Remzi İNANÇ : Din ve Politika
(...) Akla ve aklın tartışmaya kapı açan düşünme yetisine karşıdır bütün dinler; koşulsuz inanmayı ve biat etmeyi öngörürler....
(...) Akla ve aklın tartışmaya kapı açan düşünme yetisine karşıdır bütün dinler; koşulsuz inanmayı ve biat etmeyi öngörürler. Bu yüzden de yeri geldiğinde (!) acımasızdırlar. “Kuran’ın çerçevesini çizdiği İslâm Şeriatı, kökü dört beş bin yıl öncesine dayanan Ortadoğu’nun şiddet ve kan dökücü zihniyetinden bağımsız düşünülemez. Her şeyden önce Semitik dinler ya da İbrani dinler denen Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’te kanlı bir gelenek vardır. Bilineceği gibi şiddet ve kan dökme eylemleri Hz. Muhammed’in ölümünden sonra kendini göstermiştir. İlk dört Halife’nin ancak biri eceliyle öte yakaya göçmüştür. (…) Çorum’da aynı bahaneyle çok sayıda masun insan öldürüldü. Kayseri’de öğretmenleri diri diri yakmak isteyenler, yine ‘İslamiyet ve milliyetçilik’ adına hareket ediyordu. Bu kez Sivas’ta insanları diri diri yakanlar ‘Cehennem ateşinde yansınlar, İslam isteriz, Şeriat isteriz’ diyen insanlardı.İnanç öldürmek için icazet sağlıyordu sanki.” (EP, Osmanlı’dan Günümüze İslamcı Hareketler ve Şiddet (Milliyet gazetesi eki, 11-18 Temmuz 1993) ..
Remzi İNANÇ : Din ve Politika
Ülkesinin henüz tamamlanmamış aydınlanma yolculuğuna otuz yıldan fazladır zihin açıcı, yol gösterici pek çok yapıtla katılan değerli düşünürümüz Prof.Dr. Server Tanilli’nin yakınlarda çıkan Din ve Politika / “Laik Barış”ın Dostları ve Düşmanları * kitabı başucu değerindedir. Bu kitabında laikliğin Batı’daki ve ülkemizdeki gelişim sürecini inceliyor; ülkemizdeki laikliği ortaçağ karanlığına karşı koruma görevinin altını çiziyor. (Tabii yaşadığımız günlerin fotoğrafını görmek için Sayın Tanilli’nin “İslâm Çağımıza Yanıt Verebilir mi?” adlı (çığlık sorusunu) kitabını bir kez daha anımsamalıyız.** )
***
Server Tanilli, kimsenin gözünün yaşına bakmadan son altmış yıllık siyasi hayatımızın 1946’dan günümüze dek iktidar (ya da ortağı) olmuş bütün sorumluları masaya yatırmaktadır. Bir gerçeğin altı çiziliyor sanki: Eğitimden sosyal hayata, ekonomiden, sağlığa, tarımsal üretimden dış politikaya… Dayatılan yozluk ve çağdışılık, ayyuka çıkan yolsuzlukla atbaşı gidiyor ve bunun izdüşümü dışarıya inanılmaz borçlanma ve ardından onurumuzu incitici bağımlılık getiriyor. Yurdum insanının kulağına (belki de) hoş gelen Türk-İslam sentezi göz boyayıcı işlevini yapıyor. Yolsuzluk ve israf arttıkça toplum baştan ayağa bir “din eğitimi bataklığı”na getirilip saplanmıştır. (s.136)
Ezanın Arapça’ya dönmesi..
İslamcıların siyasi örgütler içindeki yaptırım gücünün büyük başarısıdır ezanın Türkçe’den ‘kurtulması’. Başbakan yardımcısı Nihat Erim, Nisan 1950’de basın mensuplarının bir sorusu üzerine, “Seçimlerden sonra biz de ezanın Arapça yasağının kaldırılmasını düşünüyoruz” demiştir. Nitekim D.P. ilgili yasa tasarısını Meclis’e getirdiğinde hiçbir itiraz ve eleştiri olmadan geçmiştir (7 Haziran 1950). Böylelikle CHP eliyle 1946’dan başlayan karşı devrim yine kazanmıştır.
Sayın Tanilli bu olayı şöyle analiz ediyor: “(…) Oysa bu yasak, uluslaşma bilincinin din alanına da yansımasının bir örneği idi. Halkların, ibadetlerini kendi dillerinde yapmaları yolunda verdikleri kavga, Batı’da ta 16.yüzyılda başarıya ulaşmıştı;Türkiyeli Müslüman ise, Kutsal Kitabını kendi dilinde okuması, duasını kendi dilinde yapması şöyle dursun, anlamadığı bir dille ibadete çağrılıyordu.”(s.117)
Batı’da laikliğin uzun ve acılı serüveni
Batı’da 16. 17. yüzyıldan başlayan aydınlanma hareketi her seferinde güçlü kilisenin duvarına çarpmıştır. O sıralar kilise bir ibadet evinden çok, bir iktidar simgesidir çünkü. Varolan gücünden ötürü bir papaz kıralı ayağına getirtebilmektedir. Raflar dolusu yürekli ve aydınlık beyinli öncülerin kitapları yine de okur bulmaktadır. Onlar ve ardılları nice acılar pahasına doğru bildikleri yolda yürümüştür. Katolik Kilise, bilinçleri biçimlendirmede korkunç bir iktidara sahipken, yurttaşları, özgürlüğe ve Cumhuriyetçi görevlere hazırlamanın nasıl çetin bir iş olduğu anlaşılıyor. “Fakat” diyor Tanilli, “1789’dan laikliğe doğru yaşanan süreç bu soruya bir yanıt niteliğindedir.”
Laiklik değilse ne?
Söz gelişi Fransa’da laikliğe karşı çıkanların istekleri neydi acaba? Bizdekiler gibi “şeriat isteriz!” diye herhalde sokağa dökülmüyorlardı! Tanilli bunu da yanıtlıyor: “Avrupa’daki okullarda din öğretiminde ya da okul dışındaki dinsel etkinliklerde devleti ele geçirmek, din devleti kurmak amacı yoktur.Gerek Avrupa’nın geçirdiği ekonomik ve toplumsal olaylar, gerekse Hıristiyanlığın yapısı, dine dayalı bir devlet yönetme arayışlarını geride bırakmıştır.” (s.120)
Dinlerin ortak yanı: şiddet
Akla ve aklın tartışmaya kapı açan düşünme yetisine karşıdır bütün dinler; koşulsuz inanmayı ve biat etmeyi öngörürler. Bu yüzden de yeri geldiğinde (!) acımasızdırlar. “Kuran’ın çerçevesini çizdiği İslâm Şeriatı, kökü dört beş bin yıl öncesine dayanan Ortadoğu’nun şiddet ve kan dökücü zihniyetinden bağımsız düşünülemez. Her şeyden önce Semitik dinler ya da İbrani dinler denen Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’te kanlı bir gelenek vardır. Bilineceği gibi şiddet ve kan dökme eylemleri Hz. Muhammed’in ölümünden sonra kendini göstermiştir. İlk dört Halife’nin ancak biri eceliyle öte yakaya göçmüştür. (…) Çorum’da aynı bahaneyle çok sayıda masun insan öldürüldü. Kayseri’de öğretmenleri diri diri yakmak isteyenler, yine ‘İslamiyet ve milliyetçilik’ adına hareket ediyordu. Bu kez Sivas’ta insanları diri diri yakanlar ‘Cehennem ateşinde yansınlar, İslam isteriz, Şeriat isteriz’ diyen insanlardı.İnanç öldürmek için icazet sağlıyordu sanki.” (EP, Osmanlı’dan Günümüze İslamcı Hareketler ve Şiddet (Milliyet gazetesi eki, 11-18 Temmuz 1993)
“Din elden gidiyor!”
15 ve 16. yüzyıldan başlayarak Osmanlı’da din adına inanılmaz şiddette, İstanbul’da ve dışında dinsel ayaklanmalar yaşanmıştır. Aynı zamanda bütün müslümanların başı da (Halife) olan Padişah Hazretleri aşırı dincilerin bu davranışından çok çekmiştir. İstanbul’un fethinden Kurtuluş Savaşı yıllarına kadar Osmanlı’da sık sık irticai hareketler, baskılar, komplolar eksik olmadı. Şeriat siyasi, hukuki ve toplumsal yaşamda egemen kılınmaya çalışıldı. İslam mezhepleri arasındaki kanlı çatışmalar günümüze kadar bitmiş değildir. Örneğin Osmanlı döneminde din adamlarının Aleviler hakkında ölüm fermanı çıkardıkları bilinmektedir.
Tarikatlar ve Kuran kursları
Cumhuriyet’in kurulduğu yıllardan bu yana bitmeyen tartışma tarikatlar üzerinedir. Bugün irili ufaklı 100’e yakın tarikat vardır ülkemizde. Bazen finans, bazen siyaset dünyasını yönetme gücünü kendinde gören bu örgütler siyasi İslam’ın gerçek gücü ve taşıyıcısı oldukları iddiasındadır. Bu yüzden Kuran kursları tarikatların vazgeçemediği eğitim ve yaygınlaşma yöntemidir. Bir saptamaya göre, bugün Türkiye’de resmi öğretim kurumlarındaki kadar kurs talebesi bulunuyor. Bir şey daha: Yarım yüzyıla yakındır, etkili tarikatlardan ‘vize’ almadan (sağ) siyaset sahnesine çıkana da pek rastlanmıyor.
Ahlaklı olmak için…
Daha önceki yazılarımdan birinde de söz etmiştim. ABD gibi temelde tutucu bir ülkenin bir çok ünlü üniversitesinde, bir anlamda aydınlanma diyeceğimiz kıpırdanmalar görülmektedir. Öğretim üyeleri arasında yapılan soruşturmada ‘anahtar sözcük’ ahlâklı olmak için ‘din’ gerekli midir? Çok ilginç yanıtlar gelmiş. Cumhuriyet gazetesinin kaç ay önceki bilim/teknoloji ekinde iki hafta üst üste yayınlandı. Bundan aşağı yukarı yüz yıl önce Alman düşünür August Bebel’in (1840-1913) ünlü kitabı Kadın ve Sosyalizm’deki Dinin Geleceği başlıklı bölümden küçük bir alıntı almayı uygun gördüm:
“ (…) Her din, zamanının toplumsal koşullarını yansıtan bir ayadır. İnsanca gelişmeler ve aşamalar ne ölçüde artarsa, toplum ne oranda değişirse, din de öylece değişir. Marks diyor ki: ‘ Din, halkın hayali bir mutluluğa olan özlemidir.Din, bir hayal arayan toplumun içinden çıkar ama halk gerçek mutluluğu anladıktan sonra yiter.’ Halkın bu gerçek mutluluğu anlamasına engel olmak yönetici sınıfların çıkarı gereğidir. Çünkü bunlar,dini kendi egemenliklerini korumada bir araç olarak kullanırlar. Aşağıdaki şu ünlü cümle, bu düşünceyi oldukça güzel açıklıyor: ‘ Dini halk için tutmalıdır.’ Dini halk için tutmak, sınıf egemenliği temeli üzerine kurulmuş bir toplumun önemli ve resmi bir görevidir. Bu görevi doğrudan doğruya egemen sınıf yapmaz. Bunu yöneten bir kast kurulur ve dini yönetenler bütün zekâlarını dini yaymaya kullanırlar.”Ama yönetici sınıflar bu kasta yardım ederler. Çünkü dinin korunması kendi güç ve yetkilerinin korunması demektir. (…)Etik ve ahlâk, din olmadan da varolabilir. Yalnız deliler ve ikiyüzlüler bunun tersini savunur.”
[Türkçesi: Sabiha Z. Sertel (1895-1968.) Toplum Yayınları (son baskı, s.217) 1980]
Aziz dost Tanilli “Özetleyelim” diyor. “Laikliğin geçerli olmadığı bir İslam toplumunda demokrasi rafta kalır; laik eğitimin bulunmadığı bir eğitim düzeninde de inanç özgürlüğü yoktur.” Ardından “Çağımızın hatırlatmalarıdır bunlar!” diyerek noktalıyor büyük dersini.
***
Sonuçta: Din ve politika sözcüklerini yan yana görünce, yıllar önce okuduğum bir aforizma düştü aklıma. “Suyu da toprağı da severim. Ama ikisini birarada asla…”
Bu yüzden dine “politika yasağı”, politikaya da “din yasağı” getirilmelidir, diye düşünüyorum. Din ‘Çocukça bir efsane’ olarak sadece dileyen insanın yüreğinde, vicdanında doğru, iyi ve güzel bir yol gösterici olabiliyorsa varsın yaşasın…
Remzi İNANÇ
EVRENSEL HAYAT - 16 Mayıs 2008
(*) Din ve Politika / “Laik Barış’ın Dostları ve Düşmanları/ Server Tanilli’nin kaleminden. Cumhuriyet Kitapları, 246 sayfa. Nisan 2008, İstanbul.
(**) İslâm Çağımıza Yanıt Verebilir mi? Server Tanilli.(Türkiye’de laiklik uğruna mücadelede düşenlerin anısına…) Say Yayınları, 1. baskı, 268 sayfa. Nisan 1991, İstanbul.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.