Pandoranın Kutusu Bir Açılmaya Görsün..
Pandoranın Kutusu Bir Açılmaya Görsün…Hüseyin DEMİRTAŞ*Almanya’da kurulmuş olan ve şu an tüm faaliyetleri durdurulan...
Pandoranın Kutusu Bir Açılmaya Görsün…
Hüseyin DEMİRTAŞ*
Almanya’da kurulmuş olan ve şu an tüm faaliyetleri durdurulan Deniz Feneri e.V.’nin üst düzey yöneticilerinin yargılandığı dava Frankfurt Yüksek Ceza Mahkemesi’nde görülürken, her duruşmada yeni bilgi ve belgeler ortalığa sökün etti. Arkası da gelecek gibi, çünkü Pandoranın kutusu bir kez açıldı ya, ondan!
Bu davaya konu olan dernekle, Türkiye’de aynı adla kurulu ve halen hiçbir şey olmamış gibi faaliyetlerini sürdüren Deniz Feneri Derneği arasında aslında çok derin ve çetrefil organik ilişkiler mevcut. Bu durum, mahkeme sürecinde Almanya’daki Deniz Feneri e.V. üzerinden gizli yollardan, kuryelerle Kanal 7, Yenişafak ve benzeri şirketlere halktan toplanan yardım paralarının bir bölümünün transfer edildiği türünden sırlar her duruşmada teker teker ortaya çıktı. Hatta davanın savcısı Kerstin Lotz karar aşamasından bir gün önceki duruşmada “Zekeriya Karaman yapılanmanın başı. Asıl failler Türkiye’de” diyerek bundan böyle gerçek gümbürtünün Türkiye’de çıkacağının ve devam edeceğinin işaretlerini verdi.
Evet, Deniz Feneri e.V. davası boyunca akıllara durgunluk verecek sayıda bilgi-belge ve skandal boyutunda ucu Türkiye’deki hükümete dokunan derin ilişkiler ağı açığa çıktı. Ancak hal böyleyken dava gelip gelip bir yerlerde tıkanacak gibi duruyor. Almanya’daki Deniz Feneri e.V. davasının ana duruşması sonuçlandı sonuçlanmasına ama mahkeme gerekçeli kararını 6 hafta sonra açıklayacağı gibi, ayrıca Frankfurt Savcılığı’nın elinde daha 16 ayrı sanıkla ilgili bir soruşturma dosyası daha var. Söz konusu bu dosya henüz mahkemeye devredilmiş değil. Açıkçası Deniz Feneri e.V davası aslında Almanya’da bile tam olarak noktalanmamış görünüyor. Deniz Feneri e.V.’nin Almanya ayağında işin sonuna kadar gidileceğini bekleyebiliriz. Asıl tıkanma ise bence Türkiye’de yaşanacak. Bunun nedenini yazıyı okuyup bitirdiğinizde daha rahat anlayabileceksiniz…
****
Meselenin bu yanına geçmeden önce şu Türkiye ve Almanya Deniz Feneri derneklerinin aslında birbirinin nasıl aynısı, tıpa tıp kopyası olduğunu izah edelim.
Öncelikle Türkiye Deniz Feneri Derneği’nin, “Bizim Almanya’daki Deniz Feneri e.V. ile en ufak bir yakınlığımız yok” demesinin bir kıymeti harbiyesi yok! Neden mi yok? Bu söylem tamamen bir hile-i şeriye… Daha açık bir deyimle işi kitabına uydurmak! Ya da çalınan minareye kılıf hazırlamak…
Bunun böyle olduğunu bilmek için çok akıllı olmak ve hukuk doktorası yapmak gerekmiyor. Meseleyi izah etmek aslında gayet basit ve bir çocuk oyuncağı niteliğinde…
Şöyle ki, hem Türkiye hem de Almanya’daki Deniz Feneri yardım organizasyonları her iki ülkenin iki farklı dernekler yasasına göre kurulmuşlar. Almanya’nın yasaları farklı Türkiye’ninkiler farklı. Eğer Türkiye Deniz Feneri Derneği, Almanya’daki yasalar izin verseydi zaten Türkiye’dekinin doğrudan uzantısı olarak kurulurdu. Sadece yasalar izin vermediği için böyle bir yola başvurulmuş… Böylelikle Türkiye Deniz Feneri Derneği’ne “bizim Almanya’dakiyle kesinlikle organik bir bağımız yok! Yurt dışında şubemiz yoktur!” deme imkânı doğmuş. Türkiye Deniz Feneri Derneği’nin internet sitesini (http://www.denizfeneri.org.tr) açtığınızda da hep bu yönde vurgular yapılıyor. Hatta siteyi açar açmaz otomatik kayıt devreye giriyor ve Almanya Deniz Feneri e.V. hiçbir ilişkilerinin bulunmadığı sesli olarak uzun uzun anlatılıyor. Anlatsınlar… Kime? Külahımıza!
Ancak gerçekler öyle mi acaba? Hiçte değil…
Her iki dernek birlikte yardım faaliyetleri düzenlemediler mi Türkiye ve dünyanın birçok ülkesinde? Düzendiler. İsim benzerliğinden yararlanarak Avrupa ülkelerine uydu üzerinden yayın yapan Türk televizyon kanallarına Deniz Feneri adına ortak reklamlar verilmedi mi? Verildi… Yine sunucu Uğur Aslan Kanal 7 ve Kanal 7 INT’de Avrupa ve Türkiye eşzamanlı programlar yapmadı mı? Yaptı. Yardıma muhtaç kişiler bu programlara getirilerek, dramatik ve duygusal müzikler ve hava eşliğinde ekran karşısındaki izleyici gaza getirilip, ekrandan verilen paralı telefon numaralarını aratarak milyonlarca Euro yardım toplanmadı mı? Toplandı. Bazı hayırsever vatandaşlar tamamen duygu sömürüsüne dayalı bu canlı yayınlara bağlanarak, edecekleri yardım miktarını söylemediler mi? Söylediler; hem de binlercesi…
Nasıl oluyor bu iş gerçekten? Programı yapan tek kişi Uğur Aslan… Bu program hem Kanal 7 hem de Kanal 7 INT’de aynı anda canlı yayınlanıyor. Yardımlar hem Türkiye’de hem Almanya’da kasalara akıyor… Organizasyon tek elden yürütülüyor ama ana faaliyet alanı iki farklı ülke olduğu için yasal zorunluluklardan kaynaklanan iki ayrı dernek söz konusu yalnızca. Anlaşılacağı gibi fark özde değil sadece şekilde…
Ancak şimdi işler sarpa sarınca Deniz Feneri Türkiye ayağından feryatlar yükseliyor… Kalkılıp deniliyor ki, “Bizim birbirimizle alakamız yok!”
Birbirinizle alakanız yoktu da o programları yaparken niye söylemediniz bunu? Söylemezsiniz tabii ki… O zamanlar paralar akıyordu çünkü. Şimdiyse Almanya para kanalı tıkandı. Kirli çamaşırlar ortaya döküldü. Deniz Feneri e.V.’nin faaliyetleri askıya alındı. Derneğin tüm üst düzey yöneticileri bir yılı aşkın bir tutukluluktan sonra yargılandılar ve değişik uzunlukta ağır diye nitelenebilecek hapis cezalarına da çarptırıldılar…
Bütün Avrupa ülkelerinden para borularının –para akıtan paralı telefon hatları mı deseydik?- döşendiği çeşmenin suyu kurudu Almanya’da… Bu saatten sonra kimse düzenlenen etkinliklerde toplanan altın, para ve mücevheratı da hemen program sonrasında salonun arkasında aralarında paylaşamıyor. Kuryeler bunları naylon çöp torbalarında, kalkan ilk uçakla Türkiye’ye illegal yollardan götüremiyor. Bu çeşmeden bundan böyle hayır gelmez değil mi? Evet, gelmez… Bunu bildikleri için Türkiye Deniz Feneri Derneği yöneticileri şimdi yüzsüzce kalkıp “Ben Almanya’dakini tanımam!” diyorlar. Tıpkı Temel ile Dursun fıkrası gibi… Hani eskiden can ciğer kuzu sarmasıydınız, aranızdan su sızmazdı… Ne çabuk bozuldu dostluğunuz? Ne çabuk bitti “Al gülüm ver takke” vaziyetleri…
Hem eskiden iki dernek olarak birbirinizle hiçbir alaka ve ilişkiniz yoktuysa, o zamanlar milyonlarca hayırsever vatandaşı niye yanılttınız, aldattınız? Burada etik-ahlaki bir problem yok mu? Var… Hepinizin hocası Erbakan’ın meşhur deyimiyle, “Sizi gidi takiyeciler sizi…”
Niye o zamanlar, sempatik sunucunuz Uğur Aslan, Kanal7-Kanal7 INT’deki programlarına başlarken, “Sayın seyirciler, biz bir hayır işi yapıyoruz. Ancak yayına başlamadan önce hemen belirteyim ki, programı tek başıma ben de yapsam; Türkiye’deki Deniz Feneri Derneği ayrı Almanya’daki ayrı. Avrupa’dan toplanan yardımlar Almanya Deniz Feneri e.V. eliyle, Türkiye’den toplananlar da Deniz Feneri Derneği tarafından gerekli yerlere ulaştırılıyor. İsimlerimiz benzer ama Türkiye ve Almanya Deniz Feneri derneklerinin aralarında hiçbir organik ilişki yoktur. Bu açıklamayı bir yanlış anlamaya meydan vermemek için zorunlu görüyorum…” şeklinde bir açıklama yapmadı? Yapamazdı. Sebebi şu: Şimdi ben sadece program yaptım deyip, masum ve mazlum ayaklarına yatıyor ama Uğur Aslan’ın, her program sonrasında toplanan paralardan bir bölümünü aldığını ve kendisine yüzlerce 50 Euro’luk banknotlar verildiğinde, “100’lük 200’lük yok mu? Ben bu kadar parayı neremde taşıyacağım” dediğini Almanya’da bilmeyen yok gibi…
Şimdi hem internet sitelerinde hem de hükümete yakın yayın organlarında bangır bangır bağırıyorlar: “Bizim Almanya’da yargılanan Deniz Feneri e.V. ile isim benzerliği dışında hiçbir ilgi ve ilişkimiz yoktur. Türkiye Deniz Feneri Derneği mevcut yasaların ve yürütmenin sıkı denetimi altında faaliyetlerini sürdürmektedir…”
Aslında Türkiye Deniz Feneri Derneği kendisini savunurken, “Merdi Kıpti şecaat arz ederken, sirkatin söylermiş!” özdeyişinde olduğu gibi büyük bir açık veriyor… Sırrını fâş ediyor yani ortalığa döküyor.
Neden mi?
Şifreyi çözmek burada da basit… Almanya ne de olsa bir hukuk devleti. Ülkenin çok iyi işleyen bir yargısı ve hukuk düzeni var. Aslında her iki dernek, biri Türkiye’de biri de Almanya’da ortak bir kumpas kurmuş; durmadan vatandaşın parasını duygu ve din sömürüsü üzerinden söğüşleyip duruyordu. Her şey yolunda gidiyordu. O zamanlar iki derneğin aralarındaki ilişkinin varlığı veya yokluğu önemli değildi. Ta ki Alman yargısı uyanana kadar…
Alman yargısı bir uyandı pir uyandı!
Deniz Feneri’nin Almanya ayağı tabiri caizse enselendi. İş üstünde yakalandı. O zaman da Türkiye Deniz Feneri Derneği, Almanya’daki soygun ortağını yüzüstü bırakarak tüydü…
Gelelim Türkiye’ye. Alman yargısı çabuk uyandı. Niye? Türk yargısı gibi sırtında yumurta küfesi taşımıyordu da ondan… Ya Türkiye? Orasını sormayın işte!
İşler burada çatallaştı zaten… Adeta Türkiye yargısının eli ayağı bağlandı…
Türk yargısı bu işlere yani Türkiye Deniz Feneri Derneği’ne müdahale edemez ve faaliyetlerini sıkı sıkıya denetleyemezdi. Şu satırları yazdığımız bu saatlere kadar hala da Türk yargısı harekete geçmiş değil…
Türkiye Deniz Feneri Derneği hiçbir şey yokmuş gibi, Almanya ayağı/dostu/partneri hiç yargılanmamış gibi Ramazan ayını da fırsat bilip yine tam gaz faaliyetlerine devam ediyor…
Henüz Türkiye’de cesur bir savcı çıkıp, “Neler oluyor ya? Sizinle arasındaki tek benzerlik isim benzerliği de olsa, Almanya’daki Deniz Feneri e.V. ve yöneticileri yargılandı ve cezalandırıldı. Ayrıca sizler ‘biz vallah billâh ayrıyız’ deseniz de daha düne kadar sadece yedikleriniz ayrı gidiyordu. Neydi o bir kanalın Türkiye ve Avrupa’da eş zamanlı canlı yayınlarında birlikte yardım toplamalar, birlikte bunları dağıtmalar vesaire… Getirin şu dosyalarınızı, evraklarınızı da bir inceleyelim. Suç unsuru bulamazsak, zaten mesele yok. Mademki masumsunuz, öyle olduğunuza inanıyorsunuz, o halde gelin sizi ve gelmiş geçmiş tüm faaliyetlerinizi şöyle gerçekten inceleyim de, hem Almanlara mahcup olmamış oluruz Türk yargısı olarak hem de siz kamuoyunda azalan itibarınızı tekrar yükseltmiş olursunuz…”
İşte Türk yargısı yukarıdaki türden bir çıkış yapıp bir türlü Türkiye Deniz Feneri Derneği hakkında soruşturma bile başlatamıyor. Hâlbuki bunu yargıdan önce hükümetin düşünmesi lazım! Başbakan Tayyip Erdoğan, Doğan Medya Grubu’na ve Aydın Doğan’a meydanlardan çatmak yerine, Türkiye devleti ve yargısının onurunu kurtarmak için olsun normalde derhal Türkiye Deniz Feneri Derneği’nin faaliyetlerini askıya aldırtıp, Almanya ayağındaki dava sonuçlanıncaya kadar Türkiye’de de ilgili dernek hakkında geniş bir araştırma ve soruşturma başlattırması gerekiyor. Yargıya Erdoğan’ın böyle bir talimat vermesi bir zorunluluktur.
Başbakan meydanlarda Deniz Feneri e.V.’nin Almanya’da süren davasını ilk ülke gündemine taşıyan Doğan Medya Grubu ve onun sahibi Aydın Doğan’a külhanbeyivari bir ağızla veryansın ediyor durmadan. Hal böyleyken hiçbir savcı Türkiye Deniz Feneri Derneği hakkında değil iddianame hazırlamak, dava süreci başlatmak; böyle bir fikir aklına gelse bile korkudan tir tir titrer. Başıma cinler periler üşüştü deyip, bir Elham-üç Kulfü okumaya başlar!
Öyle görünüyor ki, Türkiye’de, Türkiye Deniz Feneri Derneği hakkında araştırma-soruşturma başlatacak bir savcı daha anasından doğmadı! Ya da doğdu ama bunlar; ya meslekten oluruz ya da Şırnak’ın Uludere’si, Hakkâri’nin Çukurca’sından yeni sürgün-tayin yeri beğeniriz diye korkmaktadırlar. Bu doğru değil deniliyorsa, o zaman “hodri meydan!”
Hadi açsınlar öyleyse bir araştırma-soruşturma…
Açamazlar. Çünkü o zaman “Takke düşecek kel görünecektir!”
Zira Almanya’da ana bölümü sonuçlanan davada Deniz Feneri e.V. ile Kanal 7, Yenişafak Gazetesi vb. kuruluşlar ve dolayısıyla RTÜK Başkanı Zahit Akman üzerinden hükümete ulaşan organik ilişkiler ağı hemen her oturumda iyice bir netlik kazandı. Deyim yerindeyse kirli çamaşırlar duruşma salonundan sokaklara taştı. Deniz Feneri e.V.-Kanal 7 ve AKP Hükümeti üçgeninin veya sacayağının şekli şemalı anne karnındaki çocuk gibi gün geçtikçe belirginleşti…
Toparlarsak, Almanya’daki davanın ucu Başbakan Tayyip Erdoğan’a dokunmak üzere. Bu tarihi anın gelmesine ramak kaldı. Nitekim RTÜK Başkanı Zahit Akman oturduğu koltuktan bir kaldırılabilse, -bu biraz zor görünüyor şimdilik- arkasında bizzat Başbakan Erdoğan’ın saklandığı çok az bir yanılma payı ile rahatlıkla söylenebilir. Bundan hiç kimsenin en ufak bir şek ve şüphesi olmasın!
****
Ayrıca hem Deniz Feneri’nin Türkiye ve Almanya ayakları, hem de Başbakan Tayyip Erdoğan, bu derneklerin faaliyetlerinin birden bire neden 2004 yılından sonra hızlandığını, bağışların astronomik rakamlara doğru yükselmesini açıklayabilirler mi?
Sakın bunun nedeni, AKP Hükümeti’nin o tarihte Türkiye’de artık yerini ve iktidarını garantilemesi olmasın? Bu rahatlamanın verdiği rehavetle, Deniz Fenercilere, “Yürüyün aslanlarım, bundan sonra arkamız sağlam. ‘Kar yağarken tozar.’ Daha önce biz yoktuk başta. Şimdi artık tam kadro ve tek başımıza iktidardayız. Bizden önceki iktidarlar döneminde eliniz rahat değildi. Jetpa, Kombassan, Yimpaş derken biraz götürdük/nüz ama Türk yargısına ensendik bak! Lakin şimdi korkmayın artık. Vurgunu vurabildiğiniz kadar vurun ama arada şu Kanal 7, Yenişafak gibi dostları, eski yol arkadaşlarımızı da unutup ihmal etmeyiniz. Yürütme de, yargı da, icra da biziz artık. Devlet biziz artık. Yolunuz ve bahtınız açık olsun. Size bir şey olursa, en azından Türkiye’de sonuna kadar arkanızdayız. Aman ha dikkatli olun ama Almanya, Avrupa filan bize benzemez. Oralarda enselenmeyesiniz! Gazanız mübarek, ganimetiniz bol ola!” demiş olmasın?
Sayın Başbakan, “Ucu bana dokunmadı” diyorsa, o zaman Almanya’daki dava başlayalı beri nedendir bu feveran, ah-u feryat? Kopardığı bu yaygaranın, Doğan Grubu’na karşı başlattığı bu büyük taarruzun esbab-ı mucibesi nedir acaba? Nedenini açıklasın ki, hem Türkiye hem de şimdilik kabahati sadece Almanya’daki davayı yayın organlarıyla Türkiye’nin gündemine bomba gibi düşüren Aydın Doğan rahatlasın…
Başbakan, Türkiye’nin o kadar çok meselesi varken, orada burada yaptığı konuşmalarının üçte ikisini Aydın Doğan’a ayırmasın! Aydın Doğan’ın suçu duruşmaları “start” alan bir davaya yayın organlarında geniş yer vermesi mi? Yargı sürecinde ortaya çıkan her bilgi ve belgeyi kamuoyuna duyurması mı?
Yoksa bu ülkede haber değeri olan bir haberi yayınlamak suç mu?
Evet, evet tam da üzerine bastınız…
Aydın Doğan’ın şimdilik tek suçu Deniz Feneri e.V. davasını elindeki medya kuruluşları aracılığıyla, Almanya’daki Türklerin kendi aralarındaki bir sorun olarak görülüp, Alman kamuoyunca pek dikkate alınmayacağından, bunu fark edip Türkiye kamuoyuna taşımaktır. Aydın Doğan’ın Hilton arazisi ile ilgili olarak Başbakandan ve bürokrasiden bazı taleplerde bulunmuş olması filan hep bahane…
Sayın Başbakan, Hilton arazisi meselesini niye Almanya’daki dava başlamadan önce gündeme getirmedi? O zaman aklı nerelerdeydi? Aydın Doğan’a karşı bunun öncesinde niye en ufak bir söz söylemedi kulislerde bile?
Sebebini biz söyleyelim; Aydın Doğan dava öncesinde Pandoranın kutusunu henüz açmamıştı ondan…
****
Oysa ne güzeldi her şey… 1 Eylül’de Almanya Deniz Feneri e.V. davası başlayana kadar ortalık güllük gülistanlıktı. Her türlü önlem alınmıştı. Bağlanacak ağızlar bağlanmış, yağlanacak kişi ve kurumlar yağlanmıştı. Her şey yolunda gidiyordu.
Ta ki davayı takip eden Hürriyet bunu haber yapıncaya kadar… Aslında anlaşıldığı kadarıyla bu dava süreci boyunca, davanın medya tarafından takip edilmemesi için Doğan Grubu da dâhil tüm Türk medyasına büyük bir baskı yapılmıştı. Bazılarına da ödül ve vaatler verilmişti. Hedeflenen davanın bugünkü gibi pek dallanıp budaklanmadan sonuçlanıp gitmesiydi. Şöyle düşünülmüştü: Ne de olsa, Deniz Feneri’ne yardım yapıp, yaptığı yardımın arkasını arayacak birileri de yoktu. Ortada Jetpa, Kombassan ve Yimpaş’ın arkasında bıraktığı cinsten mağdurlar ve felaketzedeler de mevcut değildi. Davanın izlenmemesi için tüm baskı-ödül mekanizmaları devreye sokulup, herkese gözdağı verildi kısaca.
Gel gör ki, hükümete yakın tüm medya gruplarından ve devletin Anadolu Ajansı’ndan bile bir tek gazeteci 1 Eylül’de başlayan ilk duruşmada katılmazken, sadece Doğan Grubu gazetelerinden Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin muhabirleri salondaydı. Bir de Alman basını. Ama Alman basını hem davanın Türkiye ayağı ve uzantılarını bilmiyor hem de meselenin yalnızca hukuki boyutuyla ilgileniyordu. O nedenle Almanlardan “bir şey” çıkmazdı. İşte çanlar bu andan itibaren çalmaya başladı. Peki, ne şekilde cereyan etti bu süreç?
Şöyle ki, davanın seyrine ilişkin yazılan çok hassas dengeler üzerine oturan bu senaryoyu; yani davanın sessizce sonuçlanması yönündeki planları Doğan Medya Grubu darma dağın etmişti. Özetle Başbakan’ın Aydın Doğan’ın üstüne her gün kontrolsüzce boca ettiği tüm hıncı bundandır, başka bir şeyden değil…
İşkembeden atmıyoruz. Dava başladığında “dinci” veya “hükümete yakın” medyadan bir Allah’ın kulu mahkeme salonunda yoktu. Kimin salonda olmadığını yazmaktansa aslında “salonda kimler hazırdı?” sorusunu yanıtlarsak mesele kendiliğinden aydınlanır. Kimler mi vardı?
Frankfurt Yüksek Ceza Mahkemesi’nin salonunda Hürriyet, Milliyet ile Alman basını muhabirleri yanında bir de Habertürk adına henüz fahri (gönüllü) muhabirlik yapan bir kişi davayı takip etmeye gelmişti. Habertürk deyince de televizyon kanalı sanmayın sakın! Habertürk internet sitesinde, haber portalında Almanya’dan yazı yazan eski bir gazeteciydi bu kişi… İlk günde salonda bir tek Türk televizyon kanalı zaten hak getire! Devletin Anadolu Ajansı bile bu duruşmaya başlangıçta haber değeri atfetmemişti ki...
Duruşmalar ilerledikçe, mahkemede yaşananları Hürriyet ve diğer Doğan Grubu gazeteleri yazmaya başlayınca, ilk günlerde ortalıkta gözükmeyen malum gazetelerin muhabirleri artık duruşmalara akın akın gelmeye başladılar...
Oysa Hürriyet görmeseydi olayı, bunların hiçbirisi duruşmaları belki haber yapmayacaktı ya da sıradan bir dava duruşması gibi çok küçük vereceklerdi. Gerçekten olaya haber değeri yükleselerdi veya görülmemesi yönünde talimat almamış olsalardı ilk gün orada olurlardı zaten, değil mi?
Zannediyorum ki, son satırı yazınca mesele iyice anlaşılmıştır…
Adım adım gidince şifreler ne güzel de çözülüyor. Tayyip Erdoğan’ın Aydın Doğan’a öfkesinin tek ve asıl belirleyici sebebi kurduğu/kurdurduğu kumpası bozmuş olmasıdır…
****
Öte yandan davanın ana bölümü sonuçlanmış olmasına ve yeni 16 zanlı hakkında soruşturmanın sürmesine rağmen, Alman yargısına pek müdahale edemeyeceğini anlayan AKP Hükümeti ve Tayyip Erdoğan, şimdi başka arayışlar içine girmiş durumda…
Nedir bunlar?
Gördüler ki artık Frankfurt Yüksek Ceza Mahkemesi’nin salonlarından ortalığa yayılanlara fazla bir müdahale imkânı ellerinde yok. Frankfurt Savcılığı’nın elindeki soruşturma dosyasının ise içeriğini bile bilmiyorlar henüz… O nedenle, “Nasıl olsa Almanlara müdahale edemiyoruz, hiç olmazsa aleyhimize ortaya çıkacak başka bilgi-belge ve itiraf kanallarını tıkayalım…”
Yani Jetpa, Kombassan, Yimpaş gibi şirketlerde çalışmış, hasbelkader veya aynı yolun yolcuları oldukları için Deniz Feneri e.V. ile uzak veya yakından ilişkileri olmuş Türklere baskılar başladı şimdi. Artık mahkeme, duruşmalar ve olası yeni soruşturmalar önemli ölçüde kendi doğal seyrine bırakılmış vaziyette…
Bunu nereden mi biliyoruz?
Ne de olsa serde gazetecilik var. Hep araştırıyoruz; etrafımızda, dünyada neler olup bittiğini merak ediyoruz. Geçenlerde bir tesadüf sonucu, 1994’te tanıştığım ve o zamanlar ailecek görüştüğümüz çok samimi olduğum bir arkadaşımla, 10 yıl gibi uzun bir aradan sonra tekrar telefonlaşma fırsatı buldum. Söz dönüp dolaştı güncel konulara geldi. Başbakan-Aydın Doğan düellosu bizim de ana gündem maddemiz oldu. Daha önce başka bir işte çalışan bu arkadaşım, Jetpa kapanana kadar Frankfurt merkezinde üst düzey yönetici olarak çalışmış, eskisi gibi görüşme fırsatı bulamadığımız bu geçen zaman zarfında. Oysa ben bunu bilmiyordum. Öğrenince merakım daha da arttı.
Sohbet ilerledikçe, “Hah” dedim içimden kendi kendime, “tam merkezine düştük…” Tabii hemen bu sözünün arkasından meseleyi biraz deşince; arkadaşım çok şey bildiğini, bunları da internette filan takma isimlerle yazıp çizdiğini söyledi. Merakım epey kabarmıştı. Şakacıktan ağzımdan “Gel şu bilgileri, varsa belgeleri paraya çevirelim seninle” sözleri döküldü. Ben şaka söyledim ama o bunu ciddiye aldı. Ben de artık "ciddi ciddi devam edeyim, bakalım neler yumurtlayacak arkadaş“ diye düşündüm.
Bu şakadan teklifim üzerine, arkadaşımın ağzı bir karış açılmış olmalı ama telefonla görüştüğümüzden bunu göremedim. Fakat arkasından “Elimde bomba gibi bilgi ve belgeler var. Adamı ipe götürecek cinsten” dedi. Bu sefer de küçük dilini yutma sırası bendeydi. “O zaman gel bir yerde buluşalım, bunları nasıl değerlendireceğimizi ayrıntılı bir şekilde ele alırız” önerisini yaptım. Ardından söz aldı; “Ben arşivimi biraz daha karıştırayım. Hem biraz da düşünüp taşınayım, çünkü bu itiraflar bana pahalıya patlayabilir. Hayati tehlike bile söz konusu olabilir. Birkaç gün içinde ben kesin seni ararım; bir yerde buluşuruz” diyerek telefonu kapattı.
Yaptığım şaka ciddiye alınınca doğal olarak ben yerimde duramadım. Akşamı zor ettim. Akşamleyin “Madem elini çabuk tut. Ortalık yatışmadan bu bilgi-belgeleri değerlendirelim” şeklinde bir mesaj daha gönderdim cep telefonuna. Çok geçmeden cevabı geldi. Şok olmuştum. Daha sabah bu yolla büyük paralar kazanma hayalleri kuran bu arkadaş, “Ben kendi işimle gücümle meşgulüm. Beni karıştırma bu işlere…” karşılığını gönderdi.
Belli ki, benimle konuştuktan sonra, serbest gazeteci olduğumu bildiğinden hemen bir yerlere, birilerine danışmış, sorup soruşturmuş… Bunun üstüne benim, “Korkulacak bir şey yok. İsmin kesinlikle gizli tutulur zaten sen bildiklerini bir yerlere para karşılığı versen veya bir gazeteye konuşsan bile…” şeklindeki cevabi mesajıma uzun süre bir yanıt daha bekledim ama boşunaymış bu bekleyiş... Arkadaşım sessizliğe büründü zira. Cebini de sayısız defalar aradıysam da çoktan kapatmıştı!
****
Başımdan geçen bu olay nasıl yorumlanabilir? Bana kalırsa, arkadaşı susturdular. Büyük tehditler aldı ki, elindeki bilgi ve belgeleri benimle paylaşmaktan “vebadan kaçar” gibi kaçtı. “Karakolda doğru söyleyen mahkemede şaşarmış!” Sabah konuşmaya ve elindeki bilgi-belgeyi pazarlamaya hazır olan bu arkadaş akşam “Dut yemiş bülbüle döndü!”
Acaba neden? Başka türlü soralım, susturulan, tehdit edilen sadece bu arkadaş mı Jetpa’nın üst düzey bir yöneticisi olarak? Konuşmama kararını acaba kendi kendine mi aldı? Yoksa Jetpa, Kombassan, Yimpaş gibi şirketlerin Almanya’da para toplama faaliyetlerini üst düzeyde organize eden, bu işlemleri kayıt altına alan herkes; yüklü miktardaki para ve mücevheratın taşınmasında kurye olarak kullanılanlar “ağızlarını tutmaları” konusunda uyarıldı mı? Bu kuruluşların yönetim kademelerinde çalışmış tüm kişiler arkadaşıma yapıldığı türden, tehditlere mi maruz kalıyorlar acaba? Benim arkadaşımla aramızdaki yaşananlardan edindiğim çok kuvvetli izlenim ve eğilim ikinci seçeneğin daha güçlü olduğu yönünde…
Başka bir ihtimal de şu: Jetpa, Yimpaş, Kombassan ve Deniz Feneri çevresinde üst düzey görevler almış, ya da yönetimde bir görevi olmasa bile buralarda çalışanların yakınında bulunmuş ve önemli sırlara vakıf olmuş kişiler ile adı geçen şirketlerin avukatlığını yapmış olanlara sadece baskı yapılmıyor; bunlar bir şekilde ödüllendiriliyorda olabilir…
Jetpacı arkadaşım gibilere, "Sen bırak bu işleri. Bildiklerini Aydın Doğan’ın yayın organlarına filan pazarlamaya kalkma! Hem Aydın Doğan, Uzanlar gibi batabilirde... Sonra sen de ‘sap gibi’ ortada kalırsın! AKP tek başına iktidarda. Biz sana daha fazla para, makam-mevki verelim. Gel sus" denildiği de söylenebilir...
Buradaki iddialar kuru bir varsayımdan ibaret değil… Nitekim Jetpacı arkadaşıma cepten bir daha ulaşamasam da, biraz ben de hile-i şeriyeye kaçarak, ilerleyen günlerde ev telefonuyla onunla tekrar konuşmayı başardım. Arkadaşım "Beni kesinlikle bu işlere karıştırma. Biz seninle arkadaşız. Zaten ben Jetpa’da az bir süre çalıştım. Sana Jetpa, Kombassan ve Yimpaş’ın bazı davalarında avukatlık yapmış iki avukat ve muhasebe şefi olarak görev almış bir kişinin telefonlarını vereceğim. Numaralarını benden aldığını kesinlikle söyleme. Bu adamlar çok şeyler biliyorlar, ellerinde çok sayıda bilgi-belge mevcut. İşin içinde para oldu mu da hemen 'öter’ bunlar“ dedi.
Derhal harekete geçtim. Her üçünün de telefonlarını defalarca çaldırmama rağmen kimse açmadı. Çoğu zaman da meşgule aldılar veya telefonlarını kapattılar. Bazılarının da sekreterleri adımı söyler söylemez, "Beyefendi, az önce çıktı. Almanya’da değil şu anda“ gibi bahanelerle beni bir türlü görüştürmediler. Zannediyorum ki, arkadaşım hem bana telefon numaralarını verip, hem de bu kişileri durumdan haberdar etmiş olmalı…
Belki de bunlar aralarında bir ittifak oluşturup, Türkiye’deki Deniz Feneri Derneği veya daha önce çalıştıkları İslamcı holdingler üzerinden hükümet çevrelerine ulaşıp, "Aleyhinizde bilgi-belge toplanıyor, size muhalif gazetelere önemli itiraflar yapacak içimizden birileri aranıyor. Bize de geldiler, hemen reddettik. Yapar mıyız bunu? Ancak bizleri bir biçimde korumazsanız, yüksek miktardaki para teklifleriyle yanlarına çekecekler. Onlar yerine siz, bizi ‚görün ki’, yaşanan bu badireyi daha hafif sıyrıklarla atlatabilesiniz“ demişler olabilir. Benim arkadaşımla son görüşmem ve sonrasındaki yaşananlardan çıkardığım sonuç bu şekilde…
Çünkü eski Jetpacı arkadaşım Almanya'daki anılan tüm bu çevreleri yakından tanıyor, çoğuyla ilişkileri devam ediyor. Özetle o yabana atılacak ve istisna kabilinden sayılabilecek sıradan biri değil ve daha önemlisi dikkate alınması gereken bir temsil gücü var. Çünkü kendisi aksini iddia etse de yıllarca Fazıl Akgündüz’ün Jetpa’sının Almanya faaliyetleri içinde yer almış. Avrupa şirket merkezi İsviçre ile İstanbul ve Frankfurt arasında durmadan mekik dokumuş biri. Bu işlerin, bu çevrelerin çiğerini biliyor konuştuğumuz ve benim başka kaynaklardan da teyit ettirdiğim kadarıyla…
Sözün özü Deniz Feneri skandalının patlak verdiği Almanya’da son günlerde yaşanan yukarıdaki türden yeni kuşkular, soru işaretleri ve arayışlar hiçte bir çırpıda kenara atılacak cinsten değil…
Hadi hayırlısı, bundan sonra neler olur pek bilinmez! Dedik ya, Pandoranın kutusu bir kez açılmaya görsün…
Bu kutu da Doğan Medya Grubu tarafından açıldığına göre, kabağın birilerinin başında patlaması kesin gibi… Sakın kabak hükümetin başında patlamasın? Bunu bilecek kâhin değiliz. Bize meselenin bu yönü biraz karanlıkta olsa, yine de öyle anlaşılıyor ki, bu Deniz Feneri skandalı Başbakan Erdoğan’a çok pahalıya mal olacağa benziyor. Ama şurası kesin, bundan böyle her yeni güne merkez üssü Deniz Feneri-Kanal 7-Başbakan Erdoğan olan çok şiddetli artçı sarsıntılarla uyanacağız…
Deniz Feneri davasının Almanya ayağı ek bazı soruşturma ve davalar devam etse de önemli ölçüde sonuçlandı denilebilir. Şimdi top Türkiye’de, daha doğrusu Başbakan Tayyip Erdoğan’da... Göreceğiz bakalım, topu “taca” mı atacak yoksa hedef “gol” mü diyecek?
----- o O o -----
Frankfurt, 21 Eylül 2008
*Demirtaş; Serbest Gazeteci-Yazar/Frankfurt-Almanya
KAYNAK : Alevi.com
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.