Sempozyuma Türban Tartışmaları Damgasını Vurdu
Sempozyuma Türban Tartışmaları Damgasını Vurdu(AHA Özel Haber) 22 Mart 2008 Cumartesi günü saat 13:00'te BEKSAV (Bilim Eğitim Estetik Kültür Sanat Araştırmaları...
Sempozyuma Türban Tartışmaları Damgasını Vurdu
(AHA Özel Haber) 22 Mart 2008 Cumartesi günü saat 13:00'te BEKSAV (Bilim Eğitim Estetik Kültür Sanat Araştırmaları Vakfı ) Konferans salonunda gerçekleştirilen İnanç ve Vicdan Özgürluğü Sempozyumu'na Türban tartışmaları damgasını vurdu. BEKSAV tarafından organize edilen sempozyum 3 oturum halinde gerçekleştirildi. "Aleviler ve Resmi İdeoloji", "Türban ve Sosyalizm" ve "Gayri-müslim Azınlıklar ve Türk İslam Sentezi" olarak belirlenen oturum başlıklarında konuşmalar yapıldı. "Aleviler ve Resmi İdeoloji" başlığında PSAKD Kültür Sanat Sekreteri Erdal YILDIRIM ve Atılım Gazetesi Yazarı Halil DİNÇ yirmişer dakikalık birer konuşma yaptılar. "Türban ve Sosyalizm" başlıklı oturumda ise Gazeteci - Yazar Mukaddes ÇELİK birer sunum gerçekleştirdi. "Gayri-müslim Azınlıklar ve Türk İslam Sentezi" başlıklı son oturumda ise Belge Yayınları Sahibi - Yazar Ragıp ZARAKOLU bir konuşma yaptı. Sempozyumda bir konuşma yapması beklenen Yazar Sevim BELLİ ve TESEV Yönetim Kurulu Üyesi Osman KAVALA rahatsızlıkları nedeniyle sempozyuma katılamadılar.
Türkiye'nin önemli gündem maddelerinden birisi haline getirilen Türban'a ilişkin değerlendirmeler,Türban konusunda soldaki fikir ayrılıklarını bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Sosyalistlerin ve genel olarak solun Türban sorununa bakışını ele alan konuşmalarla sempozyum renkli tartışmalara sahne oldu.
Aleviler ve Resmi İdeoloji başlıklı oturumda bir konuşma gerçekleştiren Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) Kültür Sanat Sekreteri Erdal YILDIRIM konuşmasında şunları söyledi:
Bir mozaikler coğrafyası olan Anadolu’da bir çok inanç yüzyıllarca yan yana bir arada yaşama şansı yakaladı.. Bu inançlardan biri olan Alevi inancı bugünlere kadar baskı, imha, aşağılanma, horlanma ve katliamlara uğrayarak geldi. Alevilik bugüne kadar sürekli resmi ideoloji ile çatışma halinde olmuştur. Osmanlı imparatorluğu döneminde defalarca toplu katliamlarla karşı karşıya kalan Alevilerin, mal ve namuslarına, topraklarına el konulmuş, bu konuda şeyhülislamlar tarafından sayısız fetvalar çıkartılmış olup günümüzde de Anadolu’nun bu kadim inancı, yine asimilasyon ve katliamlarla yüz yüzedir. Maraş, Çorum, Gazi, Ümraniye Madımak katliamları tüm sıcaklığı ve acısıyla karşımızda duruyor.
Bu açıdan BEKSAV’ın düzenlemiş olduğu “İnanç ve Vicdan Özgürlüğü” sempozyumunun olumlu etkiler ve sonuçlar yaratacağına inanıyor, sempozyumu düzenleyen arkadaşlara emeklerinden ötürü teşekkür ediyorum.
Ama sözlerime pek alışılagelen bir şekilde değil, ama mutlaka tüm dikkatinizi çekecek bir saptamayla başlamak istiyorum.
Bu sempozyumun duyuru afişine dikkat ettiniz mi ? Sempozyumun ismi ile bu afişin nasıl bağdaştırılabildiğine inanamıyorum. Afişi tespit eden sevgili dostlarım alınmasınlar. Ama sormadan ve söylemeden geçemeyeceğim. İsmi “İnanç ve Vicdan Özgürlüğü” olan bu sempozyumun afişindeki türbanlı kadını ve türbanı bu sempozyumla nasıl bağdaştırabildiler?
Bir çok inancın, ki özellikle de Alevi inancının Anadolu’da yüzlerce yıldan bu yana inkar edildiği, asimile edilmeye çalışıldığı, bunun için katliamların bile gerçekleştirildiği ve halen günümüzde Alevilerin inancını rahatlıkla yaşayamadığı, ibadetlerini yapamadığı bir ülkede, Aleviliği, Aleviliğin ritüellerinden birisini anımsatan bir afiş nasıl oldu da sembolize neden edilemedi ?
Bunu son derece üzücü ve düşündürücü bulduğumu itiraf etmeliyim. Nasıl oldu da, RTE’nin deyimiyle bile sadece ülke nüfusunun %1,5’unu ilgilendiren türban bu sempozyumun afişi ve simgesi oldu?
Sadece Alevilik de değil, Anadolu’da Hanefi Sünni inancı dışındaki diğer tüm inanç sahiplerinin de, ibadetlerini istedikleri gibi özgürce yapamadıkları bu kadar orta yerde dururken, nasıl oldu da Türban resmi bu sempozyuma afiş olabildi?
Oysa hepimiz çok iyi biliyoruz ki, resimdeki türban ve yaşamda fırtınalar kopartılarak her gün yaşamın her alanına getirilen türban takan bu insanların inançlarını ve ibadetlerini yerine getirmeleri konusunda en ufak bir sorunlarının olmadığını hepimiz bilmekteyiz. Bu ülkede inanç ve vicdan özgürlüğü denilince, özgürlüklerin kısıtlanması konusunda en son akla gelebilecek kesimin simgesidir türban…
Devlet cumhuriyet öncesinde de, sonrasında inançlar konusunda hep taraf olmuştur. Sünni – Hanefi anlayış egemen olmuştur. Devlet tüm kaynakları, üstelik diğer inanç sahiplerinden alınan vergileri de tek bir mezhep ve inanc için kullanmakta ve bir inancı finanse etmektedir.
Eğer Sünniler de, devletin inançlarını yaşamaları konusunda baskı yaptığını, inançlarını özgürce yaşayamadıklarını iddia ediyorlarsa, o zaman çıkıp mevcut düzene karşı mücadele etmelidirler. Devlet inancımızı nasıl yaşayacağımıza karışmasın desinler. Ama bunu yaparken devletin kendilerine aktardığı trilyonları reddetsinler. Devletin atadığı imamları da reddetsinler.
Cemaatler olarak ibadet yerlerini kendi finansmanlarıyla yapsınlar. Hem devlet tarafından beslenip, hem de inancımı yaşayamıyorum demek ikiyüzlülükten - riyakarlıktan başka bir şey değildir.
Arkadaşlar, bu ülkede 87.000 adet cami ve 100.000 din görevlisi var. Yani ülkedeki eğitim ve sağlık kuruluşlarının sayısından daha fazla cami mevcut. Bu sayılara apartman altlarında, camilerde vs hizmet veren yüzlerce – binlerce kuran kursu, yurt adı altında eğitim yerleri bu sayılara dâhil değildir.
DİB, İslami propaganda yapan 45 bin adet kitap, 1300 çeşit dergi ve 1300 belgesel dosya Türkiye’deki her ilköğretim okuluna ve kütüphaneye göndermektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığının bütçesi Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı gibi bakanlıkların bütçelerini ikiye katlamaktadır.
Yapay türban sorunu konusunda rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Türban sorunu olarak ülke gündemine getirilen yapay durum aslında, egemenler arası bir çatışmanın sürüyor gibi gösterilmesinden, yani danışıklı döğüşten başka bir şey değildir. Türbanı siyasi bir simge olarak kullanan ve bu konuda mağdur ve mazlumu oynayanların çifte standartlı ve ikiyüzlü politikalarının görmemiz gerekiyor.
Genel olarak sosyalistlerin, muhalif solun, demokrasi güçlerinin, feminist kesim içinde kimilerinin bir akıl tutulması yaşamalarını; siyasal İslama ve gericiliğe karşı reflekslerde yaşanan eksiklikleri; AKP’nin sözde demokratlığı ve türban özgürlüğü gibi gerçeklerle ilgisi olmayan düşüncelerin savunulmaya başlamasını kabullenemiyorum..
Tarikatlar eliyle örgütlenen ve bireysel bir tercih olan Türban takmanın “savunulması zorunlu bir özgürlükmüş” gibi algılanmış olmasını kabullenemiyorum. Bunun ideolojik ve siyasi olarak teslimiyet olduğunu düşünüyorum ve bu durumun özgürlük, bireysellik olarak yorumlanmasını kabullenemiyorum.
1980 askeri faşist darbesi ile sol muhalefetin önünü kesmek üzere ülke gündemine giren türbanın ve güçlendirilen siyasal islamın bu oyunlarının görülmemesini kabullenemiyorum.
Diğer yandan, türbanın dinci erkek egemenliğinin kadın bedeni üzerinde uygulamaya çalıştığı bir denetim ve baskı aracı olduğunu görememeyi; türban nedeniyle birçok yerleşim yerinde, okullarda, kamu kurumu ve işyerlerinde haremlik-selamlık uygulamasının başladığını görememeyi; bunun aynı zamanda cinsiyetçi bir ayrışmaya neden olduğunu görememeyi de kabullenemiyorum.
Biliyoruz ki, sosyalistler bireysel özgürlükler yerine toplumsal özgürlükleri önemser ve savunur. Ayrıca sosyalistler egemenler arası çıkar çatışmalarında taraf olamazlar. Sosyalistler her koşulda faşizme, ırkçılığa ve her türden gericiliğe karşı mücadele ederler.
Türban savunucuğuna soyunan, ama sistemden beslenen ve hiçbir zaman ülkedeki demokrasi, insan hakları, toplumsal barış konularında demokrasi güçleriyle bir arada olmayan bazı kişi ve gruplar salt kendi bireysel ve dar bakışçı sorunlarında ortaya çıkmışlardır.
Buradaki herkes bir kez daha kendi kendine sormalıdır. Bu gruplar binlerce Kürt’ün Halepçe’de katledilmesini kınamışlar mıdır? Bu kişiler Maraş katliamını, Çorum Sivas Madımak katliamlarını, Gazi ve Ümraniye katliamlarını kınamışlar mıdır? Veya bu katliamlardan sonra neden hiç ortalıkta gözükmemişlerdir?
Bu meşhur “türban” savunucuları 8 Martta, Newrozlarda, 1 Mayıslarda, devrimcilerin sokaklarda, yargısız infazlarda, cezaevlerinde katledildiği sıralarda başka bir ülkede mi yaşıyordular? Başka yaşasalar da hiçbir şekilde haberdar olmadılar mı?
Demokrasi, insan hakları ve gerçek laiklik mücadelesinde, toplumsal barış konusunda ortalıkta gözükmeyen bu kişi ve gruplar nedense sadece eğitim kurumlarında ve kamusal alan denilen yerlerde ısrarla türban savunuculuğuna soyunmaya devam etmektedirler.
Amasya’da, Esenler’de, K.Çekmece’de Alevi öğrenciler zorla din derslerine sokulmak istenirken; hatta çeşitli baskılar nedeniyle okullarını değiştirmek zorunda kalırken bu kişilerin neden kılları kıpırdamamıştır ?
İstanbul’un göbeğinde Şişli’de Alevi olduğu için ve Muharrem Orucu olduğunu söylediği halde hunharca dövülen ve hastanelik edilen Alevi öğrenci söz konusu iken bu kişiler neden inlerine çekilmektedirler?
Esat Paşa’da Alevi öğrenciler fişlenirken nerededirler?
İnanç ve vicdan özgürlüğü denince, aklımıza Alevilerin ve bazı diğer inanç gruplarının yüzyıllardır karşı karşıya kaldıkları baskı, inkâr, imha ve asimilasyon – katliamlarının gelmemesini; gele gele “türbanın” gelmesini üzüntüyle karşılıyor ve kabullenemiyorum…
İnsanın biyolojik, ekonomik, toplumsal ve düşünsel evrim süreçleri, içinde yaşadığı çevresel koşullar tarafından belirlenmiştir. Ve bu anlamda hiçbir ideoloji – düşünce -din içinde doğduğu toplumun geçmişle bağını tamamen yok edemez, o bağdan tamamen kopuk olamaz ve bir şekliyle toplum katmaları ve yönetim kademeleriyle ilişki içinde olur.
Anadolu, Mezopotamya, İran ve Hindistan Alevi inancının / kültürünün / felsefesinin beslenip biçimlendiği temel coğrafyalardır. Şamanizm, Budizm, Brahmanizm, Mani, Zerdüştlük bu topraklarda kök salmış inançlardır. Anadolu Aleviliği de uzun bir tarihsel süreç, toplumsal hareketlilik ve aynı kaderi paylaşan toplulukların ulaştıkları inanç / kültür / felsefe sentezinin ve bu sentezin derinliğinin ifadesidir.
Anadolu Aleviliği tarihsel süreç içersinde İran ve Horasan’da Şiiliğin iktidar olmasıyla bu bölgelerde iktidar dışı muhalefet kimliği kazanmıştır. Şiiliğin iktidar olup resmi ideolojiye dönüşmesine paralel olarak, Anadolu Aleviliğinin öncüleri iktidar dışı kimlikleri ile temsil ettikleri toplulukların sesi olmuşlardır.
Alevilik Anadolu’nun öz ve özgün inancıdır. Alevilik; insanı merkezine koyan, Anadolu kaynaklı / Anadolu’ya özgü, eşi benzeri olmayan, bir inanç, bir kültür, bir felsefe, bir öğreti ve hatta bunların tümünü de içeren ve aşan bir toplumsal olgu, BAĞIMSIZ BİR DİNDİR.
Alevilik -bütün diğer dinler inançlar gibi- farklı din kültür ve inançlardan, farkı coğrafyalardan, farklı tarihsel kesitlerde unsurlar almıştır. Bu unsurları Anadolu’da özel bir yöntemle sentezlemiş, harmanlamıştır. Alevilikte Şamanizm’den, Budizm’den, Mani inancından, Zerdüştlükten, Hıristiyanlık’tan, İslamiyet’ten, Anadolu’nun yerli inançlarından unsurlar görülür.
Alevilik dedesiyle, cemiyle, sazıyla, deyişiyle, semahıyla, tanrıyı insan, insanı tanrı gören tasavvuf felsefesiyle kendisine yönelik bütün baskı ve inkar politikalarına rağmen var olmuş, Aleviler yaşadıkları büyük dramlara rağmen yollarından/inançlarından asla geri dönmemişlerdir.
Ülkemiz farklı kültürel ve inançsal renkleri bünyesinde barındıran çok renkli bir mozaiktir. İnsanlarımız farklılıklarıyla birlikte yüzlerce yıldır Anadolu toprakları üzerinde kardeşçe, barış içerisinde birbirlerinin inanç ve kültürlerine saygı göstererek, tarihsel bir hoşgörü örneği sergileyerek bir arada yaşamışlardır. Farklılıklar ülkemizin bir zenginliği olmuştur.
Selçuklular döneminde var olan egemenliğe karşı oluşan muhalefetin doğal önderleri, dönemin Alevi-Kızılbaş önderleri oldular. Bunlardan bilinen ilk şahsiyetler Baba İlyas ve müridi Baba İshak’tır. Sadece Alevi- Kızılbaşlardan değil, baskıya maruz kalan Anadolu’nun diğer topluluklarından da destek alarak önemli bir direnişi örgütlemişlerdir. Yenilgiye rağmen bu direniş, Anadolu Aleviliğinin muhalefet damarını beslemiş ve Osmanlı döneminde de Anadolu’nun sayısız Alevi- Kızılbaş direnişlerinin ilham kaynağı olmuştur. Anadolu’nun pek çok yerine dağılan Baba İlyas’ın müridleri aynı geleneğin temsilcileri olmuşlardır.
Osmanlı İmparatorluğunda da Aleviler resmi ideoloji ile sürekli çatışma halinde olmuştur. Bu dönemde Şeyhülislamlar tarafından katledilmelerini, mal ve namuslarına el konulmalarını meşrulaştıran sayısız fetvalar çıkarılmıştır. Yani Osmanlı imparatorluğu döneminde inkar edilen, inançları ve ibadet yapmaları yasaklanan, aşağılanan, horlanan Aleviler, gün geldi çeşitli kereler toplu katliamlara uğratıldılar..
Osmanlı İmparatorluğunda özellikle II. Beyazıt, Yavuz ve Kanuni dönemlerinde Aleviler büyük katliam, kıyım ve sürgünlerle karşı karşıya kalmışlardır. Alevilerin dışlandığı, aşağılandığı, yaşama hakkının tanınmadığı bir süreçtir Beyazıt, Yavuz ve Kanuni dönemleri. Özellikle Yavuz Sultan Selim döneminde 1514 yılında 40 bin Alevi katledilmiştir.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen Anadolu Alevi inancı bugünlere geldi. Egemenler her dönemde Alevileri yok etme, imha etme ve asimile etmek için büyük politikaları hayata geçirmeye çalıştılarsa da, başarılı olamadılar.
Cumhuriyet dönemini iyi değerlendirebilmek için dönemi kurtuluş, kuruluş ve kuruluştan sonraki süreci iyi tahlil etmeliyiz. Cumhuriyetin kurtuluş sürecinde Anadolu’daki farklı etnik ve inançsal kesimlerin tümünün desteği alınmaya çalışılmıştır. Bu dönemde Atatürk ile Aleviler arasındaki ilişkiyi değerlendirirken görüyoruz ki, Aleviler genel eğilim olarak Ankara Hareketini desteklemişlerdir.
Ankara hükümetine destek verildiğini söylerken bir konudaki eksik biline bir gerçeğin altını çizmekte fayda var. O da şudur. Hacı Bektaş Tekkesi Anadolu ve Balkanlardaki bütün Alevi guruplarının bağlı olduğu bir yer değildir. Dersim ve çevresindeki Aleviler ve Tahtacılar Hacı Bektaş Dergâhına bağlı değildirler.
Bektaşi Tekkeleri’nin de ayrı bir yapılanmaya bağlı olduğunu belirtmek gerekir. Geleneksel Aleviliği Hacı Bektaş Veli’nin soyundan gelen ( Dedeler) Çelebiler temsil ederken, Bektaşi Tekkelerini “Babalar” temsil ediyordu.
Hacı Bektaş Dergahı Ankara’daki yeni hükümeti desteklerken, Yozgat isyanında “Dede Garkınlıların” yaptığı gibi Ankara’ya karşı çıkanlar da vardır. Aynı dönemde Koçgiri’de Ankara Hükümetine karşı bir isyan yapılmaktadır. Dersim’deki Aleviler de Osmanlı yönetimine dâhil olmadıkları gibi yeni yönetime de mesafelidirler. Dolayısıyla Alevilerin kayıtsız şartsız destek sunduğunu söylemek mümkün değildir. Atatürk’ün Hacıbektaş’ı ziyaret etmesi efsaneleştirilmiş, içeriği yanıltıcı ve gelişen sürece denk düşmemektedir. Son yıllarda bazı Alevi yazar ve gurupların psikolojik bir sahiplenmesine dönüştürülmüştür.
Cumhuriyetle birlikte, medreseler yerini İlahiyat Fakültelerine, ulema yerine aydın din adamları kavramıyla aynı ilişki işlerlik kazanmıştır. Yeni yönetim Hilafeti ve Şeriye Vekâletini kaldırdı, yerine Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğünü oluşturdu. Bütün din kurumlarının sorumluluğu ve atanmasını Başbakanlığa verdi, bu yetki Halifede bile yoktu.
2 Kasım 1925 tarihinde Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması yasası çıkartılır. Hacı Bektaş Dergâhı ve diğer bütün dergah ve tekkeler kapatılır. Aleviliğe dair bütün unvanlar yasaklanır. Bu Dergâhlara ait eserler ve malzemeler kaybedilir, ya da pazarlarda satılır. Hacı Bektaş Dergâhı 1964 yılında Müze olarak açılır ve halen de Müze statüsündedir.
1938 yılındaki Dersim Katliamından sonra Alevilik, Anadolu’nun yasaklı kültürü ve inancı olarak varlığını sürdürdü. Aleviler bu süreçte devletle ve dolayısıyla resmi ideoloji ile bağ kurmamıştır. 1950 li yıllarda ise Alevilerin elit kesimi, Demokrat Partinin özgürlükçü söyleminden ötürü, bu partiye sempati ile yaklaşmış ve o dönemde Hüseyin Doğan milletvekili seçilmiştir. ( İzzettin Doğan …. ) Daha sonra Demokrat Partinin dinsel referansları savunması nedeniyle, Aleviler rejimi savunmaya başladılar.
Cumhuriyet tarihini, özellikle de çok partili sistemi incelediğimizde görülecektir ki, sistemle doğrudan barışık olmayan Aleviler, kimi süreçlerde çeşitli temsilcileri marifetiyle düzenin yedeğine çekilmişler veya sözde düzene muhalif partilere payanda edilmişlerdir. Düzene istemleri dışında yedeklenme durumuyla karşı karşıya kalmışlardır.
Siyasal açıdan Alevi toplumunun büyük bir kısmı bugüne kadar sosyal demokrat görünen ama yaptığı politikayla milliyetçi sağı aratmayan CHP içinde görünmekte, yer almakta ve desteklemektedir..
Demokratik Alevi örgütlerinin önemli bir kısmının bu anlayışta olmadığını söylesek bile, Alevi seçmenin oyunun ağırlıkla CHP’ye yöneldiği doğrudur. CHP tek başına iktidar olmasa da, koalisyonda bulunduğu dönemlerde de haksızlıklar, hak ihlalleri ve büyük katliamlarla karşı karşıya kalmıştır.
Cumhuriyet döneminde çok büyük baskılara uğrayan Anadolu Alevileri, genellikle sol yelpazede yer almasına rağmen, solda istenilen ve arzu edilen birliğin sağlanamaması nedeniyle kimi süreçlerde düzen partilerine hizmet etmeye devam etmişlerdir.
68’de esen sol rüzgârlar Alevilerin dünya görüşüyle birleşiyordu. Bu nedenle neredeyse tüm Aleviler solun estirdiği özgürlük rüzgârlarıyla birlikte mazlumdan ve ezilenlerden yana olma ve baskılara direnme karakterini daha bir canlı tuttular. Demokrasi mücadelesinin en ön saflarında mücadele ettiler. Ve bunun bedelini Maraş, Malatya, Sivas, Çorum ve Madımak’ta ödediler. 12 Eylül Askeri faşist darbesi sürecinde de birçok bedeller ödediler. Nerdeyse içeri düşmeyen, ceza almayan, Devrimci Mücadelede yaşamını yitirmeyen Alevi ailesi yok gibidir.
12 Eylül sonrası sosyalist solun ezilmesi, sosyal demokrat partilerin de niteliksel olarak devletçi ve geriliğinden; siyasal islamın da yükselmesi nedeniyle kimlik ve kültürünü koruma iç güdüsüyle örgütlendiler.
Son yıllarda özellikle hedeflenen sadece ve sadece herkesin Türk- İslam / Hanefi kimlikle asimilasyonu ve tek tipleştirilmesidir. Şimdi sistemin ve egemenlerin sözde Alevi kimliğine sahip çıkıyor gözükmesinin nedeni, devletin Alevileri ve Aleviliği, denetiminden kaçmış İslamcılığa, Kürt bilincine ve sola karşı tahkim etmeye çalışmasındandır.
Bu sözde Aleviliğe sahip çıkma sürecinde bile egemenlerin, Alevilerin temel talepleri görmezden geldikleri, yani ikiyüzlü, asimilasyoncu, inkarcı politikalarından vazgeçmedikleri açıkça görülmektedir..
Örneğin :
• Cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması,
• Aleviliğin inanç olarak yasal statüye kavuşturulması,
• Zorunlu Din Derslerinin Kaldırılması
• Diyanet İşleri başkanlığının Lağvedilmesi
Madımak’ın Utanç Müzesi olması, Nüfus kâğıtlarında “din” kolonunun kaldırılması, Alevi köylerine cami yapılmasından vazgeçilmesi gibi..
Alevilerin temel demokratik taleplerinin kabul edilmemesi bir yana, Aleviler bu ülkede hayatın her alanında çeşitli baskılar, zorluklarla da karşı karşıyadırlar.
Alevi öğrenciler, okullarda karşı karşıya kaldığı çeşitli baskılar nedeniyle psikolojik sorunlar yaşamaktadırlar. Zorunlu din derslerine giren Alevi öğrencilerin öğretmen ve not korkusu nedeniyle okul tuvaletlerinde sure ezberlemeye çalıştığı vakaların sayısı pek çoktur. Bir tarafta ailesinden öğrendiği, diğer tarafta zorla öğretilmeye çalışılan başka bir inanç ikilemi çocuklarını sağlıklarını tehdit etmektedir. Ayrıca yaşadıkları mahallelerde de büyük baskılar altında bulunmaktadırlar.
Hükümet isimlerinin başında araştırmacı, yazar, dede vs sıfatlar bulunan bazı düşkünleri kullanarak Alevileri tekrar sisteme entegre etmeye, Kürt sorununda Türk milliyetçisi konumuna, Sol karşısında düzenin savunucusu konumuna ve ayrıca da Aleviliği islama yamama konumuna getirmek için çabalamaktadır. Ve burada Pir Sultan’ın itlerinin bile yemediği haram sofralardan beslenen bazı kişiler olmaktadır. Ne yazık ki, sadece Pir Sultan döneminde yaşayan Hızır Paşalar yoktur. Her dönemde Hızır Paşalar hep olmuştur, bundan sonra da Hızır Paşalar olacaktır.
Bu saptamaları yaparken gözden kaçırmamamız gereken çok önemli bir noktayı vurgulamak istiyorum. O da şudur ki, ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi ile dünyayı yeniden paylaşma heveslerini, yani ‘ılımlı islam’ yaratma çabaları önemle irdelenmesi gereken bir gerçekliktir. Yıllarca islamı denetim altına almak, kontrolünde tutmak, çıkarlarına uygun şekillerde ve koşullarda kullanma projesini hayata geçirmek için Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumu kuranlar, şimdi emperyalistlerin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adını verdiğimiz kirli projesini devam ettirmek için, Aleviliği de Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesine almak için çabalamaktadırlar.
Sistem Alevilere yönelik katliamlarla başaramadığını asimilasyon yoluyla hem de Aleviler arasından gönüllü hizmetkârlar bularak adım adım uygulamaya geçirmeye çalışmaktadır. Ama son Ankara Beykent Otelinde düzenledikleri toplu iftar fiyaskosu da göstermiştir ki, Alevi kitlesi ezici bir çoğunlukla Hızır Paşa sofrasına oturmamış ve Pir Sultan duruşu sergilemiştir.
Türkiye’deki Alevi örgütlenmesi belli başlı üç grupta ayrışmış ve toplanmış durumdadır. Bu örgütlenmelerin hem Aleviliğe bakış açılarında, Aleviliği yorumlayışlarında, hem de ülkedeki demokrasi mücadelesine bakış açıları farklılıklar göstermektedir.
1- Alevi Bektaşi Federasyonu ve bu federasyona bağlı Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ve Hacı Bektaş Veli Dernekleri ile Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği, Yalıncak Sultan Derneği, Çamşıhı Hüseyin Abdal Derneği gibi dernekler. Toplam 148 dernek. Demokratik Alevi Hareketinin lokomotif örgütü olan PSAKD, HABVKTD ve bazı bağımsız derneklerin ABF çatısı altında toplandığı yapılanma.. bu gruptaki dernekler, özellikle de PSAKD, sadece Alevi sorunu ve alevi haklarını değil, aynı zamanda ülkedeki tüm sorunların çözümlenmesinde demokrasi güçleriyle birlikte yer almaktadır. PSAKD Alevilik sorununun ülkedeki eğitim, sağlık, demokrasi, insan hakları sorunlarından olduğunu, sadece bir sorun olduğunu, ülkedeki demokrasi sorununun çözümlenmesi ile Alevilik sorunun da çözüleceğini savunan ve demokrasi güçleriyle hayatın her alanında birlikte yürüyen bir örgüttür.
2- Cem Vakfı ve birkaç vakıfla birlikte davranan vakıflar. Başını onlarca yıldan beri sistemle ve düzenle iç içe olan, sistemin askerliğini yapan, İzzettin Doğan önderliğindeki CEM Vakfı ve buna bağlı şubeler. Bu dernekler sistemle barışık, Aleviliği Sünni islama yedeklemeye çalışan bir örgütlenme modeline sahiptirler. Aleviliği İslam içinde asimilasyona hizmet eden, daha çok da Alevi kimliğini siyasal bir pazarlık gücü olarak kullanmayı amaçlayan bu anlayış, Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı ismi altında bir örgütlenme yarattı ve Diyanette temsil ve pay alma çabası içindedir. Bu örgütlenmenin gerçekte demokrasi gibi sorunu yoktur.
3- Alevi Dernekleri Federasyonu, Merkezi İstanbul’ da olacak olan ve henüz kuruluşu tamamlanmayan, ama kurulacağı deklare edilen Federasyon, özellikle İstanbul’ da bulunan Karacaahmet, Garip Dede, Erikli Baba gibi kitleselliği olan dergah yapılaşmalarının içerisinde bulunduğu bir federasyon olacak. Bu federasyona bağlanmak için müracaat eden dernek sayısı 20 kurum olarak açıklanmaktadır. Cemevleri Birliği Federasyonu, İzmir’ Samet Dede Türbesi Cemevi Yaptırma Derneği'nin başını çektiği, Reha Çamuroğlu ile birlikte hareket eden dernekler. 7 dernek
Bu 2. şıkta belirtilen dernekler devlet güdümlü örgütlenmeler olup, esas misyonları, Alevi sorununun çözümü ve demokratikleşme değil, rejim adına Alevi kitlelerin kontrolü ve onların rejimin çıkarlarına uygun yönlendirilmelerini sağlamaktır.
Başında da söylediğim gibi bu sempozyumun inanç ve vicdan özgürlüğü konusunda son derece yararlı ve faydalı saptama ve tespitlere yol açacağına, bu konuda tam olarak berrak olmayan bazı konuları aydınlatacağına inanıyorum.
Bugün yaşanan süreçte Alevilerin “üçlü” bir kıskaçta bırakıldığını söyleyebiliriz. Ülkenin adeta tüm olumsuz koşullarının sorumlusuymuş gibi birçok siyasal kesim Alevilerin davranışı ile kendilerini aklamaya çalışmaktadırlar.
1- Aleviler, resmi ideolojinin tümden reddetmesine, Diyanet işleri başkanlığına, Alevi köylerine Cami yaptırılmasına ve Zorunlu Din dersleri ile Asimile edilmeye çalışılmasına rağmen “Kemalist, Devletçi” olarak görülürler.
2- Resmi ideoloji tarafından da, tehlikeli, solcu, devrimci vb olarak nitelenirler
3- Alevi elitleri de kendi çıkar ve yükselmeleri için, geleneksel inanç ve duruşunu reddetmek zorunda olduklarından, “en iyi Müslüman ve devletçi” olmak için farklı bir asimilasyonu gerçekleştirmektedirler
Tüm bu gerçekliklere ilaveten Devrimcilerin, yurtseverlerin ve sosyalistlerin halen Alevi sorununu doğru algılamadıklarını, bu konuda gerekli ve yeterli araştırma yapmadıklarını, Alevilerin inanç ve ibadet özgürlüğü yönündeki istemlerinin demokratik istemler olduğunu, bunların doğru bir biçimde kavramadıklarını gözlemlemekteyiz.
Sonuç olarak inanç ve vicdan sorununun en başta gelen sorunlarından olan Alevi sorunu, ülkede yaşanan ekonomik, kültürel, sosyal sorunlar, sağlık ve eğitimdeki sorunlar ve toplumsal barış sorunundan ayrı olarak ele alınamaz. Alevi sorunu bu sorunlardan sadece bir tanesi olup, gerçek anlamda laikliğin uygulanmasıyla, yani devletin tüm inançlara karşı eşit mesafede durmasıyla göreceli bir çözüme de kavuşabilir. Ancak ülkemizdeki asıl sorun demokrasi sorunudur. Demokrasi sorunu çözülmeden Alevi sorunun da çözüme kavuşamayacağı gün gibi ortadadır.
Alevi aydın, yazar, sanatçıları, Alevi talip ve dedeleri, Demokratik Alevi Hareketini oluşturan Alevi kurum temsilcileri egemenlerin asimilasyon politikalarına prim tanımamalı ve ülkedeki demokrasi güçleriyle birlikte hareket ederek, her türlü etnik, inançsal, kültürel farklılığın bir zenginlik olarak kabul edilmesi ilkesini yaşama geçirecek özgür bir düzenin kurulması için mücadele etmelidir.
Başarılı ve yararlı bir sempozyum olarak değerlendirilen toplantı yaklaşık 5 saat sürdü.
Alevi Haber Özel Haber - İSTANBUL / 22 Mart 2008
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.