Hangi Dersimli, eniştesi Kenan Evren olsun ister!
Hangi Dersimli, eniştesi Kenan Evren olsun ister!Dersim katliamı sırasında kaybolan kız çocuklarına dair çarpıcı gerçekler açıklayan belgesel, birden...
Hangi Dersimli, eniştesi Kenan Evren olsun ister!
Dersim katliamı sırasında kaybolan kız çocuklarına dair çarpıcı gerçekler açıklayan belgesel, birden 'Kenan Evren'in eşi de onlardan biri miydi' iddiasına kilitlendi. Öyle olsa ne olurdu? Yönetmen Nezahat Gündoğan ve ekipteki eşi Kazım Gündoğan'la bu jet yalanlamaların anlamını ve diğer kızları konuştuk
ULAŞ TOSUN
Akıl almaz vahşetleri duymaya alışan kulaklarımızla, geçtiğimiz hafta Diyarbakır’da havan atışıyla parçalanan 12 yaşındaki Ceylan’ın annesinin, çocuğunun vücudunu nasıl bir araya topladığını dinledik. ‘Demokratik Açılım’ arifesindeki Türkiye’de, evladının parçalanan cesedini bir araya toplayan annenin çığlığı, belgeselci Nezahat Gündoğdu’nun, 1938 Dersim’inden günümüze ulaştırdığı başka annelerin çığlıklarını daha da anlaşılır kılıyor.
Gündoğdu, ‘Devlete baş kaldıran aşiretler’e karşı girişilen ıslah harekâtının, paramparça edip binlerce köşeye savurduğu kız çocuklarının gözden kaçan hikâyelerini belgeledi. Yakında gösterime sokulması planlanan ‘Dersim’in Kayıp Kızları’ isimli belgesel, 1938’in ardından sürgüne gönderilen aşiretlerin, el konularak asker ailelerine verilen kızlarını, şimdi 80’ini aşmış bu kişilerin tanıklıklarıyla anlatıyor.
Fakat gelin görün ki belgesel, BM soykırım tanımlaması içinde yer alan ‘Grubun çocuklarını zorla bir başka gruba vermek’ eylemini gözler önüne sermesiyle önemliyken, medyada duyulur duyulmaz ilgi, toplam içinde küçük bir yer kaplayan ‘Kenan Evren‘in karısı da Dersim’in kayıp kızlarındandı’ iddiasına odaklanıverdi. Evren, jet bir açıklamayla iddiaları yalanlarken, belgesel ekibini kafa karışıklığı yaratmakla suçladı. Sonra aileye ulaşıldı, hayır, Sekine hanım Dersimli olamazdı...
Nezahat Gündoğan ve çalışma ekibinde yer alan eşi Kazım Gündoğan’la, bu önemli çalışmayı ve medyanın yönünü şaşıran ilgisini konuştuk.
Belgeselin en gündemde olan kısmıyla başlayalım. Sabah gazetesine verdiğiniz röportajda Kenan Evren’in karısı Sekine Evren’in de Dersim’in kayıp kızlarından olduğunu iddia ettiniz. Ortalık birden karıştı. Önce Kenan Evren’den, sonra merhum Sekine hanımın ailesinden bir açıklama geldi. Ama önemli olan kısmı, iddianın bu kadar sert bir dille yalanlanması... Sanki hakaret etmişsiniz. Belgeseliniz çok daha önemli tarihi gerçekleri ortaya koyarken, kendinizi magazinel sayılabilecek bir tartışmada buldunuz. Bu süreçle ilgili değerlendirmeniz nedir?
Nezahat Gündoğan: Medyaya bu iddia benimmiş gibi yansıdı ancak ben bu iddianın sahibi değil, gündeme getireniyim. İddia kızlarını arayan bir aileye ait, onların derdi de kızlarının akıbetini öğrenmek. Bir şeyin bilinmemesi kadar kahredici ne olabilir? Yoksa emin olun, Dersimli hiçbir aile, Kenan Evren’in enişteleri olmasından ya da öyle anılmasından asla hazzetmez. Diğer taraftan, biz tek tek kişilerin durumundan çok, bütünlüklü olarak o tarihsel süreçte yaşanmışlıkları araştırıyoruz. Bu kızların zorla asker ailelerine ve nadir olarak da zengin eşrafa verildiğini söylüyoruz. Tabii ki bu kızlar şimdi birilerinin eşi, birilerinin annesi ve akrabasıdırlar. Mantıklı olarak düşündüğünüzde asker ve zengin aileleri tarafından alıkonularak Türkleştirilen bu kızların şu anda önemli isimlerle ilişkili olması çok mümkün. Şu an bunları gündemleştirerek çalışmanın yönünü değiştirmek istemiyorum. Sekine hanımın Kürt ve Alevi Dersim kızlarından olduğu iddiası, Kenan Evren’e hakaret amacıyla gündeme getirilmedi. Çünkü onun Dersim’in kayıp kızlarından biri olması, Kenan Evren’in eşi olmasından çok daha önemlidir. İşte biz de bu yüzden önemsiyoruz
1937 ve 38’de Dersim’de yaşananlar içinde, başlı başına facia sayılacak birçok uygulama görüyoruz. Siz ölüm, sürgün, işkence ve tecavüz olaylarının ardından el konulan kızların varlığını ortaya çıkardınız. Bu durumdan nasıl haberdar oldunuz?
Nezahat G.: 1938 olayları on binlerce insanın hayatı pahasına uygulanan askeri, siyasi ve kültürel yönleri olan kapsamlı bir projenin başlangıcı. Bu projenin uygulandığı kesim, resmi söylemde ‘devlete baş kaldıran aşiretler’ olarak adlandırılsa da, kendi halinde olan yüz binlerce insanı hedef haline getirmiş ve genel bir asimilasyon politikası olarak uygulanmış. Yaşanan katliamın ardından uygulanan sürgün ve ‘medenileştirme’ aşamalarıyla Dersim bölgesinin tamamen asimile edilmesi planlanmış. Dersim projesini Cumhuriyet kadrolarının birçok yerde uyguladığı tek dil, tek kültür, yani ulus yaratma çalışmalarının bir parçası olarak değerlendiriyoruz. Dersim’de hangi aileyle konuşsanız size olaylarda kayıp olan yakınlarını anlatır. Ölenlerden, hapse atılanlardan, sürgün yollananlardan, bir de akıbetinden haberdar olunmayan kayıplardan bahseder. Bu kayıpların içinde özellikle kendisinden haber alınamayan kız çocuklarının fazlalığı dikkat çekiyor. Kayıp çocukların yarattığı travma halen bölgede etkin. Çocukların askerlerce götürülmesini gören kişilerin birçoğu hayatta olmamasına rağmen yaşayan akrabaları halen bu acıyı hissediyor. Bazı ailelerde birden fazla çocuk kayıp hatta.
Dersimliler kayıp kızlarının akıbetiyle ilgili nasıl yorumlar yapıyor?
Kazım Gündoğan: Onları askerlerin aldığını biliyorlar ancak sonrasıyla ilgili fikirleri çeşitli. Doğrudan öldürüldüklerini düşünenler, askerlerce kaçırılıp köle ya da kuma yapıldıklarını düşünenler var. Bir de 38 katliamının yerini siyasi ve kültürel projelere bırakmasıyla oluşturulan kız enstitüleri deneyimi var. Bilindiği gibi Elazığ’da Sıdıka Avar adlı bir öğretmenin öncülüğünde bir kız enstitüsü kurulmuş. Kız çocukları oraya gönderilip bunlara Türk kültürü öğretiliyor. Bazı insanlar evlatlarının da bunun gibi bir proje için kaçırıldığını düşünüyor.
Bahsetiğiniz psikolojiyi, dönemi yaşamayan kuşakların algılaması oldukça zor. Soykırımların bugüne ulaşan bilgileri, bizlere insanların anne-baba olsalar da, bir noktadan sonra dirençlerinin kırıldığını ve hayatta kalmak için çocuklarını feda etmek zorunda kaldıklarını gösteriyor. Bu durum bölgede nasıl yaşandı?
Nezahat G.: Yaşananlar tamamıyla vahşet dönemlerine özgü bir psikolojiyle açıklanabilir. Dinlediğimiz ve kayıt altına aldığımız hikâyelerden biri, nelerin, nasıl duygularla yaşandığını açıklamaya yetiyor. Pülümür bölgesinde köylüler askerlerin geldiğini görünce dağlara doğru kaçmaya başlamışlar. Burada bir kadın, küçüğü üç, diğeri yedi-sekiz yaşlarında iki çocuğunu kaparak koşmaya başlamış. Bir süre sonra ikisini birden taşıyamaz hale gelince, büyük çocuğu kucağından indirerek diğeriyle kaçmaya devam etmiş. Geride kalan çocuk ağlayarak yalvarmaya başlamış. Kadın tekrar onu kucağına alarak, diğerini bırakmış. Çünkü o anda bir tercih yapması gerekiyordu. Feryat atamayacak kadar küçük olanı bırakabilmiş. Bence bu, oldukça açık bir örnek. Diğer taraftan kaçamayan ailelerin, ‘Bizi nasıl olsa öldürecekler, belki aldıkları çocuklarımızı öldürmezler’ diye düşünerek askerlere teslim ettikleri yönünde hikâyeler de dinledik.
Kayıp çocukların izini bulmanız nasıl mümkün oldu?
Nezahat G.: Kayıp kızların dramı insanlar arasında çok kuvvetli bir dayanışma doğurmuş. Bölge insanları nerede bu kızlarla ilgili bir şey duysa peşine düşüp akrabası olacağını tahmin ettiği kişilere bilgiler aktarıyorlar. Biz de köy köy dolaşarak bu kızlarla ilgili anlatılanların peşine düştük. Toplamda bu süreci yaşayan 10 kişiye ulaşmayı başardık. Araştırmalarımızda bir belgeye de ulaştık. Bu belge, durumu tüm gerçekliğiyle kavramamıza neden oldu. Dersimli İsmail Koç, katliamdan üç yıl sonra, yani 1941’de kızını ve yeğeninin izini sürmek için yetkili makamlara başvurduğunda kendisine bu belge veriliyor. Dönemin kaymakamının imzasıyla İsmail Koç’a verilen tebliğde ‘Aradığınız kızlar Yarbay Münip Yılmaztürk’ün nezaretindedir’ deniyor.
Bu belge sizce ne ispat ediyor?
Nezahat G.: Çocukların kayıp değil el konulmuş olduğunu, hepsinin kaydı bulunduğunu ve bu kayıt merkezinin de Genelkurmay olduğunu gösteriyor. Yani devlet istediği zaman, nerede olduklarını bulabilir demek.
Türkiye’nin en önemli gündem maddesi, etnik kimliklerin eşitliğini sağlama iddiasındaki ‘Demokratik Açılım’. Diğer taraftan geçtiğimiz hafta Diyarbakır’da askeri birlikten atıldığı iddia edilen havan topuyla parçalanan 12 yaşındaki Ceylan gibi bir örnek var. Bunlara ek olarak belgeselinizin konusunu oluşturan Dersim faciası gibi tarihte Ermeni ve Rumları da içine alan kanlı süreçlerin varlığı biliniyor. Ortada bunlar varken bir açılım projesi ne derece başarıya ulaşır?
Nezahat G.: Dersim’de yaşananları dünyanın dört tarafında yaşanan ulusallaşma sürecinden bağımsız düşünmemek gerekir. Bu ve benzeri durumlar Türkiye’de de Ermeni, Rum gibi birçok halk için farklı zamanlarda uygulandı. Şimdi gerçek bir demokrasi ve barış isteniyorsa, tarihle yüzleşmekten kaçınılmamalı. Devlet kendi cephesinden bu gerçeklerden kaçtığını sansa bile bunları yaşayan halklar travmalarını unutmuyorlar. Açılımın tüm halkı kucaklaması için kesinlikle tarihi görmezden gelmeyi bir yana bırakmak gerekiyor.
‘Subaylar belli yaş grubunda güzel ve sağlıklıları seçmiş’
Kayıp kızlardan bazılarına ulaştınız. Şimdi 70’ini aşmış bu kişiler yaşadıklarıyla ilgili neler anlattılar?
Kazım G.: Harekât sırasında ele geçirilen ya da kendiliğinden teslim olan Dersimliler ya hemen orada öldürülmüş ya da her bölgede oluşturulan karargâhlara toplanmış. Sonra da Elazığ ve Erzincan’daki toplama merkezlerine götürülmüşler. Bu aşamalarda bazı kız çocukları ailelerinden koparılarak alıkonmuş, aileler ise Batı illerinde çeşitli Türk ve Sünni köylere sürgüne gönderilmiş. Bu kız çocukların önce saçları askerler tarafından kazınıyor, banyo yaptırıldıktan sonra da rütbeli asker ailelerine gönderiliyorlar. İlginçtir, bu davetsiz misafirlerden subay eşlerinin de haberi yok. Subaylar, rütbeli askerlerin hepsi, genellikle belli bir yaş grubunda, güzel ve sağlıklı olanları seçiyor. Bir öykü şöyle: Kaçarlarken asker o kadar yakınlaşıyor ki anne, kızını bırakmak zorunda kalıyor. Biraz da ‘Nasılsa hepimiz öleceğiz, asker alırsa kurtulur’ diye düşünüyor anne. Asker, kızı Erzincan’daki toplama merkezine götürüyor. Kız aylarca beslenemediği için bir deri bir kemik kalmış. Kızı subaylardan kimse almıyor. Bir grup beğenilmeyen çocukla trene bindirilip sürgüne gönderiliyor. Her istasyonda birkaçını ya subaylara ya da ileri gelen eşrafa veriyorlar. Bu zavallıyı da Amasya’da bırakıyorlar. Kimse almayınca zengin bir adama veriyorlar. Adam bunu tedavi ettirip sonra da nüfusa kaydettirmek istiyor. Kız hiç Türkçe bilmiyor, bir biçimde ismini, babasının ismini söyleyebiliyor. Soyadı, anne adı orada belirlenecek. Bacakları çöp kadar ince ve zayıf olduğu için soyadını Çöpbacak koyuyorlar. Evlenene kadar bu soyadını taşıyor. Şimdi Balıkesir’de yaşıyor. Bu küçük Kürt ve Kızılbaş çocuğu, iyi bir Türk, iyi bir Sünni olarak medenileştirilmiş durumda. Hacca dahi gidiyor. 40 yıl sonra da ailesi bunu bulmayı başarıyor.
Aile bunu nasıl başarıyor?
Nezahat G.: Kızların yakınları her yerde evlatlarını arıyor. Bu kızın abisi, yani annesinin kaçırmayı başardığı çocuk, yıllar sonra arkadaş olduğu bir subaya derdini anlatıyor. Subay hikâyeyi başka meslektaşlarına aktarıyor. Ardından biri “Amasya’da bir ailenin gelini evlatlık” diyor. Adam bu lafın peşine düşüp aileyi buluyor. Önce buna inanmayan aile, başka bir kadını gösteriyor. “Bizim aldığımız gelin işte bu” diyor. Adam “Bu benim kardeşim değil” diyor. Ancak o anda evde onları izleyen kardeşini tanıyor. Aile inkâr etse de bir süre sonra gerçeği söylüyorlar.
Bambaşka bir kültürde yetiştirilen bu çocukla ailesinin karşılaşması garip bir süreç olmalı...
Nezahat G.: Kızların bir kısmı kendi çabalarıyla kaçarak ailelerine dönmeyi başarırken, olaylar sırasında küçük olan ve çok az şey hatırlayanlar da var. Bu örnekteki gibi hayatı tamamen değişen yüzlerce çocuk var. Ancak bu insanlar kendi içlerinde büyük çelişkiler yaşıyor. Herkesten ve kendilerinden saklamak istedikleri hikâyelerle yaşamaya mecbur edilmişler. Bu durum bireysel ve toplumsal anlamda gerçekle yüzleşmekle aşılabilir.
FOTOĞRAF: ULAŞ TOSUN / RADİKAL CUMARTESİ - 10.10.2009
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.