanıldığına değinmeden önce Türk-İslam Sentezi Milli Kültür Raporu’na biraz değinmek lazım. Raporda, 12 Eylül öncesi gençlerin siyasal şiddete yönelmelerinde, yanlış felsefi tercihin etkili olduğu iddiası yer almıştır. Yanlış felsefi tercih diye de klasik Kemalizmin Atatürk döneminde baş tacı ettiği Pragmatizm ve Pozitivizm gibi eylem (kalkınma) felsefeleri suçlanmıştır. Bu iki felsefi akım maddeci (materyalist) olmakla eleştirilmiş; köksüz, muallakta, yıkıcı ideolojiler olarak damgalanmıştır. Rapora göre (sol) eylemcilerin “anarşist” olmalarının nedeni bu yanlış felsefi tercihtir. Rapora göre eğitimde ilköğretim müfredatları yeniden ele alınmalı; bu müfredatlar milli, dini ve örfi değerlere dayanmalı ve çocukları/gençleri “tezatsız Türk vatandaşı” olacak şekilde yetiştirmelidir. Rapora göre din eğitimi daha okul öncesi dönemde başlamalı, üst kademelere çıktıkça kapsam ve hacim olarak artırılmalı, hatta din konusu diğer derslere de yedirilmelidir.

12 Eylül generalleri Aydınlar Ocağının Milli Kültür Raporu’nu kabul ettikten sonra bir dizi uygulamaya gitmiştir. Bunlar, 1) artan dini etkinlik, kurumlaşma ve söylemler, 2) T.C. Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi ile birlikte din dersinin zorunlu yapılması, 3) okul içi pedagojik süreçlerin otoriter biçimde yeniden yapılandırılmasıdır.

Artan dini etkinlik, kurumlaşma ve söylemler

Darbe sonrası yoğun bir dini kurumlaşmaya gidilmiştir. Bunun en önemli göstergelerinden biri, dinsel mekanların (cami, mescit vd.) sayısının hızla artmasıdır. Tanilli’ye göre 1971-81 döneminde yapılan cami sayısının yaklaşık iki katı sadece iki yılda (1981-82) yapılmıştır. Böylece dini mekanlarda görünme yoğunluğu artmış, siviller askerlerle birlikte cami ve mescitlere koşar olmuştur. Ancak artan dini kurumlaşma ve söylemler açısından ara dönemin en simgesel olayı, başta beş general olmak üzere askerlerin miting, konferans ve çeşitli toplantılarda dinleyicilere (özellikle halka) seslenirken ayet ve hadislerden bolca faydalanmaları, sık sık Kuran’a göndermede bulunmalarıdır. Elbette bu dini söylemler sadece askerlerce kullanılmamış, dönemin vali ve kaymakamları da aynı yönteme başvurmuşlardır. Yine bu dönemde cunta, Diyanet İşleri Başkanlığından fetva istemiş, İslam Konferansına devlet başkanı düzeyinde katılmış, Atatürk’ü İslamla barıştırmaya çalışmıştır. 1981’de yapılan ve askerlerin de izlediği Türkiye I. Din Eğitimi Semineri’nde sunulan tebliğlerle laiklik yeniden tanımlanmıştır: ‘Laiklik, İslam dininin öz değerlerini korumada sahip olduğumuz tek ve en önemli ilkedir.’ Bizatihi Evren, Atatürk’ün din düşmanı değil dini sayan bir kişi olduğunu, laikliğin dinsizlik anlamına gelmediğini; İslamın akıl, bilim ve mantığa uygun olduğunu, laiklik ile din eğitiminin çatışmasının söz konusu olmadığını, aksine dinsel eğitimin laikliğin doğal bir sonucu ve gereği olduğunu söyleme ihtiyacı duymuştur.

Din dersinin zorunlu kılınması

12 Eylüle değin din dersi ile ahlak bilgisi ayrı dersler olarak veriliyordu. Ancak darbeden sonra; 1981’de bu iki ders birleştirildi ve ‘Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi’ adı altında anayasa gereği, devletin gözetimi altında 4. sınıftan itibaren lise sona kadar zorunlu hale getirildi. Bu dersin zorunlu olmasını, hatta okul öncesi döneme değin çekilmesini öneren kuruluş, Aydınlar Ocağı idi. Ocak, bunu Milli Kültür Raporu’nda dile getirmiştir. Daha sonra bu rapor DPT tarafından ulusal bir kültür politikası olarak kabul edilmiş ve raporda belirtilenler resmi devlet politikası olarak uygulamaya konulmuştur. Bu raporun üzerinde en fazla durduğu konulardan biri de, din dersinin daha etkili kılınmasıydı. Bu etkinin yolunun da dersin ahlak ile birleştirilerek zorunlu kılınmasından geçiyordu. Böylece 1982’den itibaren bu derse gayrimüslimler, Aleviler zorunlu olarak girmeye ve hatta camilerde uygulamalı namaz kılma derslerine katılmaya mecbur edilmişlerdir.

Okul içi pedagojik süreçlerin otoriter yeniden yapılandırılması

12 Eylül darbe sonrası okul içi pedagojik süreçlerde adeta neredeyse gerici bir devrim yapmıştır. Müfredatlar ve ders kitapları değiştirilmiş, her okulda Atatürk köşesi ve kitaplığı kurulması zorunluluğu getirilmiş, her müfredat ve ders kitabı Atatürkçülüğe göre yeniden yazdırılmış, öğretmen ve öğrencilere giyim, makyaj ve takıda sınırlama ve standart getirilmiş, öğrencilere ‘hoca’ yerine ‘öğretmenim’ demeleri emredilmiş, her gün okullarda saç kontrolleri yapılmış, öğrencilerin bahçeden okula askeri disipline benzer biçimde girmeleri sağlanmış, öğretmenlere hayatta ve öğrencileri karşısında nasıl davranacaklarını öngören direktifler verilmiştir vb... Bu dönemde tüm kamu memurları gibi öğretmenlere de psikolojik savunma (harekat) gereği yazılı telkinlerde bulunulmuştur: “1) Evvela nefsimize, sonra milletimize, hükümetimize ve ordumuza güvenmeliyiz. 2) Kumar, içki, fuhuş ve hırsızlık gibi kötü alışkanlıklardan uzak kalmalıyız. 3) Yalancılık, kıskançlık, dedikoduculuk yapmamalıyız. 4) Şeref, haysiyet ve onur kırıcı namus mefhumuna aykırı şeylere tenezzül etmemeliyiz. 5) Kanunlara, amirlere ve büyüklere saygılı, âdet, anane ve geleneklere hürmetkar olmalıyız. 8) Herkese karşı elden gelen yardımı ve iyiliği seve seve yapmalıyız…11) Sağlam ve sarsılmaz bir moralin, düşman propagandasına karşı bizi koruyan en kuvvetli bir kalkan olacağına inanmalıyız.”

12 Eylül öğretmenlere, “tanımadığınız kimselere içinizi dökmeyiniz”, “hiddete kapılmayın”, “tembellerle arkadaşlık etmeyin”, “ruhunuzu, bedeninizi ve giyiminizi temiz tutun”, “ketum olun”, “devlet büyükleri ve amirleriniz hakkında menfi propaganda yapmayın ve yapanlara da mani olun”, “Allah’ın varlığına inanın”, “dininizin yasakladığı şeylerden kaçının ve icaplarına uyun” diyecek kadar davranışlara karışmış, itaatkar bir birey yaratacak denli ayrıntılara inmiştir.

İstiklal Marşı, bayrak, sancak törenlerinin nasıl yapılacağı ile ilgili olarak tüm kamu kurumlarına, okullara direktifler gönderilmiş; eğitimin bütün kademelerine “Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi” zorunlu ders olarak konulmuş; tüm eğitim programlarının (müfredatlar) içeriğinin “milli birlik ve bütünlük” ilkesi çerçevesinde yeniden düzenlenmesi kararı alınmıştır. Programlarda daha ana sınıfından başlamak üzere askeri bir mantıkla yoğun biçimde Atatürkçülük, ama gerici bir yorumuyla Atatürkçülük öğretilmeye başlanmıştır. Okul içindeki hemen her pratikte, ders işlerken, sınıf panosunu düzenlerken, okulu süslerken Atatürkçülüğün işlenmesi kararı alınmıştır. Bu dönemde, örneğin bayrak töreninin nasıl yapılacağı, bu törene kimlerin katılacağı, tören bayrağının nerede korunacağı ve saklanacağı, göndere çekilirken ve sonrasında neyin içinde taşınacağı, İstiklal Marşı’nın nasıl söyleneceği ayrıntılı biçimde belirlenmiştir. Her okulda kahramanlık ve kahramanlar günü düzenlenmesi istenmiştir; çünkü 12 Eylüle göre Türk tarihi kahramanlıklarla doludur ama öğrenciler bunu bilmemektedirler.

12 Eylülden sonra içeriği yeniden düzenlenen tarih dersinin Türk milliyetçiliğini güçlendirmeye hizmet etmesi kararı alınmıştır. Bu derste ‘Türk milletinin, belirli terör odaklarınca düşünülen siyasi oyunların tuzağına düşmeyeceği açıklanacak; Türk milletinin her zaman olduğu gibi davasındaki haklılığının kabulü sabırla beklediği belirtilecek’tir. Alınan kararla tüm derslerin (resim, müzik, beden eğitimi, yabancı dil eğitimi dahil) konularının bir şekilde Atatürkçülük ile ilişkilendirilmesi istenmiştir. Örneğin Fen ve Matematik derslerinde “Atatürk’ün ‘Bilim ve teknik için sınır yoktur’ özdeyişinin, günümüzdeki uzay çalışmaları örnek verilerek anlamının büyüklüğü üzerinde durulması istenmiş; yabancı dil derslerinde cümle kalıpları öğretilirken Atatürk’ün hayatı ile ilgili bilgilerin kullanılması talep edilmiştir.

YÖK’ün kurulması: kışlalaştırılan üniversiteler

12 Eylül, sol ve sağ eylemci gençlerin silahlı mücadele içine girdiği üniversiteleri sıkıntının asıl kaynağı olarak görmüş ve hemen bir yükseköğretim düzenlemesine gitmiştir. 1982’de Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) kurulmuş; YÖK ile birlikte üniversiteler tepeden inme, emir-komuta düzeniyle işletilmeye başlanmıştır. Bu dönemde 1402 sayılı sıkıyönetim yasası’yla birlikte birçok öğretim üyesinin görevine son verilmiş, birçok öğretim üyesi de YÖK’ün kuruluşunu protesto ederek istifa etmiştir. Öyle ki YÖK, öğretim üyelerinden sakallarını bile kesmelerini istemiş, bunu onur kırıcı bulan bazı öğretim üyeleri sırf sakal yüzünden üniversiteden üzülerek ayrılmıştır.

Sonuç

12 Eylül, tüm kurumlar gibi eğitimin üzerinden de silindir gibi geçmiştir. Bugünkü birçok eğitim sorununun (zorunlu din dersi, YÖK, düşünmeyen genç beyinler, kışlalaştırılan üniversite, gerici eğitim kadroları, hantal MEB ve onun sorunlar yumağı olan bürokrasisi vd.) sorumlusu, 12 Eylüldür. 12 Eylül cuntası, hazırladığı yasa, yönetmelik, direktif ve genelgelerle okulları zabturapt altına almaya çalışmıştır. Öğretmen ve öğrencilerin kılığına-kıyafetine karışacak kadar totaliterleşmiştir. Abartılı, aşırı ve gerici bir Atatürkçülük yorumunu eğitimin her kademesinde egemen kılmaya çalışmıştır. Bugün 12 Eylülün istediği gibi test kafalı, ezberci ve sosyal açıdan sorumsuz bir öğrenci modelinin yetişmesi, bu gerici ideolojik öğreti aşılamaya uygun kendiliğinden oluşan bir tepkidir. Ancak, bilinçli tepkiler de yıllardır sürmekte ve kendini çeşitli biçimlerde ifade etmektedir. Gerek öğrencilerin 1984’ten itibaren, gerekse eğitim sendikalarının 1990’ların başlarından itibaren bu gerici eğitim anlayışına karşı giriştikleri mücadele sürmektedir. Son yıllarda müfredatların içeriğinin bir ölçüde demokratikleştirilmesi, bu mücadelenin bir ürünüdür. Eğitimi, ideolojik yanlış bilincin değil, özgürleşmenin kurumuna dönüştürmek için her şeyden önce alternatif bir eğitim modeline ihtiyacımız vardır. Ama nasıl bir model? Eleştirel pedagoji, bize bu konuda bir yanıt verebilir.

Kemal İNAL
EVRENSEL HAYAT - 14 Eylül 2008

Makale Haberleri

Ölümsüz bir analiz olarak: Büfeci İslamı - Ufuk Güldemir
Ali mi Aleviliği, Alevilik mi Ali'yi yarattı?
Şebnem Korur FİNCANCI yazdı: Aralık 78
Alevi düşmanlığı yapan Rabia Mine'ye PSAKD yöneticisinden cevap
Din ortaklığının kitle kontrol silahı : Korku