Malatya Çavuşoğlu Mahallesi Taşhoron Kilisesi
1977 yılında Dersim-Ovacık Elgajiye köyünden Malatya’ya uzanan yolculukta üç yaşındaydım. Önce Paşaköşkü ardından Çavuşoğlu Mahallesi’nde...
1977 yılında Dersim-Ovacık Elgajiye köyünden Malatya’ya uzanan yolculukta üç yaşındaydım. Önce Paşaköşkü ardından Çavuşoğlu Mahallesi’nde konakladı yoksulluğumuz…
Tamamı Alevi olan mahallede evimizin 150 metre uzağında ağaç kütükleriyle örülü tavanı olan bir kilise vardı. Bakımsız, izbe, adeta bir savaş enkazı gibiydi… Evimiz Çavuşoğlu Mahallesi ile Salköprü Mahallesi’nin ortası sayılabilecek bir noktada idi. Salköprü Sünni ve Alevilerin beraber yaşadığı bir yerdi. Fakat oradaki evlerde oturanlar genelde kiracıydı. Ev sahipleri ise çocuk yüreğim ve bilincimle çözemediğim sebeplerden dolayı İstanbul gibi metropollerdeydiler.
İki mahallenin tam ortasındaki arsanın (buğday pazarı) arkasında boş bir tarla vardı. Bizim ve bilcümle mahalle çocuklarının her türlü eşyayla –nadiren de topla- maç yaptığımız bir tarlaydı. Randevularımızı oraya verirdik. Kapışmalı, kavgalı, hararetli maçlar da izlerdik abilerimiz oynadığında. İki mahalleli için de adı aynıydı o tarlanın: Maniğin Tarlası…
Arsanın tam arkasında tarla başlardı. Etrafı açık, çitsiz… Adeta biz çocuklara tahsis edilmiş, güvenli, bol güneş alan, cadde tarafında iki katlı bir evin bulunduğu tarla… Arsanın tam arkasından inince tarlaya, bir parmak kalınlığında akan küçük bir su vardı. Sıcaktan, oyundan, tozdan bunalan minik bedenlerimizle “birimi alan, kara yılan” bağrışmalarıyla molalar verirdik suyun başında. Ne topumuzu kesenler, ne de bağırıp bizi kovalayanlar olmadı Maniğin Tarlasında. Tek korktuğumuz iki katlı evin avlusuna bağlanmış olan kurt köpeğiydi. Havlamalarıyla ürkütse de bizi, sahibi Turan abi ve Mayre halamız varken bize bir şey yapmazdı.
Maniğin Tarlasında, Maniği tanımadan büyüyorduk. Manik kimdi, neredeydi bilmiyordum. Merak etmişliğimi de hatırlamıyorum.
Evimizden okula doğru gittiğimizde sağ tarafta taş duvarlarıyla yükselen kiliseyi görürdük. Önündeki boş alan çocuklarındı adeta. Çocukluğumda her oyunun oynandığı bir dönem vardı. Bilye, çivi, memeli şeker, tipitip adıyla başlayan, günümüzün belirli gün ve haftalarını çağrıştıran- daha bizden, daha çocuk dolu haftalar vardı. Gündüzleri bu kilisenin önünde oynardık bu oyunlarımızı.
Güneşten bunaldığımızda kaçardık kilisenin içine… Kilisenin hemen yanında ek binaya benzer daha küçük ve karanlık bir yer daha vardı. Oradan ürkerdik. Ana kapıdan kiliseye girdiğimizde unuturduk yorgunluğumuzu ve başlardık taş savaşı yapmaya. Merdivenlerden yukarı doğru koşuşup mevzilenenler daha avantajlıydı. Aşağıda kalanlar taşlara hedef olurdu. Kırılırdı kafalarımız, kanardı dizlerimiz, ağlardık, fakat çocuktuk, üflediğimizde geçerdi. Büyüklerimizin bol cinli hikayeleri korkuturdu bizi ama geç saatlere kadar kilisenin içinde oynamak, üstüne tırmanmaktan hoşlanırdım, korkmazdım, korkmazdık.
Karlı bir kış günü kapımızı çalıp, tadı hala damağımda olan kurabiyelerle beni tanıştıran Mayre hala sayesinde tanıştım Anadolu’nun kadim insanlarıyla. Komşumuzdu Mayre hala. Üstelik oyun alanımız, sahamız, stadımız olan tarlanın sahibi Maniğin geliniydi. Çocuklarından küçük olanı da -ki şu an başarılı bir göz doktoru- arkadaşımızdı. Oynardık, koşardık, beraberce. Kurabiyeleri yerken anlattı babam, bunlar Ermeniymiş, Çavuşoğlu ve Salköprü Mahalleleri bunlarınmış. Çok çalışkan ve zengin olurlarmış Ermeniler. Devlet bunlarla çok uğraşmış. Hatta Sabriye ablamların ev sahibi olan Kalaycı Vahap ve eşi Hanım abla da Ermeniymiş. Kızı ve oğlu korktukları için Sünni gibi olmuşlar, namaza başlamışlar. Hatta ve hatta bizim akrabalarımızdan bir ailenin de aslında Ermeni olduklarını anlattı o gün babam.
Bugünlerde doksana uzanmış yaşıyla, o yıl bana bunları anlatan babam düşünememiş olmalı çocuk yüreğim ve bilincimle beni anlattıklarının değil, kurabiyenin ilgilendirdiğini.
Yağışlı bir günle uyanırken mahalle, komşular soğuk mart ayını ısıtmak için kilisenin çöken tavanındaki kütükleri taşıyorlardı evlerine.
Ben de taşıdım birkaç kütük eve gururla. Duvarlarında devleşen öfkelerin yazıları hala duruyor. Çocuktum, okumasını öğrenmiştim. Dev-Yol, Dev-Genç ve diğerlerini okurdum. Sanırdım ki masallardaki dev… Bilemezdim ki birleşen yüreklerin, mülksüzleştirilenlerin, birleştiğinde elleri, devleri yok eder.
Sıkıyönetim günleriydi… Evimizin karşısındaki kahvede silah seslerini duydum. İlkokul üçüncü sınıfa gidiyordum. Babam kahveden eve geldiğinde bir polisin öldüğünü, bir polisin yaralandığını söyledi. Evler basıldı; bizim evimiz de… Toplandı mahallenin erkekleri sıkıyönetim hücrelerine… İşte o günlerde kilisenin dış kapıları kapatıldı, örüldü. Başlarda anlam veremesek de sonradan konuşulmaya başlandı mahallede. Polisleri vuranlar Dev-Yol’cuymuş. Kaçıp kilisede saklanmışlar. Tetiğe parmakları sıkışmış, tütün basmışlar, kan izleri varmış kilise de. O yüzden kapatılmış kilisenin kapısı. Bense bunları dinliyor ve hücrelere kapatılmış babamı düşünerek oynamaya devam ediyordum kilisenin önünde.
Bir gün okulda oynarken bir otobüsün kilisenin önünde durduğunu gördüm. Otobüsten inenler ağlayarak kilisenin duvarlarını öpüyor, adeta kiliseye sarılıyorlardı. Etrafını geziyor, fotoğraflar çekiyorlardı. Yanlarına gittiğimizde bize şeker ikram ettiler. Yaşlı gözleriyle, minik avuçlarımıza bıraktıkları şekerlerle tatlanmıştı damaklarımız. Sormadık, sormadım gözyaşlarının sebebini.
Sonra büyüdüm, büyüdüm, büyüdüm. Büyüdükçe daha bir özler oldum Maniğin Tarlasını. Önünde, içinde oynadığım kilisenin adını da öğrendim: Taşhoron Kilisesi. Okudum, sordum, yaşadım ve öğrendim.
90’lı yılların başlarında yakılmıştı Elgajiye. Uzaktım, hasrettim köyüme. OHAL kalktığı gün babamla beraber yeniden yola düştük Dersim’e doğru. Kalktı denilmesine rağmen geçerliydi OHAL hala. Köye vardığımızda yakılmış, yok olmuş bir yaşamın tarihsel izleri kalmıştı sadece ve ben babamın ağladığını ilk defa orada gördüm. O zaman aklıma çocukluğum, kilise ve duvarlarını ağlayarak öpen o insanlar geldi. Komşularımız Ermeniler geldi. O zaman sormamıştım ağlayanlara nedenini, babama da sormadım, soramadım. Belki de artık cevabını bildiğim bir soruyu sormak istemedim.
Şimdi Dersim-Hozat’ta öğretmenim. Yaşadığım yer ne kadar benimse, biliyorum ki o kadar da Ermenilerin. İki yıl önce buraya Hrant Dink Vakfı bir gezi düzenledi. Gittim gelenlerin yanına. Çocukluğumda, Taşhoron Kilisesi’nin önünde gördüğüm o gözyaşlarını 35 yıl sonra Hozat’ta da gördüm, Ergen Kilise’sinde de gördüm, Kayışoğlu Yarması’nda da gördüm. Ve köyleri yakılan, boşaltılan insanlarımızda da gördüm. Pirsus’ta (Suruç), Meheser’de Kobanili ,Amed’de Şengalli Ezidi de gördüm.
Gözyaşlarımız ıslattı takvimin yapraklarını. Kanlarla yazıldık tarihin sayfalarına. Unuttuk mu? Unutursak kurusun bu yürek. Hala yastığa koyduğumda Taşhoron’da oynuyorum. Gözyaşlarımızla ıslanan topraklar, çocuk gülüşleriyle şenlensin diyedir sözümüz. O yüzden birleşir sizinle ellerimiz… (AHİ/EKN)
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.