Sadaka kültürü
Sadaka kültürüYILDIRIM TÜRKERKapitalizmle başa çıkamayan, bağımlılığı katmerli Cumhuriyetimiz sınırları içinde sadaka...
Sadaka kültürü
YILDIRIM TÜRKER
Kapitalizmle başa çıkamayan, bağımlılığı katmerli Cumhuriyetimiz sınırları içinde sadaka kültürünü açıkça meşrulaştıran, AKP hükümeti olmuştur.
Kanımca en iyi anladığımız, kendimizi içine rahatlıkla yerleştirebildiğimiz bu kültürün eski zamanlardan utanç verici bir fısıltı olarak kalacağını beklemiyorduk elbet. Ama yoksul insanları bu kadar fütursuzca birbirini parçalamaya iten toplu sadaka ritüelleri düzenlenebileceğini de sanmıyorduk.
Geçtiğimiz hafta Gaziantep’te Hacı Mehmet Tunalı adlı tüccarın girdiği sevabı hep birlikte izledik.
Gazetelerden: “İtişerek içeri girmeyi başaran kadınlar, kalabalığı durdurmak için kepengin kapatılmasıyla içeride boğulma tehlikesi geçirirken, dışarıda kalanlar da içeri girmek için birbirini ezdi. Kepenkler kısa süre sonra açılırken, bazı kadınlar yere düşüp ezilme tehlikesi geçirdi, bazısı da sıra yüzünden birbiriyle tartıştı.
İçeri girmeyi başaran kadınlardan bazılarının dışarıda kalan çocukları gözyaşı dökerken, 150 paket bulgur kısa sürede tükendi. İçeri girip bulgur almayı başaran kadınlar dükkândan mutlu ayrılırken, çoğu kadın ise evlerine eli boş dönmek zorunda kaldı.”
Habere iliştirilmiş fotograflar, hayatımızın en müstehcen yanını ortaya koyuyordu.
Oysa bundan yıllar önce Deniz Feneri programı patladığında, daha sora artist olup başbakanı ve şürekasını ağlatacak şiirler yazan ve okuyan sunucumuz eşliğinde ne kapılar çalmış, ne dertlere deva olmuştuk.
O programda iki adam, mevlevi dervişlerini aratan bir tevazu ve mahçubiyete sarınarak her yoksul kapısında boyun kırıp içeri kabul ediliyor, seve okşaya, ağlaya gözyaşı sile sadakalarını sunuyordu. Sonradan Deniz Feneri örgütlenmesinin palazlanarak Almanya’nın görmezden gelemeyeceği başarılara imza attığını okuduk. Başbakan’ın asabını tepesine çıkaran şey, haberlerin veriliş tarzından çok bir dönemin kapanabileceğine yönelik kaygılarıydı kanımca. Sadaka kültürü, en azından merkezi yapılar tarafından fevkalâde istismara açık bir yapı sunuyor. Bunun dile gelmesi, sadakanın bir an olsun sorgulanması bu kültürün üstüne kurulu bir siyaset motorunu felç edebilir.
AKP, sahneye çıktığı andan itibaren, gerek yerel gerek genel seçimler öncesi halkın evine kömür, bulgur, un ve bilumum gıda yardımlarıyla olağanüstü bir ağ kurarak sadaka borçlandırması programı uyguluyor. AKP’nin rakiplerinden farklı olarak hiç kuşku duymadan anlamış olduğu, bu millet hakkında hiç de iç açıcı bir hakikat değil. Yeni yoksulluğun, geniş aile dayanışmasının dışına atılmış yapısı, AKP’nin köydeki emmoğlu, kasabadaki eltimgil rolü üstlenerek o geçmişte kalan geniş aile dayanışmasını ikame etmesine alan açıyor. AKP, seçmenin belirleyici kısmının vatan millet sakarya nutuklarından çok bir kilo bulgura tamah ettiğini iyi biliyor. Taşra hacıları da böyle böyle yaranıyor iktidara.
AKP’nin laisist ve benzeri orta sınıf duyarlıklara karşı avantajı bu.
Şehirli okumuş sınıfın tepkisi
Sözkonusu sınıfın bu durum karşısındaki tepkisi bundan birkaç yıl önce tanık olduğum bir haber programında açıkça görülebiliyordu. Bulgur izdihamı benzeri bir sadaka ritüeli üstüneydi:
Bir taşra şehrinde yoksullara yiyecek yardımı taşıyan kamyonların önünde itişip kakışan insanlar. Omzunda taşıdığı çocuğuyla birlikte kargaşada yere devrilen bir adam. Korkudan taş kesilmiş, boğularak ağlayan çocuk. Babasıyla birlikte insanların ayakları altında ezilmesine ramak kalmış çocuğu kim kaldıracak? Haber sunucusu hanım, insanların nasıl bu denli canavarlaşabildiğine bir türlü inanamayan bakışlarla, sesinin tahammülsüzlükten en ‘salon hanımefendisi’ tınısı edinmiş haliyle o baba-oğlu yerden kaldırmayan, hatta üstlerinden atlayıp menzile yaklaşmaya çalışan insanlara sitem ediyor. ‘Görüyorsunuz ya. İnsanlık bitti’ demeye getiriyor. Üç kuruşluk tayın için birbirini ezen bu cahil güruh, gururlu onurlu Türk milletini temsil edebilir mi?
Yardım kamyonlarına saldıran insanlar, birbirini parçalıyor. Yaşını başını almış kadınlar, izdihamdan korkup kaçan yardım kamyonlarının kasalarına asılıp sürükleniyor. Açlıktan ölme eşiğine gelmiş bebekler, şansları yaver gider de çevrenin ilgisini çekerlerse ana babalarından koparılıp hastaneye kaldırılıyor. Bebeklerini yaşatabilecek besine bile ulaşamayan insanların sayısı arttıkça artıyor. Artık kulaklarımda hep o sunucu hanımefendinin sesi. Görüntüye bindirilmiş o üst ses eşlik ediyor, yoksulluktan gözümüzün önünde paldır küldür insanlığın öte yanına yuvarlananların serüvenine. ‘Yoksul ve onurlu’ masallarıyla büyütülmüş Cumhuriyet çocukları olarak güvenli otoritesi altına sığındığımız o ses bize bu olanların çok uzak diyarlardan, anlaşılması çok tuhaf insan çarpıklıkları olduğunu fısıldıyor. Dünyanın kirlenmesiyle birlikte bize; gururu ve haysiyetiyle her dem gözü tok, ruhu bütün insanlara dahi sirayet etmiş olan bu paçavralık halini sahiplenecek değiliz elbet.
Yoksulluğu kahramanca bir feragat, yeri geldiğinde kendisine sunulan parayı tomarıyla karşısındakinin suratına çalıp bir de okkalıca tükürecek insanların unvanı görerek geldik bu günlere. Yoksulluğun ne kadar çirkin, yakasına yapıştığını asla ondurmayacak bir bela olduğunu bilsek de, kavruk hayatlarımıza yoksulluk korkusuyla biçilmiş giysileri zorlukla geçirip ayakta durmaya çalışsak da şiarımız hep ‘yoksul ve onurlu’ olageldi. İşte bu sebepledir ki yoksulluktan bahsederken yüzümüz kızarır, yoksulu değil kendimizi incitmekten korkarak kekeme bir dil tuttururuz. Yoksulluğun dibine vurmuş olan, feda edecek bir canı kalmış olandan fedakârlık, sükunet ve gurur bekleriz.
Gazeteci Muhammed Pamuk, “Ölümün Soğuk Elçisi;Cellatlar” adlı kitabında yakın Cumhuriyet tarihi ve Osmanlı dönemindeki cellatları anlatıyor. Hemen hepsi derin yoksulluk ve çaresizlikten bu işe bulaşmış.
Yoksulluğun seçilmişlere sunulan bir onur ve dayanıklılık sınavı olduğunu kim söylemiş?
Yoksulluktan söz etmek yüzünüzü mü kızartıyor? Her şeyi devletten beklememeli, değil mi? İnsanlık onurunu bir tek can çekişenlere yakıştırıyorsunuz demek. Yoksulluk, çirkindir. Aynaya bakın.
Aç, muhtaç insanlara lütufta bulunur gibi orada burada yiyecek dağıtma üslubunun kendisinde, can çekişen yoksul bir insanlık kültürünün imzası okunuyor. Açları kapıştırıp seyretmekten zevk alan intihari bir kültürün. Polis copları altında itişen o kadınlarla adamlar, ana-babalarımız. Bugün değilse yarın.
Gazeteme not: O gün, manşete nal gibi harflerle “Faşizmin ayak sesleri” yazıp, Başbakan’ın münasebetsiz boykot çağrısını Nazilerin kitap yakması fotoğrafıyla sunmak, ortaokul ikinci sınıf öğrencisi Cin Alilikten başka bir şey değildir. Bu kadar zoraki bir analoji üstüne kurulan muhalefeti ciddiye almak ne mümkün? Hayali ayak seslerine nazi postalı giydireceğinize asıl manşeti görüverseydiniz. Bir torba bulgur için birbirini parçalayan insanları. Radikal gazetesinden bu beklenirdi.
RADİKAL - 29 Eylül 2008
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.