Ölümsüz Bir Destanın Adı:  Köy Enstitüleri

Ölümsüz Bir Destanın Adı: Köy Enstitüleri

Ölümsüz Bir Destanın Adı:  Köy EnstitüleriFehmi SALIKO ocakta pişen bizler, aradan bunca yıl geçmesine karşın, aldığımız eğitim gereği birbirimizi...

A+A-

Ölümsüz Bir Destanın Adı:  Köy EnstitüleriÖlümsüz Bir Destanın Adı:  Köy Enstitüleri

Fehmi SALIK

O ocakta pişen bizler, aradan bunca yıl geçmesine karşın, aldığımız eğitim gereği birbirimizi arar/bulur; hal/hatır sorar; edindiğimiz o  “imece” ruhuyla, bir  “dayanışma” ortamının sürekliliğini sağlamaya çalışırız.

Ülkemizde çok az kurumlarda böylesi bir dayanışma örneği görülebilir. Bu sıkı bağlılığı, köklü bir kurum olan Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin eski adı olan Mülkiye’de de görmek mümkün. Bu kurumda öğrenim görenler,  “Önce Mülkiyeli, sonra Türkiyeli”  sloganını, tıpkı bir rozet gibi üzerlerinde taşımışlardır hep.

Köy Enstitüleri, sadece bir öğrenim yerleşkesi değil, aynı zamanda çağdaş bir aile yuvasıydı. Bu kurumlarda “müdür/öğretmen/ öğrenci ilişkisi”, bir  “anne/baba/ evlat”  anlayışı içindeydi. Yaşamı çok kısa süren bu kurumlardan, on binleri aşan gerçek  “eğitim erleri” , ülkenin değişik bölgelerine tıpkı Güneşin ışınları gibi yayıldı. Karanlığı aydınlatacaktı onlar; uygarlık tohumunu serpip, cehaletin köküne kibrit suyu dökeceklerdi.

Ne yazık ki bu  “aydınlanma süreci” , öyle uzun sürmedi pek. Karanlıkçılar, ellerini çabuk tutup bilenmiş kılıçlarını çektiler hemen; kısa bir sürede amaçlarına da ulaştılar.

Bu ocaktan yetişenler, birbirlerine tepeden bakmadılar öyle; birbirlerine omuz verdiler; paylaşımcı oldular.

Enstitülerde bir üst sınıfta bulunan, bir sonraki sınıfta olanın ağabeyiydi. Öğrencilikte kazanılan bu terbiye, yaşamın her evresinde de kesintisiz sürüp gitti.

Köyümüzü / köylümüzü aydınlatmaya çalışan bu  “gerçek eğitim erleri”, köyümüzün / köylümüzün romanını, şiirini, öyküsünü de dile getirmekten geri kalmadılar. Gerçek köyümüzü / köylümüzü, onlar tanıttı bize;  “ak”ı  “kara”dan ayırmamızı onlar belletti. Bir Fakir Baykurt, bir Mahmut Makal, bir Talip Apaydın, bir Başaran, ellerinde tuttukları o “dupduru”  “edebiyat aynası”nda köyümüzü/köylümüzü olduğu gibi bizlere yansıttılar. Onların ardılları olan bizler de boş durmadık. Çıkarımızın peşinde koşmadık. Birahanelerde kadeh kaldırmadık. Kişisel aşklarımız üstüne şiirler okumadık. Havanda su dövmedik. Toplumun derdini dert edindik kendimize. Bugün bile 80’ine merdiven dayamış ağabeylerimiz/ablalarımız, yetiştikleri bu ocak hakkında anılarını/izlenimlerini, düşüncelerini dile getirmeye çalışıyor. Bu  “gerçek aydınlar” dan bir ağabeyim, gün ışığına çıkarmaya çalıştığı bir yapıtı için benden de bir yazı istedi. Kendimi bileliden bu yana her 17 Nisan da, bu kutsal bildiğim kurumlar üstüne bir şeyler yazarım. Tutup ona bu yazılarımdan birini gönderdim. Gönderdiğim o yazıyı, sizinle paylaşmak istiyorum:

KÖY ENSTİTÜLERİ OLGUSU

Köy Enstitüleri’nin belirginleşmesi, 1936 ‘da çıkarılan 3238 sayılı yasayla başlamış ve iki tane  “Köy Öğretmen Okulu ile  Eğitmen Kursu”  açılmıştır. Bu sayı 1940’ ta 14’e çıkmış ve aynı yıl, 17 Nisan da çıkarılan 3803 sayılı yasayla adları  “Köy Enstitüleri”  olmuştur. Süreç içinde bu sayı, 21’ e ulaşmıştır.

Köy Enstitüleri, yoksul köylü çocuklarının, karanlıktan kurtulup ışığa çıktıkları gündür. Ne yazık ki bu ışık, karanlığı seven güçler tarafından çabuk söndürüldü.

Köy Enstitüleri’yle İmam Hatip okulları, bir yönüyle birbirine çok benzer: İkisinin de öğrencileri, yoksul halk çocuklarıdır. Enstitülere o gün köylü çocukları alınıyordu, (sonraları kentli de araya katıldı) İmam Hatip okullarına da bugün yoksul köylü çocuklarıyla kent varoşlarında yaşamaya çalışan yine o kökenli halk çocukları alınmaktadır. Hiçbir varsılın çocuğu, İmam Hatip okullarının yerini bilmez. Böylelerinin çocukları, ulusal sınırlarımızın dışında okurlar hep.

Enstitülerle İmam Hatip okulları arasında büyük ayrım vardır. Bir eğitimcimizin deyişiyle işe koyulayım:

“Enstitüler, devrimin, eğitime uygulama alanıydı; ulus gerçeklerine, yurt gereksinimine göre öğretmen, tarımcı, sağlıkçı, ebe, yönetici gibi inançlı, güvenilir elemanların yetiştiği kutsal bir kaynaktı. Böyle bir kaynak, köyde ağanın, kentte patronun işine gelmezdi. Köy çocuklarının uyanması, onların ağalıklarını, patronluklarını, varsıllıklarını, makamlarını silip süpürecekti..”

İmam Hatip okulları ise, uhrevi bir yaşam yanlısı olanların  “ön karakolu” , “tetikçileri” olarak kullanılıyor bugün.

Enstitüler, bu dünyayı, bu dünyanın sorunlarını konu olarak ele aldılar; İmam Hatipliler ise, görünmez bir dünyanın  “cenneti ve cehennemi”yle uğraşıyorlar. Enstitülerin amacı, “üretkenlik” ti; İmam Hatiplerinse nakliyecilik. Enstitülerin yönü geleceğe bakıyordu; İmam Hatip okullarınınsa geriye dönük. Enstitüler, “onurlu bir  ulus , onurlu bir  halk”  olabilmenin çabası içindelerdi; İmam Hatipliler ise  “ümmet”te direniyorlar. Enstitülerin dili bizimdi; İmam Hatip Okullarınınsa Arap’ın…

Köy Enstitüleri girişimi, bir efsane değil, bir destandı. Bu destanın kâğıdı, ülkenin tüm toprağıydı; kahramanları, yoksul köylü çocuklarıydı; yazarları, en güzel gözlü, onurlu, başı dik Ulusal Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel’le Silistre’nin Totrakan kasabasına bağlı Tataratmaca Köyü’nden İsmail Hakkı Tonguç’tu.

Hele şu işe bak sen: Silistre’den kalk, Diyarbakır’a gel, kolları sıva, olanca gücünle vur kazmayı toprağa. Toprak gönensin, kıvansın. Dağ taşlıktan, ova çöllükten kurtulsun. Dikenin yerini gül, çalınınkini badem alsın. Hasso Hasan, Zeyno Zeynep olsun. Horonlar oynansın, halaylar çekilsin; eğitimin kutsallığı yazılsın Hoşot Ovası’na; görkemli ak yapılar yükselsin göklere doğru…

Ne hoş adammışsın sen İsmail Hakkı Tonguç; ne güzel adammışsın. Ne ayrımcılık varmış sende, ne bölücülük. Hele düşünün bir: Silistre nere, Diyarbakır nere…

Bu Tataratmacalı uzun boylu sarışın adamın kazması, yurt toprağına değmeden önce, köylerimizin ve köylümüzün yöresi kapkaranlıktı. Onlar için gül kokmaz, bülbül ötmezdi. Ayaklar yalın, eller birer yaba görünümündeydi. Parmaklar birer tosbağa başına benzerdi. Toprağı avuçlayan, işleyen bu parmaklardı. Toprak, onların olmadı hiçbir zaman. Oysa toprakla dost, toprakla koyun koyunaydılar. Görevleri belliydi bu insanların; görevleri, sadece  “ağa”ya hizmet etmekti. Okuma/yazma, lise, üniversite “Kafdağı”nın ardındaydı.

Bu Tataratmacalı’nın düdüğü, kısa bir süre de olsa, köylümüzü uyandırdı. Düdük, sadece köylüyü değil, egemen gücü de etkiledi. Tez elden düdüğe el kondu; düdüğü çalan ağız, bantlandı.

Eğer Enstitülerin temeline kibrit suyu dökülmeseydi, bugün böylesine bir çıkmaza saplanıp kalmayacaktık. Ülkemizde buncasına insan kanı akmayacaktı. Toprak topraklıktan, insan insanlıktan çıkmayacaktı. Denizlerimize kıyılmayacak, ormanlarımız alev almayacaktı. Dogmalardan, bağnazlıktan, kulluktan uzak kalacaktık. Konuşmasız, tartışmasız, eleştirisiz bir dünyanın, sadece hayvanlara özgü olacağını ulusça kavrayacaktık. Egemen güç, bunu çok gördü bize; yol yakınken hemen dikeldi tepemize; çıkardı salyalı dilini; vurdu o kutsal yapıların kapısına paslı kilidini…

Düşünmeye başlamış, düşünmeyi öğrenmiştik çünkü. Oysa egemen gücün işine gelmezdi bu. O, daima tepede buyurgan olacaktı; köyde  “ağa”lığını, kentte “patron”luğunu sürdürecekti.  “Alttakiler”in, düşünmeye hakları yoktu.

İşte Tataratmacalı İsmail Hakkı Tonguç, bu  “alttakiler” in de insan olduklarını, onların da haklarının, onurlarının bulunduğunu dile getiriyor ve bu insanların kurtuluşunu, bu kutsal ocakların varlığına bağlıyordu. Ne acıdır ki o gün ona düşman gözüyle bakanlar, bugün bu büyük eğitimciye hak vermek zorunda kalıyorlar.

Bu yuvaların havasını ciğerlerine çekenler, yaşamları boyunca, Tataratmacalı’ya hep  “baba”  dediler. Öyle yalancı ve yapmacık babalardan değildi o. O büyük adam, yoksul köylü çocuklarının gerçek babası olmuştu. Köy Enstitüsü çıkışlılar, ona “ baba”  demekten büyük haz duydular.

Enstitülerin kapanışının üstünden bunca yıl geçti; o gün altta kalanlar, bugün yine alttadırlar. İzlenen bu çarpık eğitimle ne köylümüz kalkındı, ne kentlimiz.

Ben bir Diyarbakırlı olarak, Silistre’nin Totrakan kasabasına bağlı Tataratmacalı İsmail Hakkı Tonguç’u ve “en güzel gözlü maarif müfettişi”  (Bu tanım, Can Yücel’indir.) Hasan Ali Yücel’i, eğitim alanında birer kurtarıcı olarak görüyorum. Onların resimlerini, bedeninden indiğim öz babamınkiyle başımın üstünde taşıyorum hep. Onlar birer şimendiferciydiler; kara geceye vurmuştu trenleri ülkenin yollarında. İçi ışıl ışıldı bu trenin. Toprak, bu ışığı bekliyordu; gök, bu ışığı bekliyordu; tüm ülke, bu ışığı bekliyordu. O trenin düdüğüydü bizi uyandıran; o trenin ışığıydı bizi aydınlatan; o trenin sıcağıydı bizi ısıtan. Şöyle bir düşünüyorum da: şimendifercilerin alnı açık, duruşları dik, yapıları tunç. Öyleyse onları nasıl okumam, onları nasıl anlatmam, onları nasıl yazmam? Kim mi onlar? Biri Hasan Ali Yücel, biri İsmail Hakkı Tonguç.

Enstitülerin işlevinden, üretiminden rahatsız olanlar, sadece  “ağa”lar mıydı? Elbette hayır. Karşı çıkanları, dört kümede topluyorum ben:

Birinciler: Bunlar, bilimsel yöntemlerle tartışma açarak eğitim alanında eleştiri dile getirenlerdir; enstitülerin, o günkü koşullarda, resmi ideolojinin köylere taşınmasında, yansıtılmasında buradan yetişenleri, birer aracı olarak görüyorlardı. Onlara göre köydeki muhtar, eğitimsizliği/dili nedeniyle, devleti temsil etmeye, yalnız başına yetmiyordu. Resmi ideolojinin yaşaması/sürmesi için, devletin bir  “yandaş” a gereksinimi vardı. Kemal Tahir’in  “Bozkırdaki Çekirdek”  adlı yapıtında bu  “karşı duruş” u görmek mümkündür. Sonra Fakir Baykurt’la, Attila İlhan’ın 1971’de  “köy/kent”  roman tartışmasını, anımsayabiliriz. Bu tür düşünce üretenlere, eleştiri getirenlere saygı duyulur ancak.

İkinciler: Bu kümede yer alanlar, bu kurumların yüzü suyu hürmetine elleri ekmeğe kavuşanlardır. Beş ya da altı yıl, bu ocaklarda ziftlendikten sonra, bu kurumların kapatılmasını bir bayram olarak kabul edip, zil çalıp oynayan nankörlerdir. Adlarını vermeme gerek yok bu zavallıların.

Üçüncüler: Bunlar,  “ikinciler” i birer robot, birer maşa gibi kullanan, enstitülerin ak duvarlarına on parmaklarıyla kara çalan hinoğluhinlerdir. Yeni kuşakla gelecek kuşağın, bu adları bilmelerinde yarar vardır: Yücel Hacaloğlu’ndan tutun, Prof. Mümtaz Turhan’a; Ali Uygur’dan, Aclan Sayılgan’a; Kadircan Kaflı’dan, Bedri Alogan’a; İlhan Darendelioğlu’ ndan, A. Okçuoğlu’na varıncaya dek gri renkli bu kurtların ulumalarını, çok yakından işitmişizdir. Bunlara süreç içinde yetkili ağızlarca gerekli yanıtlar verilmiştir.

Köy Enstitüleri'ne en büyük darbe, bana göre dördüncü sırada bulunanlar tarafından indirilmiştir. Bizim için en acılısı da budur. Bunlar, ağa kökenli milletvekillerinin baskısı sonucu, bindikleri dalları kesmişler; doğurdukları bebeği, öz elleriyle boğmuşlardır. Bunların kimler olduklarını, aşağıda adlarını sıraladığım yapıtlardan öğrenebilirsiniz.

Yazımı, H. Avni Tatar ağabeyimin, o güzel şiirinin son bölümcesiyle bağlamak istiyorum:

“Taçları tepelemiş kahramanlar ilinde/ Ahır köşelerine sokulmuş fen göreyim/ Anamı mektup yazar, bacımı tahsilinde/ Babamı motor sürer, yavrumu şen göreyim/ Geçmişim görmedi, ne olur ben göreyim”

Köy Enstitüleri’yle ilgili birkaç yapıt:

1) Köy Enstitüleri Özel Sayısı - Yeni Toplum Dergisi

2) Köy Enstitüleri- Şevket Gedikoğlu

3) Köy Enstitülü Yazarlar / Ozanlar - Mehmet Bayrak

4) O Yıllar Dile Gelseydi - Mehmet Cimi

5) Neden Köy Enstitüleri Değil- Yücel Hacaloğlu (Karşı görüşler)

Fehmi SALIK

Alevi Haber – 17 Nisan 2011

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.