Pir Sultan Vakfı: Alevilerin talepleri haklı, meşru ve masumdur

Pir Sultan Vakfı: Alevilerin talepleri haklı, meşru ve masumdur

Pir Sultan Vakfı: Alevilerin talepleri haklı, meşru ve masumdur.Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı Başkanı Sn. Murtaza DEMİR'in...

A+A-

Pir Sultan Vakfı: Alevilerin talepleri haklı, meşru ve masumdurPir Sultan Vakfı: Alevilerin talepleri haklı, meşru ve masumdur.

Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı Başkanı Sn. Murtaza DEMİR'in 3-4 Haziran 2009 tarihlerinde Ankara'da gerçekleştirilen Alevi Çalıştayı'nda yaptığı sunum.

PİR SULTAN ABDAL 2 TEMMUZ KÜLTÜR VE EĞİTİM VAKFI 

ALEVİ ÇALIŞTAYI SUNUMU

Sn. Bakanımız Faruk ÇELİK Beyefendiyi, Oturum yöneticimiz Sn. Necdet SUBAŞI’yı, Değerli Büyüklerimi, Dedelerimi ve tüm katılımcıları saygıyla selamlıyor, bu toplantının sorunlarımızın çözümü noktasında bir başlangıç olmasını içtenlikle niyaz ediyorum.

Türkiye Alevi-Bektaşi dünyasının değerli yöneticileri; değerli arkadaşlarım; bu toplantıya katılmadan önce bir araya gelip, yöntem saptayamadık. Fakat yine de bu gerçeğimizi öne çıkararak, tarihi bir sonuç almak istediğimiz bu toplantının, olumsuzlukla sonuçlanmasının nedeni olmayalım diyorum. Bu yüzden, buraya son derece meşru ve haklı taleplerle gelen ve temsil haklarımız olduğunu ileri süren bizlerin görevi, asgari müştereklerimizi tespit ederek, o müşterekler çerçevesinde sonuç almaya çaba göstermek olmalıdır. Çok özenli olmamız gerektiğini özellikle belirtmek isterim.

Takdir elbette sizlerindir ama unutmayalım ki; üzerinde çalıştığımız konu, mayınlı arazi gibidir!

Dikkat ediniz; türbanı gerekçe gösteren ve bunu dahi “inanç özgürlüğünün” bir parçası sayarak kıyameti koparan ve türbana dair argümanlarını anlatarak iktidar olan hükümet, inançları tümüyle yok sayılan Alevi-Bektaşileri tam yedi yıl, görmek bile istemedi. Ancak “sorunun,” ABD ve AB gibi emperyalist devletlerin güya insan hakları raporlarına girmesinden sonra hükümet harekete geçti ve sorunun bir vakıa olduğunu kabul etti. Bu yüzden, hükümetin yaklaşımını değerli bulduğumuzu arz etmek isterim.

Esasen bu gelişmeyi şöyle okumanın doğru olacağını düşünmekteyiz: iç ve dış etkenlerin zorlamasıyla birlikte, talebimizin meşruiyeti ve masumiyeti, hükümeti çözüme zorlamaktadır ama AKP tabanı, Diyanet, cemaatler ve benzerleri gibi çok güçlü lobiler, bırakınız Alevi-Bektaşiliğin meşruiyetini, hükümetle aynı masaya oturmamıza dahi karşı çıkmaktadırlar. Bu yüzden Hükümetin masaya hangi saiklerle geldiği de önemli olmakla birlikte, bundan daha önemlisi, görüşmeler yapmak üzere şimdi burada olmasıdır. Bu, çok gecikmiş bir hakkın iadesi anlamında hem bir ön kabul, hem de bir adımdır. Dolaysıyla diplomasi biliminde bu bir kazanımdır ve sonuçta da iyi bir şeydir. 

O halde bu kazanımın farkında olmak, yaklaşımı iyi değerlendirmek, herhangi bir nedenle masanın terk edilmesine izin vermemek ve buna neden olmamak gerekir. Evvela bu çalıştayın, uzun etapları olan bir süreç olduğunun bilinmesinde yarar vardır. Hükümetin, çeşitli gerekçeler ileri sürerek, ya da bizlerin “olumsuzluğunu” bahane ederek süreci tıkaması veya uzatması durumunda, bunun tekrar başlaması en az beş yılı bulacaktır. Bu yüzden makul ve çözüme odaklı olmak, işe, kolay karşılanabilir taleplerden başlamak, hem müşkülümüzün çözümünü daha kolay kılacak, hem de elde edilecek muhtemel sonuçlar gelecek için umut olacaktır.

Tarafların birbirini gayet iyi tanımaları nedeniyle yeni tarif ve tanımlara ihtiyaç olmadığı; kaldı ki, bir yarar sağlamayacağı aşikârdır. Taleplerimizin tamamını sıraladığımızda, laikliğin evrensel tanımından başlayarak, demokratik-laik devlet istemlerine, oradan Alevi-Bektaşilerin, devlet bürokrasisinde ve yaşamın her alanında sonuncu sınıf insan muamelesi görmesine kadar devam eder ve sayfalar doldurur. O halde bu genel bakışımız da önemlidir ama ezberlerimizle ve değişik Alevilik tanımlamalarımızla birbirimizi yormak yerine, talep ve çözüme yoğunlaşarak, mesaimizin yararlı kullanılmasının engellenmesine de izin vermemek gerekir.

Korkularımız:

Korkularımız var öyle değil mi? O halde örneğin ilk olarak iktidarın ayrımcı uygulamalarından, ötekileştirilmekten, bürokratik engellerden, mahalle baskısından kaygı duyduğumuzu ve laikliğin tümüyle tasfiye edilmesi endişesi taşıdığımızı söyleyelim. Bu durumda ise ülkemizde yaşama olanağı bulamayabileceğimizi düşündüğümüzü ve huzursuz olduğumuzu ilave edelim. Tarih bilimi bizlere, dünyamızda ve bölgemizde, mezhep ve cemaat birliğinden ibaret olan ve bilim, sanat, çoğulculuk, tolerans gibi çağdaş değerlere sırtını dönen ulusların, kendi inanç ya da ırk mensubiyetinden saymadığı herkesi ötekileştirdiğine ve sonuçta dışladığına dair yüzlerce örnek, binlerce veri sunmaktadır. Bunlardan biri de ne yazık ki, bizim ülkemizdir. Kültürlerin anakarası olan coğrafyamızda yaşayan farklıkların neredeyse tümü dışlanmış, kovulmuş; kalanlar ise asimle edilerek egemen mezhep lehine dönüştürülmüştür ama toplum daha zengin, ülkemiz daha huzurlu olmamıştır. İşte Sn. Başbakanımızın farklıklara uygulanan faşizan baskıdan kastettiği de bu olsa gerek. Bu tespitin, devleti yönetenlerin ayrımcılık ve eşit yurttaşlık temelindeki sorunlarımızdan haberdar olduğunu göstermesi bakımından umut verici olduğunu düşünüyor; içinin doldurulması halinde çok yararlı sonuçları olacağına inanmak istiyorum.

Hükümetlerin görev ve sorumluluklarından biri de, olumlu kamuoyu iklimi yaratarak sorunları çözmek ve emperyalizmin kaşıyacağı-kullanacağı alan bırakmamaktır. Bilindiği üzere emperyalizm ve dış güçler, ülkemizde etnik ve mezhep kavgaları istemekte, bunu temin etmek için olağanüstü çaba göstermektedirler. Bu çerçevede eğer dünyamızdaki insan hak ve özgürlüklerinin en vahşi gaspçısı olan, halkları birbirine düşüren ve sömüren ABD ve AB ülkeleri, bizim haklarımızı savunmaya soyunmuşlarsa, gerçekten yandık demektir. Çünkü Kore’yi, Vietnam’ı, Irak’ı, Afganistan’ı, Yugoslavya’yı, Güney Afrika’yı, Bosna Hersek’i, Filistin’i ve benzeri halkların dramını anımsamak ve bu “koruma” masalının aslında iyi bir şey değil, iç barış açısından bir tehdit olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Hak ve özgürlüğümüzün tehdit altında olduğu, eşit ve adil davranılmadığı tespitleri gerçektir ve yerden göğe haklıdır ama bu gerçeğimize ABD’nin ya da AB’nin el atmasını değil, devletimizi yönetenlerin görmesini ve demokratik usullerle çözmesini tercih etmeliyiz. Sorun, bugüne değin hükümet edenlerin bu gerçeği görmemesi ve inkâr etmesidir. Alevi-Bektaşilerin sosyal ve psikolojik ruh hallerini ve Sünni yurttaşlarımızın Alevi-Bektaşiliğe yaklaşımlarını inceleyen ve ülkemizde yapılan son akademik araştırmalardan biri olan Prof. Dr. Sn. Binnaz Toprak’a ait araştırma sonuçları, gerçekten tüyler ürperticidir. Huzursuz olmak için bundan daha vahim bir endişe kaynağı olabilir mi? Birbirimizle bölüştüğümüz korkularımızı, hatta bir bakıma sırrımızı hep birlikte burada da ifade ederek, hükümet temsilcileri ve kamuoyu ile bölüşelim.

Bizler, Sivas faciasını yaşayan Vakfın yöneticileri olarak, bu kaygılarımızın hükümet ve devlet adına kayıt altına alınmasını resmen istiyoruz. Bu bir taleptir…

Kangren olması ihtimali yüksek olan ve Alevi, Sünni herkesi çok yakından ilgilendiren bu sorunun çözümü, tarafların samimi yaklaşmaları durumunda, her şeye rağmen kolaylıkla çözüleceği inancını taşıyoruz. Çünkü devlet kurumlarıyla Alevi-Bektaşiler arasındaki sorun, Anayasa’dan, devletin niteliklerinden ve temel doğrultusundan değil, bu doğrultunun saptırılmasından, çelişkiyi kaşıyan ve nemalanan siyasi çıkar şebekelerinin izan dışı tutum ve uygulamalarından kaynaklanmaktadır. Bunlar:

1- Toplumu şucu-bucu diyerek kamplara bölen, geleceğini bu bölünmüşlük üzerine kurgulayan ve bunun devamını isteyen siyasetçiler ve siyasi partilerdir; en başta bunlardır. Bu tespitimin muhatabı herhangi bir parti değil, iktidar alternatifi olan tüm partilerdir.

2- Dış güçlere bağımlı gayrı resmi cinayet şebekeleri ve kışkırtıcı ajanlardır.

3- Mafya ilişkileriyle iç içe geçmiş kimi siyasi aktörlerdir.

4- Ve bir de eline geçirdiği akıl almaz büyüklükteki siyasi ve ekonomik gücü bölüşmek istemeyen Diyanet çevreleridir.   

Diyanet gerçeği…

Gerçekten müzakere ettiğimiz sorunu tahlil ettiğimizde, bizleri devlet adına iyi niyetle dinleyen hükümet temsilcilerinin iki temel pradoksu bulunduğunu görmemiz gerekir.

1- Muhatabımız; demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olarak tanımlanan devlet iradesini mi temsil ediyor, yoksa egemen Sünni çoğunluğun sosyal, siyasal ve inançsal menfaatlerini mi?

2- Şayet buradan bir sonuç alınabilirse, bu sonuçlar, Diyanet kadrolarının yani ulemanın onayına sunulacak mı? 

Biz, her iki anlayışla da çözüm gelmeyeceğine inanıyoruz. Örneğin yine “Diyanete danışalım, görüşünü alalım” denilecekse, burada verdiğimiz mesainin fiyaskoyla sonuçlanacağını ve “dostlar alışverişte görsün” anlamından öteye bir yararı olmayacağını aramızda bilmeyen yoktur. Çünkü Diyanet ulemasının konumuzla ilgili 13.8.1999/227 sayılı yazısında ve çeşitli açıklamalarında ileri sürdüğü görüşü bilinmektedir: “…cami ve mescitlere alternatif olarak bir takım adlarla dini ibadet mahalleri ihdas, İslam Dini’ne ve tarihi vakıaya uygun değildir. Zira İslam tarihinde cami ve mescit vardır. Cemevi binası yoktur... %99’u Müslüman olan milletimizin cami ve mescitler dışında bir ibadethanesi mevcut olmamıştır. Kendilerini Alevi ve Bektaşi olarak tarif eden vatandaşlarımız da namaz ibadetlerini cami ve mescitlerde eda etmektedirler.”

Yani Alevi-Bektaşi kurumları arasında bölgesel uygulamalardan kaynaklanan tanımlama farkları ve buradan doğan çelişkiler vardır ama devlet kurumları arasındaki çelişkilere ne demeli? Diyanet, hukuk ve yürütme organları zemininde elde ettiğimiz birçok kazanımın iptalini sağlayabiliyor. Bunun birçok örneği var. Eğer Diyanet, yürütme organını ve hukukun teslim ettiği bir hakkı, kendisini üst yargı kurumu yerine koyarak, kararı geçersiz saydırabiliyorsa, o ülkede “hukukun üstünlüğü ilkesi” değil, şeriat yasaları geçerli olur. Peki, biz şeriat devleti miyiz? Bu durum, hukuk devleti olarak bildiğimiz ülkemizde bir hukuk skandalı değil de nedir? 

Diyanet, kimi zaman bir ulemalar meclisi gibi, kimi zaman bir fetva kurumu gibi, kimi zaman da bir şer-i hukuk kurumu gibi kendisini yürütme organının da üzerinde telakki ederek, yürütmenin kararlarını etkilemektedir.

Görüldüğü üzere inançlarını özgürce yaşamak ve geliştirmek isteyen Alevi-Bektaşilerin istemlerinin önündeki en büyük engel, Diyanet İşleri Başkanlığıdır. Çünkü TC. Diyanet İşleri Kurumu, teoloji biliminin kurallarına dayanan evrensel, çağdaş ve felsefi anlamda bir din kurumu gibi değil, toplumu karanlığa götürmek üzere teşkilatlanan dünyanın en büyük, en acımasız misyonerlik kurumu gibidir. Mesaisinin en büyük bölümünü, Aleviliğin asimilasyonu için kullanmaktadır. Alevi yerleşim birimlerine cami yapma kampanyasının baş mimarıdır. Teşkilat ve kadro yapılanmasını bilimsellik ve Alevi-Bektaşilik karşıtlığı üzerine kurguladığı için ıslahı da mümkün değildir. “Kamu kurumu” olarak tanımlanması ve ulusal bütçeden en büyük bütçeyi almasına karşın, sadece Sünni yurttaşlarımıza hizmet vermekte ve kadrosunda Alevi-Bektaşiliğe mensup olan tek kişiye dahi yer vermemektedir. Laik devlet kurumsallığı içinde yer almaması gereken Diyanet, Aleviliğe, onun ritüellerine, inanma biçimine, ibadethanesine karşı çıkarak, sorun çıkarmakta veya var olan soruna çözüm üretmek yerine daha da büyütmeye gayret etmektedir. 

Özetle, çözümsüzlüğün bir tarafı Diyanet’tir. Ve yürütme organı olan hükümet, şayet çözümden yanaysa bu olumsuzluğunu bertaraf etmekle de sorumludur. İnancımız odur ki, Alevi-Bektaşilik üzerine kelam etmek yetkisi ve bilgisi olmayan Diyanet’in enterne edilmemesi durumunda sorunumuza çözüm üretmek imkânı zorlaşacak, hatta hiç mümkün olmayacaktır.

Bir başka temel sorun: zorunlu din ve ahlak dersleridir…

Biz Alevi-Bektaşiler, çoluk çocuk, genç ihtiyar denilmeden, sırf İslamiyet’e farklı inanıyor olmamız ve çağdaş demokratik değerlere yatkınlığımız nedeniyle, devlet yetkililerimiz tarafından, ayrımcılığa tabi tutuluruz. Daha çocukluğumuzda “zorla din dersi” zulmüyle başlayan bu ayrımcılık, iş yaşamından, bürokrasinin bütün kademelerine; hatta bir ömür boyu gelmediğimiz halde, son kertede gelmek zorunda bırakıldığımız caminin teneşir tahtasında dahi devam eder… 

Mezhep dayatması, bir kamu görevlisi olan öğretmenin sorgulamasıyla başlar: “Alevi misin?” Kimimiz, ailemizin “sakın Alevi olduğunu söyleme!” tembihine uyar, yalan söyleriz: “hayır öğretmenim!” Yaşam serüvenimiz böyle başlar: ya yalan söyler bir süre de olsa aşağılanmaktan ve din dersi öğretmeninin baskısından kurtuluruz, ya da doğruyu söyleyerek itilip-kakılmaya ve aşağılanmaya mahkûm oluruz. Gerçekten de böyledir: okuldan atılır, yurttan kovulur, sicili bozulur, terfisi engellenir, inancı-ibadethanesi aşağılanır, “ana bacı bilmezler” diyerek hakaret görürüz… Özetle, “incinsen de incitme” şiarını düstur edinen bizleri hedef alan devlet ve çoğunluk tahakkümü, çocukluğumuzda başlayıp, mezara kadar devam eder.

Dolaysıyla biz Alevi-Sünni ve diğer farklılıklara mensup yurttaşlar olarak, sorunları yaratanlar değil, yaratılan sorunların sonuçlarından zarar gören masum vatandaşlar durumundayız. Baktığımızda şu zorunlu din dersi virüsünü Alevi-Sünni öğrencileri arasına sokanlar arasında kimler ve hangi bağlantılar var, anımsayalım? 12 Eylül Darbesinin gerçekleştiği dakikalarda dönemin ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze, ABD Başkanı Karter’ı telefonla arar ve müjdeyi verir: “bizim çocuklar başardı.” İşte 12 Eylül ihanet cuntasının ve ABD emperyalizminin başımıza bela ettiği zorunlu din dersi zulmü böyle bir şeydir: böl, parçala ve sömür! Ne acı değil mi? 

Cemevleri…

Değişmeyen tek şey değişimdir” teorisi, reform yapan tüm inançlar gibi Alevilik için de geçerlidir. Değişime açık olan, ilim ve teknolojiyi rehber edinen dinlerin mensupları, evrenimizi yönetir duruma gelmişlerken, “dinde reform olmaz” diyerek, yeniliğe ve bilime ayak direyen İslam ülaması, İslam toplumlarının geri kalmasının baş nedeni olmuştur. İslam’ın Anadolu-Türkmen yorumu olan Alevilik de günümüze, çeşitli inanç ve kültürlerden etkilenerek ve değişim geçirerek intikal etmiştir.

Alevi-Bektaşiliğin ibadethanesi cemevidir. Bunun tartışma konusu yapılması; “İslam’da cemevi diye bir mabet yoktur” iddiası, orada değil şurada inanın” denilmesi, “kitabınız ne; peygamberiniz kim?” sorularının sorulması, bir insanlık ayıbıdır. Bu soruları soranlar iyi bilmelidirler ki, inançları, uluorta tartışmaya açmanın, aşağılamanın, inkâr etmenin kimseye yararı olmadığı gibi birliğimize ve dirliğimize de zarar vermektedirler. Kaldı ki, inanç, tartışılacak bir kavram da değildir. İddia edildiği gibi Aleviler arasında Aleviliği farklı yorumlayanlar vardır ama Sünni teologlar arasında da aynı farklılıklar hatta daha fazlası yok mudur? Diyanet çevresiyle, Zekeriya BEYAZ Hoca, Yaşar Nuri ÖZTÜRK Hoca, Mehmet Cemil Kılıç Hoca ve daha yüzlercesi aynı yorumu mu savunmaktadır?

İslam Dini otoriteleri, Hz. Peygamberin ölümünden sonra derlenen Kur-an’ın en azından titizlikle derlenmediğine; kimi ayetlerin alınmayıp, kimilerinin eklendiğine, sahabe tarafından hadis uydurma yarışına girildiğine ve bu uydurma hadislerin Peygamber sözüymüş gibi derlenerek İslam âlemine sunulduğuna; camiye, namaz vaktine ve Ramazan orucuna dair yüzlerce iddiayı konuşup, yazmaktadırlar. Bunları ileri sürerek inananları rencide etmenin ne yararı var?

‘Din ve inanç özgürlüğü,’ kişinin dilediği inancı seçme; siyaset ve ticarete karıştırmadan, yönetime ve kamuya egemen kılma çabasına girmeden yerine getirme özgürlüğüdür. Ülkemizin resmi ve gayrı resmi kimi odakları, Alevi inancıyla herhangi bir ilgileri ve bilgileri olmadığı halde, Alevilerin yerine geçerek, ‘cemevinin ibadethane kapsamında olup olamayacağını’ tartışarak, karar merciini ve kamuoyunu etkilemeye çalışıyorlar. Kimin nasıl inanacağının tartışılması, “dini kanaatlerinden dolayı suçlanması ve ayırımcılığa tabi tutulmasıAnayasa 10. md’ye göre suçtur ve bu aleni suç, cumhuriyet savcılarının gözleri önünde işlenmektedir.

Devletimizin ve Hükümetimizin değerli temsilcileri;

Bizler, Alevi ve Sünni ailelerden gelen yavrularımızın ayrışmasına neden olan Din ve Ahlak Bilgisi Derslerinin tamamen kaldırılmasını, cemevlerimize ibadethane statüsü verilmesini, Sivas Madımak Otelinin müze olarak düzenlenmesini, Sivas-Banaz Köyü’ne, Hacıbektaş İlçesine ve Tekke-Abdal Musa köyüne birer Alevi-Bektaşi Enstitüsü açılmasına ve birlik-beraberliğimizin önündeki en büyük engellerden biri olduğuna inandığımız Diyanet’in “kamu kurumu” niteliğinin iptalini istiyoruz.

Bu duygularla burada bulunan herkesi muhabbetle selamlıyor, üzerimizdeki faşizan baskıların kaldırılmasını diliyor, rahmetli anacığımın dediği gibi; “işiniz, işleğiniz kolay gelsin; Ali yoldaşınız, Hızır kardeşiniz olsun” diyorum.

Saygılarımla, 03.06.2009

Murtaza DEMİR
Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı Bşk.

KAYNAK : Alevihaber.com - 6 Haziran 2009

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.