Sennur SEZER : Çağdaş koçaklamalar ve ağıtlar
Sennur SEZER : Çağdaş koçaklamalar ve ağıtlar Şairler ya da halk deyimiyle ozanlar, hep güncel olanın acısını, sevincini dile getirmiştir....
Sennur SEZER : Çağdaş koçaklamalar ve ağıtlar
Şairler ya da halk deyimiyle ozanlar, hep güncel olanın acısını, sevincini dile getirmiştir. Susanlar, susmak zorunda olanlar adına da haykırmıştır. Kimi zaman apaçıktır neyi anlattıkları, kimi zaman şiirin ebrusu yarı örtük yarı aydınlık ipuçlarıyla sezdirir neyin anlatıldığını. Bu sezdiriş kimi zaman tüm çağların benzer olaylarını da kapsar, bir genel övgü ya da ağıt anlamı kazanır. Edebiyatımızda her iki türün de örneği epeydir.
16. yüzyılda Taşlıcalı Yahya, Şehzade Mustafa’nın öldürülüşünde onu katlettiren babası Kanuni Süleyman’ı kızdıracak, orduyu ayaklandıracak davudi bir çığlık atmıştır:
Medet medet bu cihanın yıkıldı bir yanı
Ecel celâlileri aldı Mustafa Han’ı...
Şiirin bütününde bu cinayeti kışkırtanlara (Hürrem Sultan, Sadrazam Rüstem Paşa) hakaretler vardır. Ancak şiirdeki ustalık, yasal cezalandırmayı sağlayacak açık delilleri vermez. Bu durum onu idamdan kurtarmış ama ölümüyle sona erecek bir sürgünden koruyamamıştır.
Edip Cansever’in “Ölü mü Denir?” şiiri de böyle bir çığlıktır. Şiirin adından başlayan övgü (ölümsüzlük iması), kime ya da kimlere olduğunu yalnızca sezdirerek tüm zamanları kapsar:
“Ölü mü denir şimdi onlara
Durmuş kalbleri çoktan
Ölü mü denir şimdi onlara
Kımıldamıyor gözbebekleri
Ölü mü denir peki
En büyük limanlara demirlemiş
En büyük gemiler gibi
Kımıldamıyor gözbebekleri...”
Şiirdeki kişilerin sabahı beklemesi, “ve ikiye ayrılmış bir nehir gibi bacakları”nın görüntüsü, asılmışlığı sezdirir. Söz konusu olanlarsa birden fazladır. Ve bu birden fazlalık, “sıkılmış yumruklar”, bir gün bir alana dikilmesi düşlenen heykelleri, (ve şiirin yazıldığı tarih, 1974) Cansever’in “onlar” nitelemesiyle Denizleri anlattığı duygusunu tamamlar:
“Suratları gergin
Suratları kararlı
Belli ki çok beklemişler
Kabuğundan çıkan bir portakal gibi gelen sabahı
Suratları gergin
Bir savaş alanına benziyor suratları
....
Geçirmiyor gövdeleri soğuğu
Geçirmiyor sıcağı da
Ve ikiye ayrılmış bir nehir gibi bacakları
Akıyorlar sonsuza
Ölü mü denir şimdi onlara
Kimse hüzünlü olmasın
Sırası değil hüznün daha
Bir gün bir şehrin alanında
Bir mermer yığınının gözlerine
Omuzlarına düşerse bir çınar yaprağı
Hüzünlensin yaşayanlar o zaman
Sırası değil hüznün daha
Öylesine sıkılmış ki yumrukları
İyice sıkılsın yumruklar
Saklansın diye bir armağan gibi bu katılık
Öylesine sıkılmış ki yumrukları
Kimse hüzünlü olmasın
Kimse hüzünlü olmasın diye
Sırası değil hüznün daha.”
Ölü mü Denir?, “alışılmış duyarlılığın” unutulmasını öğütleyerek son bulur, onların “insan gövdeleri” unutulmalı “o kadar sade o kadar kalabalık” özellikleri, daha doğrusu düşünceleri “yüreklere, damarlara” dolmalıdır.
Bu şiir hem çağdaş bir koçaklama, hem çağdaş bir ağıttır.
Cansever, dönemi, Mendilimde Kan Sesleri’nde de anlatır. Memleket (ve istasyonlar) “dağılmış pazaryerleri”ne benziyordur. Ama “umudu dürtmek”, “umutsuzluğu yatıştırmak” gerekmektedir.
Doğrusunu söylemek gerekirse Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının öldürülüşünün sarsıntısı dönemin tüm şiirlerinde izler bırakmıştır. Bu izlerin kimileri kendiliğinden gibidir. Hilmi Yavuz’un Bedreddin’e Şiirler’inde Beyazıd Paşa “asılmış”ı anlatırken, Pir Sultan Abdal’a yakılmış ağıdın bir dizesini (Usuldu uzundu dedemin boyu) anımsatır: “Usuldu, uzundu Deniz’in boyu...” Bu Bedreddin (ve Pir Sultan) ile Deniz’i bir dizede anımsatmanın usta ama zor bir yoludur. Yalnızca bir anıştırma gibi tarih düşer “Yort Savul”da Ece Ayhan:
“....Tarihe ağarken üç ağır yıldız
Sürünerek geçiyor bir hükümet kuşu kanatları yoluk.”
Ece Ayhan, “Kitapların yakıldığı yıldı” benzeri dizelerle tarih düşmenin ustasıdır.
Ahmet Oktay, “ağıt söylemek için sesimiz” olduğu, çocukların bir gecede çocukluktan çıktığı “ölülerimizin adlarının okunduğu” günleri anlatır; “Sürdürülen Bir Şarkının Tarihi”nde. 1981’de yayımlanan kitaptaki şiirlerden “Ölümün Bıyıklı Resmi”nde bir babayla oğul konuşurlar. Konuşma şöyle sonlanır:
“...
- Ölüm nedir baba
ölüm nedir peki?
Ah!
Bıyıkları yeni terlemiş bir abi.”
Ana ağıtları
Gülten Akın, Ağıtlar ve Türküler’de 12 Mart 1971 ve öncesinin, İlahiler’de 12 Eylül 1980’in olaylarını bir ana sesiyle anımsatır. Sessizliğe öfkelidir:
“Buralarda
Sus sus sus
Dan başka bir ses duyulmuyor
Yazanlar, ozanlar, kardaşlar
Niye, biz ölmüş müyük?”
Gülten Akın’ın ağıtları, yakıldıkları kişilerin onları yakından tanıyanların bilebileceği kimi özelliklerini yansıtır, bu yanıyla bu ağıtlar adlarına yakıldıkları kişilerden daha geniş bir kitleyi kucaklar, tıpkı Sinan Cemgil için yazdığı Ayvaz Ağıdı gibi:
“Su yürümeyince, dağ uçmayınca
Sevdiğin Şirin’i sarabilmezdin
Oyun oynar gibi ölüme gittin
Gencidin tezidin sıra bilmezdin
Bir idin peşine bir alay düştü...”
Şairin sesinde bir ananın öfkeli yazıklanması vardır, ama ölüm bile bir güzelleme gibidir:
“İki kaşın arasına ay düştü...”
Gülten Akın’ın ada yaktığı ender ağıtlardan biridir, 8 Haziran 1977’de ODTÜ girişinde jandarma tarafından kurşunlanarak öldürülen Ertuğrul Karakaya için yazdığı “Ertuğrul Ağıtı”:
“Gökte bulut yan yan gider
Yaralarımdan kan gider
Töresi batası dünya
Kahpe kalır şahan gider...”
Gülten Akın, 12 Eylül hapisanelerini yaşamış bir annedir. Şiirlerinin içtenliğinde bu da vardır. Tıpkı “Demirle Pas Arasında İlahi” gibi:
“Nergisle güz arasında
beş yıldır beş uzun yıldır
Yağmurla kar arasında
Beş yıldır beş uzun yıldır
Ayazla çiğ arasında
Demirle pas arasında
Seyranla Mamak
Beş yıldır beş uzun yıldır
Tanıyorum sesini demirin
Açılan sürgünün itilen kapının
Eldeki omuzdakinin
Aman dinlemez sesini
Beş yıldır beş uzun yıldır…”
Gülten Akın, çocuğu hapiste olan bütün anneleri dile getirir bu şiirde. “Anneler İlahisi”nde ise Fadime Göktepe görünür:
“Kimin hayatı kimin umurunda
oysa sarmalandın, paylaşıldın
ortasında sen gibi bir kalabalığın
anneler olmasa kim kimi severdi
saklı tuttun o insanı insana bağlayan güvenci
yollar boyu, eskitilmiş alanlarda
solgun bir bedeni gezdirmedin Metin’in annesi...”
‘Kıyılır mı Erdal’a!’
Ali Ekber Eren’in 12 Eylül’de 17 yaşında asılan Erdal Eren için yazdığı ağıdı bilmeyen yoktur:
“Deli sevdalar basımda sevdalı yürek döşünde
Çektiler darağacına daha gencecik yaşında
Ankara adı kara bu yara başka yara
On yedi yaşındaydı kıyılır mı Erdal’a!..”
Erdal Eren’in bildiğimiz fotoğrafını çekense Savaş Ay’dır. Bu fotoğrafta Erdal’ın duruşu Aysel Gürel’le Sezen Aksu’ya bir şarkı yazdıracaktır. Onno Tunç’un bestelediği bu şarkının esin kaynağının Erdal Eren’in fotoğrafı olduğu çok sonra açıklanacaktır:
“ .....
bir an duruşu gibi ömrün bitişi gibi
veda ederken aşk ateşi gibi söner iç çekişler.
aman aman yandım amman
acı yüzler kurşun gibi izler
son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda...”
13 Aralık 1980’de, Ankara Merkez Cezaevi’nde “gerçekleştirilen” infazın ardından, pankart asarak idama tepkisini “dile getirmek” isteyen Ercan Koca, gözaltına alındı. İki gün boyunca gördüğü yoğun “sorgulama” sonucu “yaşamını” yitirdi. Teoman’ın yazdığı “İki Çocuk” da bu olayı dile getirir:
“Kalpte kurşun ilmek boynunda
İki çocuk ölüm karşısında
Hep çocuklar kalacaklar
Büyümeden birer tabutta
Ama yaşıyorlar
Gülüyorlar
Annelerinin rüyalarında...”
Gülten Akın’ın Büyü şiiriyse hepimizi “baba” saydıklarımız için uyarır:
“Büyü de baban sana
Büyü de
Acılar alacak
Büyü de baban sana
Büyü de
Yokluklar alacak
Büyü de baban sana
Büyü de
Bitmez işsizlikler açlıklar alacak
Büyü de
Büyü de baban sana
Baskılar işkenceler alacak
Kelepçeler gözaltılar
Zindanlar alacak
Büyü de
Büyüyüp on yedine geldiğinde
Büyü de baban sana idamlar alacak...”
‘Şafak Türküsü’
Nevzat Çelik adı, Şafak Türküsü’yle birlikte yerleşti belleklere. Bu şiirin 12 Eylül’de ilk idam edilen Necdet Adalı için yazıldığı söylendi sonra. Kimin için yazılırsa yazılsın, şiir ortak duyguları taşıyordu:
“Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama
.......
bağışla beni güzel annem
oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana
elleri değsin istemedim
gözleri değsin istemedim
ağlayıp koklayacaktın
belki bir ömür taşıyacaktın koynunda...”
Nevzat Çelik, yazılmamış/yazılamamış bir veda mektubunu, tüm veda edemeyenler adına direnç veren bir sesle yazar. Şiir, bütün öldürülenler adına, güzel günleri muştulayarak sonlanır:
“...bir sabah anne bir sabah
acını süpürmek için açtığında kapını
adı başka sesi başka nice yaşıtım
koynunda çiçekler
çiçekler içinde bir ülke getirirler
başlarını koymak için yorgun dizine
sen hazır tut dizini anne
o mükemmel güne...”
‘Kızıldere adın ahire kalsın, Mahir yoldaş şanın tarihe kalsın’
Kimi olaylar kişilerle değil, olayın geçtiği mekanlarla anılır. Sarıkamış, Nurhak ve Kızıldere böyle adlardır:
“Nurhak sana güneş doğmaz
Uçan kuşlar yuva kurmaz...”
Koçaklama, Sinan’ın arkadaşı Taylan Özgür’ün adını verdiği oğlunun doğumuyla son bulur. Bu bir süreklilik simgesidir:
“Böyle kalır sanma devran
Yola devam eder kervan
Öldü Sinan, doğdu Taylan
Omuzladı silahını...”
Kızıldere’de iki ayrı örgütten 10 kişi Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın idamını engelleme girişiminde ölmüştür. Nihat Behram’ın dile getirdiği umut için:
“Onlar, onlar kurtulabilseydi eğer
-üstelik can verildi bunun için
.......
ne mahpusluk, ne ayrılık incitir içi
dayanılmaz olurdu
ne susuşlar, ne keder bölebilirdi derinliği...”
Kızıldere köyünde yaşananların savunulması ve meşrulaştırılması, bütün uğraşlara karşın mümkün olmadı. Kızıldere türküleşti:
Hain tuzaklarda kan uykularda
Vurulduk ey halkım unutma bizi
.......
Zulüm sığmaz iken köye şehre
Bize mezar oldu kan Kızıldere
Yavuklu yerine çıplak mavzere
Sarıldık ey halkım unutma bizi...
Kızıldere için başka türküler de yakıldı:
“…dere böyle durulmaz, gence kurşun sıkılmaz…
Sanma zalim olandan bir gün hesap sorulmaz…”
Sözler, sesler, ağıtlar koçaklamalar kimi zaman tek tek adları anımsatır: “Ulaş’a hele Ulaş’a, Ulaş benzerdi güneşe” diye haykırır. Ama döner dolaşır hep sözün ta başına, Denizlerin bir bahar günü idamına uzanır. 1986 Asya-Afrika Yazarlar Birliği Lotus Edebiyat Ödülü sahibi Tahsin Saraç’ın (1 Ocak 1930, Muş-29 Haziran 1989, İzmit), Karşıyaka’nın Üç Gülü şiiri az bilinen şiirlerdendir:
Asılmış bir al umuttan
Kara gücün korku dalında
Şu can topraktaki üç fidan ölü.
Ve artık ölmezliğin son boyutundan
Göverir yeşil bahar yağmurlarında
Denizgülü, Yusufgülü, Hüseyingülü.
Ölümdür kimileyin kavganın tek ödülü.
Kan çiçeği sökünü arkalarından...
Açmış böğrünü, hepsine ana sıcaklığında
Devrimin kan kalesi Karşıyaka gömütlüğü.
Ve gençlik günlerine doymamışlık dağından
Bakar, alınlar mavide ve göğüs hep namluda
Gezmişgülü, Aslangülü, İnangülü.
İnanç bir deli çay ki yeşertir bir gün çölü.
Deniz Gezmiş ve arkadaşları için yazılanlar buncacık değil elbet. Halk şairi bir kadının yazdığı ağıt sarsar beni, özellikle; “Ne olaydım ne olaydım oy okuryazar olaydım/Deniz mahkemeye düşmüş avukatı ben olaydım”la yinelenen bölümü. Ama Can Yücel’in Mare Nostrum’u dillerden düşmez:
“En uzun koşuysa elbet
Turkiye’de de devrim
o, onun en güzel yüz metresini koştu
ilk o fırladı lüverden en sekmez mermisiynen
en hızlısıydı hepimizin,
ilk o göğüsledi ipi...
acıyorsam sana anam avradım olsun,
ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!..”
Sennur Sezer / EVRENSEL HAYAT - 30 Mart 2008
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.