Katliam sayıklaması
Katliam sayıklaması HASAN HARMANCI / Sosyal AntropologSivas’ta ‘93’te yapılan etkinliklerin ilk günü, tüm katılanların sevinç...
Katliam sayıklaması
HASAN HARMANCI / Sosyal Antropolog
Sivas’ta ‘93’te yapılan etkinliklerin ilk günü, tüm katılanların sevinç ve coşkuları arasında sürer. Herkes o günün nasıl da güzel başladığını anlatır. Ya ikinci gün?.. O 2 Temmuz gününü nasıl anlatıyorlar?
Sivas’ta ‘93’te yapılan etkinliklerin ilk günü, tüm katılanların sevinç ve coşkuları arasında sürer. Herkes o günün nasıl da güzel başladığını anlatır. Ya ikinci gün?.. O 2 Temmuz gününü nasıl anlatıyorlar? Birdenbire öğlen saatlerini yüzümüze vura vura hatırlatan güneşin yükselmesi ve öte yanda camilerin etrafında biriken kalabalıkların haykırışları... Bu haykırışların çoğaldıkça şiddete dönen yüzü, gün soluncaya kadar direniyor. Bu gerçek bir direnmedir. Ölümü çoğaltma direnişidir. Bir toplu kıyıma giden direniş... İnsana olan umudun gittikçe tükendiği bir direniş... Kurban ve ateşin birleşmeye, çoğalmaya, öç almaya nefes alıp verdiği bir direniş...
2 Temmuz gününe doğru hazırlanırken içimizdeki çatışma, karamsarlık ve vicdanlara su serpilmesi beklentisi 16. yıla rağmen hâlâ sürüyor. 2 Temmuz katliam yangınının içimizde yarattığı travmanın çözümüne yönelik çözümler arıyor veya öneriyoruz. Bununla ilgili öne çıkardığımız ve insanlık tarihi için önemli bir belge ve bellek işlevi göreceğine inandığımız katliam oteli Madımak’ın müze olmasıdır. Bunun için de örnek olarak Solingen’de yaşanan katliam sonrasında, katliamın yaşandığı yere yapıldığını bildiğimiz “Katliam Anıtı”dır. Orada bir küçük anıt, ‘kütük’ dikilerek, katledilenlerin adları bu kütüğe işlenmiştir. Yakılan evin olduğu yerin çevresi telle örülerek, katledilen insanların anısına, sayıları kadar ağaç dikilmiş. İnsanlığa küçük de olsa bir özür sembolüdür bu davranış. Bu bile önemlidir. Çok şeyi anlatmaktadır. Öncelikle orada insanlık adına birer ağaç yeşermektedir. Ancak, ülkemizde katliam yerinde evrensel insanlık değerlerine uymayan, hoşgörü yerine yok saymayı ve katliamı onaylayan bir umursamazlık ve vicdanlarımızın sızlamasının sürdürülmesi söz konusudur…
Solingen katliamının Almanya için belki yaşadığı diğer faşist katliamlar yanında, o kadar yeri yoktur. Ancak hukuksal ve vicdani açıdan sonuçlanmış bir katliam ve davadır. Her coğrafyanın tarihini kendi içinde okuduğumuzda, yakın çağ açısından 1978’de yaşanan Maraş katliamıyla birlikte -öncesini unutmadan, sorgulamadan- bu ülkede hukuksal karşılığını bulamayan ve katliamı yapanların yeterince cezalandırılmadığı iki katliam daha vardır. Bunlardan biri, 1996 yılında gerçekleşen Güçlükonak katliamıdır, öteki ise Sivas katliamıdır.
Bu katliamların karşılığı olan aklanma, hukuki çözüm ve yargılamanın adil yapılması gibi önemli noktalar es geçilmiştir. Maraş katliamının mahkemesi yapılmadı neredeyse. Güçlükonak katliamı kapatılıp gitti ayrıntılarıyla. Sivas katliamının yargılaması ise sanıkların hâlâ dışarıda cirit atmasıyla meşhurlaştı. Başka birçok bireysel katliam ise ortada duruyor. Türkiye böyle bir ülke. Böyle bir ülke olmaya devam ediyor. Seçim süreci ile aklanılmamış, vicdanları yaralayan Sivas katliamı, etkinlik olarak üst üste oturan bir tarihe denk geliyor. Böylesi başka sorunlar olsa siyaseten tartışılır veya gündeme getirilir. Tüm partiler ne yapabileceklerinin sınırını olur olmaz zorlarlar ama bu noktada sessizliklerini koruyorlar. Toplumun kanayan yanları yerine, defterlerinin beyaz sayfalarını ötekileştirme, yok sayma veya kullanma üzerinden hesaplarla devam ettiriyorlar.
Katliamı doğru bulanlar, destekleyenler ve sessiz kalarak sadece kendisinin yanmamasına şükredenler ise ayrı bir noktadalar. Onlar hiçbir zaman, -sıra kendilerine gelse bile- seslerini çıkarmayacaklardır. Onların beklentisi insanın insanca yaşaması, ötekileşmeden yaşaması, sorunlarının çözümü değildir.
Türkiye’nin geldiği bir nokta yok, böyle olunca... Kimisi karşı olmak için müze olmasa da uzun süre yaşayacak ağaçlar dikmekte ve kütüklere isimleri kazımaktadır. Ancak susmaktır bu ülkenin varlığı: Susturmaktır bir de... Bir katliam değil binlerce katliam karşılığında susan bir toplumu sadece belleğinin, bilincinin unutmak üzerine kurulduğunu söylemek mümkün değildir. Bu toplum kendisini var eden değerlere ne saygı duyuyor ne de kendisine de gerekeceği iddiasında bulunuyor. Bu toplum yaşamının böyle kuralsız ve biçimsel olarak sürmesine taraftardır. ‘Varlığım’ katliamlara armağandır diyor. Unutmaya çalıştığı şey, katliamına armağan sunmaktır. Katliamları geleceğe miras bırakmaktır. Ne mutlu bu topluma ki, bırakacağı bir şey var, bu katliam da olsa…
Suç ve gelenek bir araya gelince binlerce yıldır devralınan her şey de hukuk-üstü olur. Yaşamın damarlarının çözülebilmesi için suçun ve bunu koruyan geleneğin tespit edilmesi gerek. Bu tespit neye karşılık yapılmalı. İşte sorun buradadır. İslamın vazgeçilmez hukuku hangi suçu geleneğin kulesi ve yıkılmazı sayıyor? Suç da gelenek de ‘zihniyet’ ilişkisidir. Gerçek düşman da, bu zihniyetin sürdürülmesinde aranmalıdır. İslam suç için geliştirdiği bu zihniyetlerden yararlanır. Onun için kadınların kölesel yararcılığı, binlerce yıldır ‘elden ele dolaşan’ yasakların/tabuların yeniden imarı, yeni insani düşüncelerinin, ideallerin, ütopyaların içinde boğulan koca bir yasa denizi. Hayat tarzları ile katliamları kimliklendiren düşüncelerin sadece bir dinde olduğunu söylemek mümkün değil elbette. Ancak yaşadığımız coğrafyanın büyük ve korkunç zoru onda birikmiş durumda. Nice kahin ve ‘müjdeci’nin bir araya getirerek oluşturduğu bu sistem, şimdi yıkılmaz Babil kuleleri gibi ihtişam ve cesaretle suçlarını bizim için gelenek olarak örmeyi bilmekte ve sürdürmektedir.
İçinde sıralanan kuralların toplumsal yaptırımları, yapısal sorunlarını hiçbir zaman değiştirmemiş durumda. İslamiyet tüm modern zamanlarda bile zaaflı biçimde grup algılayışının karşısındaki her şeyi ölümle alkışlayabilmektedir. Bu İslamiyet için neredeyse inancın zorunlu davranışı olarak oturmuştur. İçteki öfke bir anda tepkiye döner ve ‘kabile cezası’ var eder kendisini.
Tarihin her an yeniden okunması...“Burada, hafızayı canlandırarak sadece pasif bir hatırlama işlevi görmez, aksine tarih anlatıları aracılığıyla yaratılan ‘hatırlama’, öznenin bilinçdışını besler. Yaralı özne, kendi geçmişine baktıkça zulme maruz kaldığı anlara; zulme uğradığını her düşündüğünde de geçmişe bakar. Bu yüzden, ‘geçmişe dönük-hatırlama’ sadece bir bugünden kaçış değildir; aynı zamanda, arzu edilen pratiklerin kurulması ve siyasal erek için gerekli ivmenin kazandırılması sürecidir. Geçmişle ilişki, mazlum öznenin siyasal platforma çıkmak üzere olduğunu imler…” (Fethi Açıkel; “Kutsal Mazlumluğun” psikopatolojisi, Toplum ve Bilim Dergisi, 70, Güz; 1996)
İşte Sivas katliamı böyle önemli ve olağanüstü bir ceza yaptırımı ile yerine getirilmiştir. Bunun arkasındaki güç değil de, bunun yaptırım olarak oluşması sırasında iktidarda olanların ifade biçimi bu konuda toplumsal mutabakatı açıktan gösteriyor bize. Sivas katliamı açıktan bir ‘yaralı bilinç’ saldırısıdır. Kendindeki yaraya başka bir katliamla çözüm arayan, sosyal, ekonomik ve örgütlenme bütünlüğünün şova, serpilmeye dönüşmesidir. Olağanüstülüğü veya olağan-üstünlüğü örf ve adetleri gereği merkeze oynayan ‘alışkın’ davranışlarındaki yararlı ve çıkarsal yönelimidir. Bu da her zaman yaşanmaya meyilli olduğu gibi katletmekle çözümlenmiş bir tutuculuk ve yalnızlığın aşılması güdüsüdür. Kimin desteğiyle?.. Elbette açıktan iktidarın!..
EVRENSEL - 2 Temmuz 2009
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.