Kulluktan özgür bireye ve kamil topluma (1)
İnsanın, tarihsel serüveninde, üç temel kültürel yaşam bilinciyle tanıştığını söyleyebiliriz: kul kültürü, birey kültürü ve toplumsal dayanışma kültürü. Kul kültürü ya da bilinci içinde bir yaşam serüveni insanın uzun bir toplumsal evresini almıştır. Kuşkusuz bu evrenin uzun bir süreci alması toplumdaki üretici güçlerin gelişimi ve maddi üretim ilişkilerinin konumuyla yakından ilintilidir. Bu dönemde, insan, doğasal güçlere veya doğanın gücünü kendine devşiren toplumsal güçlere (rahip, kral, peygamber) bağımlılıktan kendini uzun bir süre kurtaramamış ve dolayısıyla bu güçler karşısında ancak bir ‘kul’ bilinciyle varlığını sürdürebilmiştir.
Avcı- toplayıcı olarak uzun sürecek olan yaşamının bu ilk evresinde doğaya tümüyle bağımlı kalan insan, kendi yaşamını olumlu ve olumsuz yönleriyle etkileyen doğasal güçlere olan bu bağımlılıktan uzun süre kendini kurtaramaz. Bu dönemde insan doğa karşısında güçsüz ve doğanın cahili konumundadır. Bu akışkanlıkta, gerek doğanın ürkütücü etkinliğinin insanda yarattığı korku gerekse de doğanın kendi yaşamını kolaylaştıran, kendisine bahşettiği nimetlerden dolayı ona şükran duygusu insanı doğa güçlerine karşı bir tapınmaya götürmüştür. İnsanın duası, kurbanı, ayini büyüsü...topluluğun manevi yaşamının temel yönünü oluşturan ilk inançları, tapıncı olur. Mevcut koşullar, ister istemez insanın doğa güçleri karşısında bu ilk konumunu bir efendi kul niteliğine büründürmüştür.
Mevcut toplumsal düzeyin niteliği gereği kamusal bir ihtiyaçtan doğan ve doğal ve kendiliğinden bir süreç içinde oluşan insanın ilk inançları, toplumun iki ayrı sınıfa bölünmesine paralel olarak iradi bir müdahaleye dönüşerek bir sınıf karakteri kazanmaya başlayacaktır. İlk evrede toplum ile doğasal güçler (tanrılar) arasında bir aracıya ihtiyaç duyulmazken giderek belli bir hiyerarşi içinde toplum ile doğasal güçler arasında aracılar oluşmaya başlar. Bu süreçte topluma egemen olan güçler (köle sahipleri, kabile şefleri, rahipler, peygamberler, krallar, derebeyleri vb.) toplumun doğaüstü bu inançlarını devşirerek kendi bilgisi ve yetkesi içine alıp topluma kendi istedikleri biçimde bunları sunmaya çalışırlar. Burada din-inanç artık araçsallaştırılır; toplumu sömürebilmenin, istedikleri gibi yönetebilmenin bir aracına dönüştürülür. Bu dönemde toplum ile tanrılar arasında aracı olan, kendilerini “tanrıların yeryüzündeki gölgesi” ya da bir aracısı, elçisi ilan eden bu yeryüzü güçleri karşısında toplum, maddi ve manevi olarak sömürülmeye, baskı altına alınmaya ve köleleştirilmeye başlanır. Artık insan hem doğaüstü güçlerinin hem de yeryüzü güçlerinin çift yönlü bağımlılığı ve kulluk ilişkilerine tabi kılınır. Esasında yukarıdan aşağıya tüm toplum bir hiyerarşik düzen içinde birbirinin efendisi ve kuludur. Bu dizgide herkes tanrının kuludur. Tanrının hemen altında yer alan krallara, peygamberlere ya da rahiplere karşı da toplumun diğer kesimleri kul konumundadır, bu hiyerarşik dizge en alt kesime (kölelere) kadar gider. Bu kulluk kültürü değişmez tanrı buyruğu olarak topluma bir elbise olarak giydirilir.
Bu evrede, İnsan-doğa ya da insan-tanrı arasındaki çelişkilere sömürü ilişkileri nedeniyle insan-insana yeni bir çelişki daha toplumun bağrına taşınır. İnsan-insana oluşan somut çelişkiler toplumda ister istemez karşıt sınıflar arasında bir mücadeleye, bir çatışmaya neden olacaktı. Ama kul kültürüyle yoğrulan ve baskılanan toplumun kendi efendisine karşı gelmesi kolay bir iş değildi. Bu, öncelikle, kendilerini kutsal bir haleye büründüren yeryüzü egemenleri olan kraliyet ve dini kurumların bu niteliklerini ortadan kaldırmalarına bağlıydı. Bu, ezilenlerin yeryüzü egemenlerin resmi teolojik öğretilerine saldırması demekti. Diğer bir deyişle egemenlerin ortaya koydukları dini anlayışları reddederek, bunların yerine kendi öğretilerini ortaya koymalarını gerektiriyordu. Yapılan da bu olacaktı.
Engels feodal dönemdeki sınıf mücadelesinin mezhep sapkınlığı biçiminde geliştiğinin altını çizer. Yani dönemin egemenlerine karşı mücadele eden yoksulların teolojik anlayışları resmi teolojik yaklaşımların dışında, onun karşısında konumlanmıştır. Bu tanrıbilimin tanrı tanımazlığa varan karakteri insanların doğaüstü güçlere ve onun yeryüzündeki uzantılarına olan kulluk düzeyindeki bağımlılığın ortadan kalkması ve bireyin özgürleşmesini getirecekti.
Bireyin kulluk ilişkilerinden kurtulması uzun bir mücadele sürecini almıştır. Özgür bireyi ortaya çıkaran gelişmelerin Batıda 18. YY. Burjuva devrimleriyle evrensel bir somutluk kazansa da bireyin özgürleşmesi için verilen mücadelenin Doğu toplumlarında çok daha önceleri başlatıldığını ve yer yer de toplumsallık kazanıp hayat bulduğunu gözlemleyebiliriz. Bir anlamıyla da, Batı orta çağın korkunç karanlık dönemini yaşarken Doğu’da bir bahar esintisi yaşanıyordu denilebilinir.
İnsan-doğa, insan-tanrı ve insan- insan arasındaki oluşan çelişkiler çözülmeden insanın özgürleşmesi sağlanılamazdı. Peki bu çelişkiler nasıl çözümlenecekti?
İnsanın kendi iradesiyle düşünen ve hareket eden özgür birey haline gelmesi için öncelikle insanın doğaüstü bağımlılık ve kulluk ilişkilerinden kurtulması gerekir. Doğaüstü güçlerin (tanrının) kulluğundan kurtulması için insan, onu yukarıdaki köşkünden aşağıya, kendi seviyesine indirmesi gerekiyordu; tam olarak bunu yapmaya koyulur. İnsan, doğadaki tanrılarının ne kadar güçsüz olduklarını kavramaya başlayınca, öncelikle, onlara kafa tutmaya, kendi kahramanlarını tanrılarla savaştırmaya başlar ve onları tanrılaştırır (Gılgamış). Böylece insantanrı düşüncesi oluşmaya başlayacaktır ( Halife Ali’nin yoksul Arap kabileleri tarafından tanrılaştırılması). İnsan doğada kendini tanıyıp gücünün farkına vardıkça bu düşünce kuramsal bir niteliğe bürünecek ve Hallac-ı Mansur'a “Enel-i Hakk” (ben tanrıyım) dedirtecektir. İnsan bir kez kendini tanrıların yerine koymaya başlayınca insan-tanrı arasındaki çelişkiler çözülür buzlar erir ve tanrıların pabucu dama atılır. Artık onların ne cehennem korkuları ne de cennet vaatlerinin bir hükmü kalır. Kendilerini Tanrıların yeryüzü temsilcileri görenler ise toplumun gözünde kötü bir yalancı, bir şarlatan haline gelir. İnsan o eşiği geçtiği zaman yeryüzü efendileriyle savaşma cesareti fazlasıyla bulur... (Horasan’dan Mezopotamya’ya Küçük Asya’ya (Anadolu), Kul kültüründen özgür birey ve kamil topluma uzanan serüvende Alevilerin misyonunu bir sonraki paylaşımda ele alalım.)
Kazım Eroğlu
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.