Nihat Genç: 'Mahalle baskısı değil, ideolojik baskı'
Mesela bir Alevi yurttaş her soruyu sorabiliyor bu gün. “benim inançlarım diyanette neden temsil edilmiyor?” diyebiliyor. Ama bunu yaparken...
Mesela bir Alevi yurttaş her soruyu sorabiliyor bu gün. “benim inançlarım diyanette neden temsil edilmiyor?” diyebiliyor. Ama bunu yaparken çok büyük bir iş yapıyor; bu soruyu sorarken kalkıp meclisi taşlamıyor, kimsenin gırtlağını sıkmıyor, adam da öldürmüyor. Bunu siyasi olgunlukla, fikirle dile getiriyor. Siyasi olgunluk her şeydir. Eğer sen muarızlarına yani %47’ye bu siyasi olgunlukla cevap verirsen onlar da sana anayasayı düzenlerken “senin kızının başı neden açık kardeşim?” diye sert davranamaz. Bir ortalama tutturabiliriz. Toplumlar bulmaca gibi değildir. Yani çözdük bitti diyemeyiz.
Nihat Genç kimilerine göre Türkiye’nin tek gerçek muhalifi. Serdar Turgut onu Akşam’a transfer ettiği dönemde bu cümlelerle duyurmuştu okurlarına. Sonraları Genç’in bu muhalif tavrıyla kendisi de karşı karşıya kalmıştı.
Bir grup entellektüele göreyse Nihat Genç tahammül edilemez ölçüde saldırgan bir üsluba sahip.
Son üç yıldır Türkiye’nin siyasi ve sosyolojik yapısı hakkındaki çarpıcı tahlilleriyle sıklıkla tartışılan yazar Nihat Genç, televizyon ekranlarından ulaştığı milyonların gözünde adeta bir edebiyat starı. Onu Leman’da tanıyıp seven binlerce genç okur içinse hala yazılarını bekledikleri ‘Nihat abi’, nam-ı diğer yerli Dostoyevski... Yolda önünü kesen öğrenciler, kadınlar, işçiler; her sınıftan insanla kurduğu samimi iletişim, onun geniş kitleler tarafından bu denli sevilmesinin tesadüf olmadığını gösteriyor.
Nihat Genç’le uzun bir aradan sonra seçim sonuçlarını ve gündemin son tartışmalarını değerlendirdik. “Fethullah Gülen Hocanın teşkilatlanma şeklini, cemaatleşme biçimini ciddi bir endişe olarak görüyorum.” diyen Nihat Genç, mahalle baskısı kavramının yerine asıl bu noktaya dikkat çekiyor ve ekliyor: “Türkiye’de cemaatlerin oluşturduğu ideolojik baskı var!” Anayasa tartışmaları ve toplumdaki laik- şeriat kamplaşmasının yarattığı gerginliğin azaltılması için Tayyip Erdoğan’ın bu çoğunluğu iyi okuması gerektiğinin altını çizen Genç’e göre Türkiye bu tartışmaları daha uzun süre yaşayacak.
İşte Nihat Genç’in gözünden farklı bir Türkiye fotoğrafı...Genç ile Açık Gazete'den Yusuf Yavuz söyleşti...
- Öncelikle 22 Temmuz seçimlerinin sonuçları ve yarattığı şaşkınlıkla başlayalım isterseniz. Bu konuda bir “kabullenmeme” eğilimi gözleniyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu sonucu?
- Yüzde 47’lik bir sonuçla AKP yeniden iktidara geldi. Bu sonucu çok iyi gözlemlememiz gerekiyor. ben Türkiye halkına güveniyorum. Daha önceki seçimlerin sonuçlarına nasıl tahammül edip iyi niyetle bakmışsak, bu sonuca da iyi niyetle bakmamız gerekiyor. Türkiye halkının % 47’sinin kötü niyetli olacağına, kötü düşünceler taşıyacağına asla inanmıyorum. Çünkü bu zaten çoğunluktur. Çoğunluk da senin benim gibi kültür okumuştur, tarih okumuştur; bir şeyler hissedip sezmiştir. Bu % 47’yle iyi konuşmanın, iyi anlaşmanın yollarını aramak ve ülkeyi bir arada; şiddetten uzak tutmak için birbirimizin fikir ve düşüncelerini çok iyi çözümlememiz gerekiyor. Benim bu sonuçtan anladığım budur.
- Seçim sonuçlarını farklı okuyan, farklı yorumlayan ve siyaseten iktidara angaje olmuş bir kesim de var Türkiye’de. Sizin daha bütünleştirici ve bir aradalığı vurgulayan bakışınızla nasıl görünüyor bu tablo?
-Çoğunluk kötü olamaz bana göre. Çoğunluk kötü niyetli olamaz. Eğer böyle bir şey olursa, bunu düşünmek bile ülkede büyük bir iç savaşın kapısını aralamak anlamına gelir. Ya da çok marjinalsiniz ve ülkedeki çoğunluğun düşüncelerini ve siyasi eğilimlerini bilmiyorsunuz demektir. Bu da seni büyük iç çatışmalara ve trajedilere hazırlar. Aydınlara düşen görev, çoğunluğun yani demokratik kurallarla ve iktidara gelen çoğunluğun arka planını hem iyi anlamak hem de onlarla makul çerçevede uzlaşmanın yollarını aramaktır. Kişisel olarak bu çoğunluğun Tayyip Erdoğan Bey’den üniter devlet yapımıza sahip çıkmasını, ülkemizin soyulmasına karşı çıkmasını ve daha iyi bir ülke özleminin sahibi olunmasını beklediğini düşünüyorum. Çoğunluk bunu söylüyor. Çoğunluk ülkeyi satalım, Amerikalılar gelsin, azınlıkların, AB’nin dediği olsun düşüncesinde değil. AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın da bu çoğunluğu iyi okuması lazım. Çünkü bu çoğunluğu arakasına alan insanların siyasi liderlikleri sınanacaktır. Şöyle sınanacak; bu insanlar gerçekten büyük lider olmak istiyorlarsa Türkiye’nin geneline iyiliksever ve adil davranmak zorundalar. Yoksa sen %47 oy alıyorsun ve gidiyorsun % 2 oy almış marjinal bir parti gibi davranıyorsun. Diyelim ki 301 kaldırılsın, Avrupa ne diyorsa o olsun gibi bir tavır alıyorsun. O zaman % 47’lik bir oy almışsın ama bunu yönetecek bir lider değilsin. Marjinal bir lidersin. Yani İslamcı ideolojilerden kalma hastalıkların var demektir. Ben İslamcıların muhafazakarlığa doğru evrildiğini düşünüyorum. Ve eski ideolojik beklentilerinden uzaklaştıklarını, Türkiye’nin geneline sahip çıkacaklarını düşünüyorum. Ancak, bu tartışmalar sürecinde herkes gibi ben de endişeler taşıyorum. Zaten siyasetin bizzat kendisi endişedir.
- Tam bu noktada son bir haftadır yaşanan tartışmalara gelmek istiyorum. Türkiye’de Körfez ülkeleri; Dubai- Bahreyn fonlu görüntülerin yaşanmaya başladığı endişeleri hakim. Örneğin Çetinkaya mağazalarının Adana’daki şubelerinden birine Arapça tabela asması, petrol zengini Arap ülkelerindeki gibi bir sosyalleşmenin başlaması ve bunun toplumun geneline hakim kılınma endişesi ya da toplumun bir kesimi tarafından böyle algılanan bir sürecin ortaya çıkması... Bu yapının özellikle seçim zaferi sonrasında biraz daha koyulaşmasına ne diyeceksiniz?
- Ben Arap ülkeleriyle kurulan ilişkilerin; özellikle körfez ülkeleriyle olanları iki türlü değerlendiriyorum. Bir tanesi şu; çok tuhaf bir gelişme yaşandı; Ahmedinejad gibi Suudların baş düşmanı sayılabilecek olan bir lider gidip Suudlarla anlaşmalar, görüşmeler yaptı. Sanki dipte Amerika’ya karşı bir kırılma var. Ya da karşı bir cephe oluşuyor izlenimi edindim. Dubai ya da Suud sermayesinin Türkiye’nin çok kritik zamanlarında yani ekonomik krizler, borsanın çökmesi gibi zamanlarda sanki Türkiye’yi finanse edeceğine dair izlenimler ediniyorum. Kemal Unakıtan’ın bir açıklamasında aynen şunu dedi: “ eskiden anayasa kitapçığı fırlatılınca ekonomi krize girerdi, şimdi ansiklopedi de atsan bir şey olmaz...” Yani sanki bunlar Suudi sermayesiyle anlaşmışlar ve oradan gerektiği zaman para alabilirler gibi bir intiba oluştu bende. Ancak hem Suudlar hem de körfez ülkeleri medeniyet bilmez. Kültür hiç bilmez. Bunlar benzin istasyonu gibi çok zengin ancak estetikten, sanattan bihaber insanlardır. Bu insanların küreselleşmenin açtığı kapılarla ülkemize gelip yatırımlar yapması karşısında milli endişelerimiz var. Amerika nasıl limanlarının Arap sermayesinin eline geçmesine izin vermedi, milli güvenlik endişesiyle karşı çıktı. Bu sorunlar kongreye getirildi ve limanlar satılamadı. Bizde de benzer endişeler var. Ancak bizdeki endişelerin şu yanına katılıyorum; bu körfez ülkelerinden gelen sermaye estetik dışı, biraz da kentlerimizi, kültürümüzü mahveden çirkinleştiren bir içerik taşıyor. Hantal bir yapı kazandırıyor. Ancak biz hinterlandımıza ekonomik olarak, turizm olarak ve kültür olarak açılmalıyız. Bu konuda bu adamlar koyu İslamcıdır, bunlar çok kadınla evlenir gibi takıntıları aşmalıyız. Çünkü ben Türkiye’de AKP’ye oy veren %47’nin, CHP’ye ve diğer partilere oy verenlerin çok geniş olduklarını, bir imparatorluğun çocukları olduklarını, yüz yıldır bu cumhuriyeti koruduklarını ve bunların böyle çok basit siyasi ve diplomatik ilişkilerden rahatsız olmayacaklarına inanıyorum. Şüphesiz körfezden gelen yatırımların Türkiye’de küreselleşmenin getirdiği olanaklarla yatırım, teşvik, istihdam, vergi, arazi alıp satma gibi ekonomik ilişkilerinde hukuki çerçevede çalışmasına dikkat etmeliyiz. Ancak bazı çevrelerin Suudlardan ve Arap ülkelerinden ne gelirse karşı çıkan tavrında değilim ben.
- Bu konuda Türkiye’de özellikle de aydınlar arasında bir önyargı olduğunu söyleyebilir miyiz?
- Peşin fikirlilik var kesinlikle. Ben Ortadoğu’da bir çok ülkenin bizim ağzımızın içine baktığını düşünüyorum; Mısır’ın, Suriye’nin... Bunun bize tabii olacak boyutta olduğunu söylemiyorum ama bize kapılarını çok kolay açıyorlar. Bizimle ticari, kültürel ilişkilere giriyorlar. Çok karışıyorlar.
- Uzun zamandır çok da bakılmayan bir coğrafya oysa değil mi?
- Tabii. Soğuk savaş döneminde farklı kutuplarda yer alıyorduk bu ülkelerle. Ancak şimdi Allah önümüze bir şans koydu. Bu şansı, bir zamanlar ailemiz olan bu coğrafyayla ticari olarak kapılarımızı açarak kullanacağız. Eğer pazarlarınız açılırsa insanlarınız da birbirine açılır. Aileleriniz açılır. Çünkü tüm bölgede; Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da en güçlü sosyal dinamiklerin, coşkunun ve heyecanın Türkiye’de olduğunu düşünüyorum.
- Tahran pazarlarında Blue jean’e ilk kez Türkiye’den girdiği için “Şalvar-i Türki” dendiğini duymuştum...
- Evet. Çikolatasından bilmem neyine kadar böyle. Fakat bunun daha ötesinde bir şey var. Bize karşı bir özenti var. Bizim kadınlarımızın hem başları açık rahat gezebilmeleri hem de kadir gecelerinde, ramazanlarda oruçlarını tutmalarına, ibadetlerini yapmalarına büyük bir özenti var. Şimdi Osmanlı bize dinle çok saygıdeğer bir ilişkiyi miras olarak bıraktı. Bunu Alevilerin, Bektaşilerin hoşgörüsünde görebiliyoruz. Biz biraz rahat insanlarız. Din ile mesafemizi çok güzel kurduk. Şüphesiz Türkiye’deki İslami hareket, İslamcı ideoloji Ortadoğu’dan, üçüncü dünyadan ve Cezayir’deki iç savaştan, Hizbullah gibi çok sert, kafa kesen, domuz bağıyla insan katleden görüntülerle; El Kaide gibi terör örgütleriyle bizi korkuttu. Ama toplum olarak bütün bunlarla baş ettik. Şimdi buna da sevinmemiz gerekiyor. Türkiye’de çok radikal bir İslam tutunamadı. Aksine radikal İslam’ın içinde olan insanlar bu gün müteşebbis işadamları olmaya başladılar. Bunların çocuklarının ne olacağına iyi dikkat edelim. Yani soğuk savaşın öncesinde ve hemen sonrasında oluşan ideolojilerde insanlar Erbakancı, PKK’cı, Türkeş’çi olmuş. Ya da El Kaide’li olmuş. Ama bütün bu insanların yumuşamalarına müsaade et. Sosyalleşmelerine izin ver. Bir kuşak bekle. Şimdiden sert biçimde karşısına geçersen onlarla anlaşamazsın. Bu anlaşamamazlığın cezasını Mısır çekiyor. Mısır, tepede Hüsnü Mübarek’in Hizb-ul Vatani partisiyle çok sert laik bir kavga veriyor. Aşağıda da bütün halk, onlarla hiç konuşmayan, küsmüş ve seçimlere bile sokulmayan Müslüman Kardeşler var. Oysa biz daha ileri bir noktadayız. Bizde seçimle gelen Müslümanlar iktidarda. Üstelik Cumhurbaşkanı. Bunları bir şans olarak görüyorum. Bizim hastalıklı olacağımız noktalar var. Benim hastalık noktam, bağımsızlığımız ve cumhuriyetimizdir. Ve cumhuriyetimizin temel değerleridir. Bu da örneğin kadınlarımızın özgürlüğünün olmasıdır. Bunun kavgasını veriyoruz yıllardır. Ama laik- şeriat kavgasını bizim bitirmemiz mümkün değildir. Yani bu kavga Batıda 17 yüzyıl boyunca sürdü. Bakın yüz yıl, üç yüz yıl demiyorum; İznik konsülünden Fransız ihtilaline kadar tam 17 yüzyıl! Şimdi insanlar inançlarıyla siyaseti karıştırıyorlar. Kaç yüzyıl karıştırmış? 17 yüzyıl karıştırmış. Bizde de bu kavga 2-3 yüzyıl daha sürecek. Peki sürerken ne yapmalıyız? Düşman olmadan bunu tartışabilmeliyiz. İç çatışma çıkarmadan. Örneğin Alevi cemaatinin hızla aileleştiği ortada. Kürtler binlerce yıldır bizimle aile oluyor. Artık ben Kürt’üm, sen Kürt’sün; hepimiz Kürt’üz. Bu nedenle zamanın genişliğine yayılabilecek bir sabrın varsa çok sağlam bir karakterin var demektir. Kültürün karakteri budur.
- Bu söyledikleriniz çok iyimser bir bakış açısıyla söylenmiş şeyler gibi. Bütün bunlar çok önemli kuşkusuz ancak sormak istediğim başka bir şey var; bütün bu gelişmelerin kendi iç dinamikleriyle ve doğal seyrinde olmayacağına dair işaretler de var. Örneğin sayın Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Çankaya Köşkünün medya aracılığıyla halka açılmasına dair girişim. Yüz tane gazeteci Çankaya’da ağırlandı ve halka gösterilen sadece Özal’ın bayıldığı koşu bandı, Evren’in çalışma masası ve Gül’ün yatak odası... Önceden halktan gizlenen, kapalı kapılar ardında bir şeyler olduğu imajı oluşturuldu. Derin bir ideolojik zıtlaşma sezdi topluk bunda. Hemen ardından da Hayrünnisa Gül’ün Huber Köşkü’nü şöyle dekore, Pembe Köşkü böyle restore edeceğine dair detaylar. Tıpkı türbanına hangi modacının yön verip çağdaşlaştıracağına dair detaylar gibi... Bu anlamda medyanın iktidarda bulunan siyasi yapıyla kurduğu ilişki sizin söylediğiniz doğal seyrin dışında gelişmiyor mu? Kısacası iktidar olmanın gerektirdiği sinir savaşına hakim olmayı, bunu yönetmeyi bir yana bırakın bu beklenmedik gücü dejenere edecek bir görüntü vermiyor mu; dahası moda tabirle biraz televoleleşmiyor mu siyasi iktidar?
- Bence bu süreç daha çok sürecek. Başörtüsünden, İslamcı tereddütlere kadar yüzlerce yıl sürecek. Mesela seninle yıllardır çok iyi arkadaşız. Ben senden çok eminim. Ama bu eminliğim yüzde doksan dokuz. Yüzde bir kuşku hep olacaktır. Eğer toplumlar birbirleri hakkındaki bu hata paylarını yüzde ikiye yüzde üçe kadar indirebilirlerse çok başarılı sayılabilirler. Ancak şimdi senin çok doğru bir işaretin var ve bu endişeleri yüzde otuz yüzde kırk ben de paylaşıyorum. Bu süreçte bize yardımcı olacak olan siyasi iktidardır. Cumhurbaşkanı ve başbakan Erdoğan bizi ikna etmek zorundadır. İkna edecek yollar da vardır. Mesela bizim toplum olarak anti-emperyalist hassasiyetlerimiz vardır. Niçin vardır? PKK’yi gidip silahlandırıyorlar. Bunu Genelkurmay başkanı da söylüyor. O halde siyasi iktidar ABD’ye karşı bir duruş sergileyecek.
- Nasıl bir duruş bu?
- Eğer siyasi iktidar, önce Orgeneral Büyükanıt’ın ve şimdilerde İlker Başbuğ’un ağzından çıkan tehditvari konuşmalarla paralel bir bakış ve duruş sergilerse benim çok da sorunum yok demektir. Ancak geçtiğimiz otuz yıl çok hengameli ve arbede içinde gırtlak gırtlağa bir süreç yaşadık. Bunun içinde Madımak’ta var, televizyonlardaki laik-şeriat kavgaları da var. Bu hepimizi rahatsız ediyor. Aslında hepimiz zaman zaman psikopatlaşıyoruz. Zaman zaman kıllanıyoruz. Arada paranoyaklaşıyoruz ve her türlü soruyu soruyoruz. Her soruyu da soracağız, çok doğru. Benim bu konudaki teklifim şudur: biz her soruyu soralım, sormamız çok sağlıklıdır. Çünkü Suriye soramıyor, İran her soruyu soramıyor. Bir biz soruyoruz. Mesela bir Alevi yurttaş her soruyu sorabiliyor bu gün. “benim inançlarım diyanette neden temsil edilmiyor?” diyebiliyor. Ama bunu yaparken çok büyük bir iş yapıyor; bu soruyu sorarken kalkıp meclisi taşlamıyor, kimsenin gırtlağını sıkmıyor, adam da öldürmüyor. Bunu siyasi olgunlukla, fikirle dile getiriyor. Siyasi olgunluk her şeydir. Eğer sen muarızlarına yani %47’ye bu siyasi olgunlukla cevap verirsen onlar da sana anayasayı düzenlerken “senin kızının başı neden açık kardeşim?” diye sert davranamaz. Bir ortalama tutturabiliriz. Toplumlar bulmaca gibi değildir. Yani çözdük bitti diyemeyiz.
Ancak ben şunu görüyorum; kemalistlerle AKP’lilerin anlaşamamalarına bir neden de medyadır. Reyting kaygısındaki bu televizyonlar, cebelleşmeyi çok seviyor.
- Aslında Türkiye’deki siyasi denklemin tam da bu yapının üzerine kurulduğunu söyleyebilir miyiz?
- Yusuf en güzel noktayı sen dile getirdin. Medyanın ideolojisi, karşıtlıklar üzerinden bir dramatize yaratmak, Hacivat- Karagöz gibi kavga ettirmek. Sizin gruptaki en sertle bizim gruptaki en sert anlaşıyor. Şimdi sabahtan beri yaptığımız söyleşimizin özüne gelelim. Ben de diyorum ki, sizin gruptaki en iyiyle bizim gruptaki en iyi bir araya gelelim. Ben Alevi değilim ama İzzettin Doğan’ın konuşmalarını dinleyince kendimi Alevi gibi hissediyorum. İzzettin Doğan gibi konuşan bir Sünni olursa, Doğan’da kendini Sünni gibi hisseder. Bu muhteşem bir mayadır. Bu toprağa şu soruyu sor; bu tartışma 2 yüz yıl önce de oldu. 30 bin Yeniçeri öldürdü II. Mahmud. Dört yüzyıl önce de oldu; buralarda Aleviler kesildi. Bütün bunlar olduğu halde bu toprak neden bölünmedi? Demek ki o zamanlar da bizim şimdi yaptığımıza benzer konuşmaları yapanlar vardı. Hacı Bektaş gibi, Yunus gibi. Ya da onların müridleri gibi. Neden şu soruyu sormuyoruz. Ülkemize, coğrafyamıza; buğdayıyla, hamsisiyle, anneannemizle; aydınların, verili siyaset dilinin dışında başka alanlarla bakmıyoruz?
- Ben de konuyu tam buraya getirmek istiyordum. Mahalle kavramına. Sizin edebi metinlerinizde en iyi işlediğiniz sosyal alanlardan biri mahalle bana göre. Mahalledeki anneyi, anneanneyi, amcayı, dedeyi büyük bir incelikle işleyen ve aşık olunan komşu kızıyla ilk buluşmaya gidilirken ağabeyden ödünç alınan mor kazağın telaşlı fonunda yaşanan canlı bir mahalle kültürü... Ancak mahalle kavramı son bir haftadır Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” açıklamasıyla bir başka tartışmanın odağında. Söyle bir soru akla getiriyor bu tartışmalar; mahalle belki de vahşi kapitalizme karşı direnilen son kale. Mahalle kültürü, akrabalar, aile vs. Sanki bu tartışmalarla birlikte mahalle de sosyal hayatımızdan izole mi edilmek isteniyor?
- Ben başka bir tarafına değinmek istiyorum bu tartışmanın. Belki sen de oraya getirmek istiyor olabilirsin konuyu. Ben Türkiye’de mahalle baskısının değil, çok büyük bir ideolojik baskının olduğunu düşünüyorum. Bu ideolojik baskının da milli görüş çevresinde, Erbakan ve onun partisinde olduğunu düşünmüyorum. AKP’de yavaş yavaş muhafazakarlaşmaya doğru gidiyor; onda da fazla olduğunu düşünmüyorum.
- Kimden geliyor peki bu ideolojik baskı?
- Eğer şimdi ciddi konuşacaksak ben de şunu söylemek isterim; Fethullah Gülen Hocanın teşkilatlanma şeklini, cemaatleşme biçimini ciddi bir endişe olarak görüyorum. Ve bunların yüz binlerce çocuğu okutma biçimi, onları yurtlara getirme biçimi, bu yurtlardaki kişisel programlar; yani saat 17’de eve girmek gibi... Yirmi beş yirmi altına kadar genç kızlar bir erkekle asla bir araya gelemez. Nişanlanamaz, mesajlaşamaz ya da televizyon izleyemez. Bu tür şeyleri çok tehlikeli buluyorum ve Fethullah Hocanın bu örgüt yapılanmasının ciddi bir baskı oluşturduğunu düşünüyorum. Bütün bu yoksul çocuklar nerede okusun? Geliyor oraya ve mecburen başını kapatıyor. Türkiye’nin mahalle baskısını değil, yurtlarda kalan yoksul çocukların üzerindeki bu ideolojik baskıyı tartışması gerekiyor. Bu matematiksel, planlanmış bir baskı bu; akşam şu saatte geleceksin, hiçbir erkekle konuşmayacaksın gibi...
- Bu pek görünmeyen ve oldukça sert bir baskı değil mi?
- Tabii. Şimdi buraya da iki türlü bakmamız lazım. Muhtemelen yarın akşam da televizyon programında bu konuyu konuşmayı düşünüyorum. Bir tanesi şu; biz başörtüsünü ahlak için takıyoruz. Tüm İslam toplumuna baktığımız zaman da kızlarımızın, erkeklerimizin 17-18 yaşında evlendiğini görüyoruz. Fakat şimdi bu yurtlarda yeni bir durum var. Kızlarımız 25-26 yaşına kadar erkekleri tanımıyorlar. Tamam flört olarak tanımayabilirler ama bizim kültürümüzde nişanlılık kavramı var. Nişanlı olabilirler. Bunlar nişanlılığa da karşı. Ya da bu kızların sinema, tiyatro seyretmesi; gözlerinin ve algılarının açık olmasına da izin verilmiyor, sadece Said-i Nursi’yi okusun diye. Bu insanların çok inançlı, temiz ve samimi
insanlar olduklarını düşünüyorum; bunu mutlaka söylemeliyim. Ama böylelikle bu insanlar donuklaşıyorlar; hayatın lezzetlerinden uzaklaşıyorlar. Hem muhafazakar kalarak hem de bu dünyaya bakmak; yakın bir akrabasıyla oturup bir çay içmek gibi alanlardan bile uzaklaşıyorlar.
- Sözünü ettiğiniz cemaatin görünüşte böyle bir yapı olmadığına dair bir izlenim var toplumun genelinde. Bunun üzeri mi örtülüyor?
- Ben bunun gittikçe sosyalleşmekte olan Türkiye’ye, Osmanlı gibi çok ciddi şehirler ve pazarlar kurmuş, sosyalleşmiş bir toplumun mirasına yakışmadığını düşünüyorum. İşte bu ideolojik bir örgütlenmedir. Bu örgütlenme konusunda benim de düşüncelerim var.
- Bu Osmanlı’dan da geride bir yapı değil mi size göre?
- Tabii; daha da geri. Çünkü düşünün. Osmanlı’dasın... Kahire’de, Şam’da ya da İstanbul’dasın... Genç bir kız gidiyor pazarlardan alışveriş yapıyor ve yüzlerce erkekle görüşüyor. Her halde bir tanesine bir bakış fırlatıyordur. Sonra bunlardan bir tanesi gelip çok rahatlıkla isteyebiliyordur 17 yaşındaki kızı ve nişan yapıyorlardır. Sonra da bozabilirler nişanı. Ama şimdiki ideolojik örgütlenmede nişanlanma şansı yok, nişanı bozma şansı yok! Yani bir erkekle bir kız birlikte görüldüğü zaman dünyanın en büyük günahına girmiş gibi algılanıyor. Asıl mahalle baskısının değil, bu ideolojik baskının yeni bir İslami şekille geldiğini; kültürümüzde olmayan bir İslam’la geldiğini görmemiz gerek.
- Bu konuda ironik bir tartışma da var. ‘Türkiye eski siyasal İslamcılarını arıyor’ biçiminde bir özlem dillendiriliyor. Mehmet Akif Ersoy, Peyami Safa, Yahya Kemal... Bu ülkenin zenginliğini, kültürel değerlerini, edebiyatını, şiirini, derinliğini; hattını ebrusunu dile getiren İslamcılarını aramaya başladı bu toplum. Tartışmanın özü bu. Neler söyleyeceksiniz?
- Böyle bir konuşmanın en merkezi yerine getirdin konuyu. Eğer sizin ülkenizde herkes namaz kılıyorsa sen de bir vakit namaz kıl. Bu ortalama ve makul olmaktır. Herkes eşcinselse senin ülkende, sen de biraz onları anlayacaksın. Bakın ben sosyolojik bir olguyla geliyorum. Emevileri, Osmanlı’yı, büyük Selçuklu’yu, Roma’yı okuyarak; bunların pazarlarını ve sosyal hayatlarını okuyarak bir şeyler söylemek istiyorum. Biz bir arada yaşamak için birbirimize benzemek zorundayız. Biraz o bana benzeyecek, yani ‘çocuklar bir arada oturamaz, yan yana gelemez’ diyerek kapanmayacak. Biraz o taviz verecek, biraz da ben.
- Sizin deyiminizle biraz ‘karışacağız’ öyle mi?
- Evet aynen öyle. Biraz karışacağız. Ve ortalamayı yakalamak zorundayız. Ben AKP’nin geniş bir kesiminin ortalamayı yakalamaya müsait olduğunu, İslamcılıktan muhafazakarlığa doğru bir evrim içinde olduğunu düşünüyorum. Ancak AKP’ye oy veren bir örgüt çalışmasının yani Fethullah Gülen’in, iyi işler yapması, düzgün çocuklar yetiştirmesi bilmem ne olmasına rağmen sadece o rahibe okulları, manastırlar gibi yurtlarda başka türlü insanlar yetiştirdiğini düşünüyorum.
- Tek tipleştirilmiş insanlar mı yetişiyor yani?
- Tabii ki. Kimse sokağı kadınlara, kızlara kapatamaz. Bu kimsenin hakkı değil. Ama İstanbul’da çocuğunu okutmak isteyen Urfalı bir anne baba, nurcuların denetimli yurtlarının yarattığı güvenlikli ortamdan dolayı mecburen çocuklarını buralara gönderiyor. Kız da başını kapatıyor. Aile kendisini böyle rahat hissediyor. Çocuğunun ahlaklı bir ortamda barındığını düşünüyor.
- Neyin bedeli olarak olup bitiyor bütün bunlar?
- Evet bunu tartışalım işte. Yani namus, iffet, ahlak gibi kavramları felsefi olarak tartışalım. Saat 17’de yurtta olmak mı namus? Her şeye gözünü kapatmak mı iffet? Bence iffet şu demektir; her şeyi görüyor ama yine de kendi ahlakına sahip çıkıyor! Alevilerin bu konuda çok güzel bir hikayesi vardır. Aleviyle Sünni yan yana geldiği zaman Sünni der ki ‘ biz oruç tuttuğumuz zaman karımızla aynı yatağa girmeyiz. Çünkü aklımız çelinir, bir yanlışlık olur...’ bunun üzerine Alevi de der ki; ‘ biz oruçluyken karımızla beraber yatarız, buna rağmen tutarız!’ Yani kaçmadan, sokaktan, karmaşadan kaçmadan yaşayacağız. Şimdi burada iki ahlak görüşü var. Sokaktan kaçıp manastır hayatına koyarsak mı insanlarımız daha ahlaklı olur, yoksa sokağın tüm çeşitliliğini görüp kendi özgür iradesiyle karar verirse mi daha ahlaklı olur.
- ‘Dağ başında derviş olmak kolaydır’ derler...
- Aynen senin söylediğin gibi. Bizim mahalle baskısına karşı söyleyeceğimiz de budur. ‘Dağ başında derviş olmak kolaydır’ Biz bu ideolojik baskının sorgulanmasını istiyoruz. Ben bu insanların çalışkanlığına, ülkeleri için bir şeyler yaptığına inanıyorum. Bütün bunlara itirazım yok. Ama antisosyalliğin Abbasilerde, Emevilerde, Kur-an’da ve bizim kültürümüzde hiç yerinin olmadığını söylemek istiyorum. Yanlış bir yol bu. Bunun sonucu Suudi Arabistan’da Selefilerde görülüyor. Üç tane kadın al, kadın seçime girmesin, oy hakkı olmasın, belediye başkanı olmasın...
- Buradan sizin metinlerinizden yola çıkarak baş bir güncel tartışmayı sormak istiyorum. Yıllar önce yazdığınız bir ‘Çerkesarması’ destanı vardı.
- Yok, şeyi diyorsun sen; bu içinde bir imgeydi sadece. Dur dur dur... Bu ünlü Şalvar Destanı. Bu çok uzun bir beyit. Fuat Saka şimdilerde bundan çok güzel bir beste yapıyor, Ekim’de çıkacak piyasaya.
- Bu çok iyi bir haber. Buradan ilgilenenlere de duyurmuş olalım. Şalvar Destanı çok derin çağrışımları olan bir metin. Örneğin şöyle cümleler var: “ Çıkardum ceketimu/ Serdim yeşil çimene/ Hırkasini de yastik/ Eyledum Fadime’me... Daha sonra fistanun/ Açuldu düğmeleri/ Birden vurdi dişari / Peygamber elmalari/ Asuldum guduğuna/ Ben kesile kesile/ Birakamam azrail/ Canimi alsa bile/ Daha sonra çikardum / Alacalı şalvari/ Pambuk geldi gözüme/ Ormanun kayalari...” Son birkaç gündür Karadeniz üzerinden başka bir konu; İsmail Türüt’ün söylediği ve içinde fatihalar, yasinler geçen şarkı tartışılıyor. Halkın galeyana geleceği falan konuşuluyor. Şimdi Şalvar Destanı gibi en uç cümlelerin yer aldığı metinleri üreten bu coğrafyanın bu tartışmalara sahne olmasına ne diyordunuz?
- Şimdi bu İsmail Türüt’ün yaptığı çalışmanın bir insanlık suçu olduğunu ve özür dilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu affedilir bir şey değil. Buna biz yanaşamayız. Bunu savunanların da karşısında oluruz. Sadece şunu söylüyorum; ortalama ve makul aydınların devreye girip, halkın İsmail Türüt’ün şarkısına mı yoksa Yusuf’a ve Nihat’a mı daha çok özeniyorlar. Buraya bakmak lazım. Ben bizlere daha çok özendiklerini düşünüyorum. Ama sen ortamı boş bırakırsan marjinaller ortaya çıkar ve çok sert kabul edemeyeceğimiz hoşgörüsüz, tahammülsüz şeyler ortaya çıkar. Ben bu topraklarda değil bir insanın, bir böceğin öldürülmesini bile insanlık suçu olarak görürüm. Buna müdahale ederim. Ancak ısrarla bizi barbar göstermek isteyen, faşist göstermek isteyen bir plan var. Bu Avrupacı bir plandır. Avrupa soykırımcı bir gelenekten geliyor ve Hitler’i çıkarmıştır, Kızılderilileri öldürmüştür. Daha bir çok halkla bir derdi vardır beyaz adamın. Afrika’yı yok etmiştir, soykırım gibi bir derdi vardır. Şimdi bu insanlar bu hastalıklarını bize sipariş etmeye kalkıyorlar. Ve ikide bir Türkiye’de İsmail Türüt gibi örnekleri gördükleri zaman da ‘bakın sizde de Hitler gibi barbar, vahşi adamlar var’ gibi geneleme yapıyorlar. Bu genellemeleri yapma şansını bu insanlara vermeyelim. İkincisi bu iddialar üzerinden çok konuşup da bu ülkeye hiç de hak etmediği bir suçlama ve aşağılamada bulunuyorlar. Bu fırsatları vermeyelim.
- Son olarak edebiyat sormak istiyorum. İki yıldır televizyon konuşmalarıyla oldukça sık gündeme geldiniz ancak bildiğimiz Nihat Genç metinlerinden uzak kaldı okurlar. Yeni edebi metinlerinizi beklesin mi okurlarınız?
- Eskiden çok yoğun şekilde yazıyordum ve bunun sonucu bende bir takım biyolojik rahatsızlıklar meydana geldi. İkincisi yirmi yıl gibi uzun bir süre daktilonun başında çalışmaktan dolayı bende yüksek tansiyon ortaya çıktı. Bu da beni epeyce yordu. Şimdilerde kendimi dinlenmeye aldım. İnşallah yazmaya bir iki yıl içinde yeniden başlayabilirim. Ancak televizyon aracılığıyla ulaşabildiğim geniş bir kitle var. Bu kitleye daha sloganvari, daha basit hikayeler anlatabiliyorum. Bu macerayı da sürdürmek istiyorum. Yakında televizyon konuşmalarından oluşan bir kitap çıkacak, bunu söyleyebilirim. Ben eskiden edebiyatı sadece hikaye yazmak olarak algılıyordum. Kalabalıkların derdiyle uğraşıyordum ama kendim de o kalabalığın içindeydim. Ama asıl senin yaptığın doğru bence; seyrek bir yerden kalabalığı izlemek ve yazmak. Bu daha dingin kılıyor insanı.
açık gazete
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.