Hakikatçı Alevilik

Hakikatçı Alevilik

Bizde Alevilerin yayıldığı alanlar yoğunlukla Orta Anadolu’dadır. Muş ilinin Varto ilçesinden sonra Ceyş üzerinden Erzurum ve Kars içinde ince bir koridor halinde Ermenistan’a kadar uzanır. Malatya ve Elazığ’dan başlayarak Maraş ve Antep üzerinden Suriye

A+A-

İttihat Terakkinin tek tip toplum yaratma amacı, stratejisi çerçevesinde, “Aleviliğin ayrı bir din, ayrı bir inanç, ayrı bir kültür olmadığı; bunun Türk Müslümanlığı olduğu” şeklinde bir tez ileri sürüldü ve bu tez ikame edilmeye çalışıldı. Aynen, Kürtler’in de ayrı bir millet, bir halk olmadığı; bunların dağ Türkü olduğu yolundaki bilimdışı tez gibi, aynı tez Aleviler’e de böylece uygulanmış oldu.

Dersim birçok açıdan önemli bir coğrafya. Bir defa şunu unutmayalım ki, özellikle Yukarı Mezopotamya bölgesinde bulunan Dersim eyaleti, geçmişten bu yana büyük bir topluluğu barındıran bir coğrafya idi. Bu coğrafyanın bir özelliği var. 17. yy’ın ortalarına kadar bu coğrafya ağırlıkla Safevi toprakları içindeydi. Safevi toprağı içinde olduğu için, oradaki eski tasavvufi inançlar, dinler ve kültürlerle de ciddi bir etkileşim içerisindeydi. Nitekim, Erdebil Tekkesi olarak nitelendirilen Tekke’nin bizatihi Kızılbaş Aleviliği üzerinde önemli bir rolü vardı.

Horasan’a sürgün ve geri dönüş

Öte yandan, Dersim bölgesi tarihten bu yana en çok göç veren yerlerden bir tanesidir. Kızılbaş -Kürt kimliğiyle o coğrafya; tarihte ne Hanefi Müslümanlığı ekseninde Hilafeti benimsemiş olan Osmanlı’ya yaranabilmiştir, ne de öte yandan Şiiliği kurumsallaştıran İran’a yaranabilmiştir. Dolayısıyla, tarih içerisinde sürekli olarak batıya ya da doğuya perakende göçler yaşandığı gibi, 17. yy’ın başında özellikle İran hükümdarı fiah Abbas döneminde, on binlerce ailenin Horasan’a göçürülmesi, mecburi iskâna tabi tutulmasıyla büyük bir göç süreci, bir dönüşüm yaşanmıştır. Amaç, kuzeydeki Sünni Özbek ve Sünni Türkmenlerin Horasan‘a akışını engellemektir. Kızılbaş Kürt kimliği ile Sünni Özbek ve Sünni Türkmenlerin İran toprağına sarkışını, saldırısını engellemek için özellikle Horasan sınırı boyunca iskâna tabi tutulmuşlardır.

1638-39’daki Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla, Dersim’in tamamına yakını Osmanlı ülkesine geçince, oraya daha önce yerleştirilmiş olan ailelerin önemli bir bölümü kendi eski topraklarına göç etmek zorunda kaldılar. Bunlardan bir bölümü gelip eski topraklarına yerleşti, bir bölümü ise eski toprakları bir biçimde işgal edilmiş, ellerinden çıkmış olduğu için bu göçlerini Orta Anadolu’ya doğru sürdürdüler. Bu nedenle de, özellikle 16. yy’dan itibaren perakende olarak, 17. yy’dan sonra da daha yoğunlaşmış olarak Orta Anadolu’ya doğru yoğun Kızılbaş Kürt göçleri yaşandı.

Dersim, gerek bu Kızılbaş Kürt kimliğinden dolayı gerekse az önce söylediğim gibi geçmişten bu yana İran ve Mezopotamya coğrafyasıyla olan yakınlığından dolayı, gerek nitelik gerek nicelik olarak Kızılbaş Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı bir coğrafya idi. Bugün Tunceli adıyla küçültülen Dersim, geçmişte Bingöl ve Muş’un bir bölümünü, Elazığ ve Erzincan’ın tamamını, Sivas’ın önemli bir bölümü, Malatya’nın önemli bir bölümü içine alan geniş bir coğrafya idi. Bu sebeple orada gerek Kurmancî gerekse Dimilkî lehçeleri konuşulmaktaydı ve her iki unsur da önemli bir sözlü edebiyat yaratmışlardı ve ritüellerinde de çok yoğun olarak bunu kullanıyorlardı.

Şark İlleri Asayiş Müşaviri Tankut’un “Alevi” Raporu

1949 yılında yani çok partili sisteme geçilen bir süreçte Atatürk’ün danışmanlarından Prof. Hasan Reşit Tankut, Alevi toplumunun Cumhuriyet Halk Partisi’ne nasıl bağlı tutulacağına ilişkin bir rapor hazırlıyor. Bu raporu hazırlarken bazı ilginç belirlemelerde bulunuyor. Resmi ideoloji, Aleviliği Türklükle özdeşleştirir yani “Alevi sadece Türk olur ya da sadece Türkler Alevi olur” derken, bu gizli raporlarda her şey açık açık itiraf edilir. Nitekim bu gizli raporda da Alevilerin yaşadığı coğrafya anlatılıyor, Alevilerin konuştuğu diller anlatılıyor uzun uzadıya.

Sözgelimi Aleviler’in yayılım coğrafyası konusunda şöyle diyor:“Bizde Alevilerin yayıldığı alanlar yoğunlukla Orta Anadolu’dadır. Muş ilinin Varto ilçesinden sonra Ceyş üzerinden Erzurum ve Kars içinde ince bir koridor halinde Ermenistan’a kadar uzanır. Malatya ve Elazığ’dan başlayarak Maraş ve Antep üzerinden Suriye sınırına yoğun olarak dayanır. Bunlar Kürtçe konuşan aşiret hayatına bağlı 12 İmamcı’lardır. Mersin’den başlayarak Ege’ye kadar bir Tahtacı şeridi vardır. Trakya’da Alevilik Gelibolu yarımadasının içinden başlayarak Karadeniz kıyılarından Bulgaristan’a ve Romanya’ya kadar girer.”

Görüldüğü gibi, burada bir yandan Kurmanç ya da Dimilî Kızılbaş Kürtlerinin yerleri belirlendiği gibi, aynı zamanda Tahtacı ve Yörük Türkmenlerinin, Çukurova bölgesinde Arap Alevilerinin, aynı zamanda gerek sürgün gerekse sonradan dönüşmüş olan Balkanlar’daki Kızılbaş ve Bektaşilerin yayıldığı coğrafya veriliyor. Yine dil olarak da söyleniyor, şu bölgelerde Türkçe, özellikle Dersim’de ağırlıkla Zazaca, ondan sonra Malatya, Maraş hattında çok yoğun olarak Kurmancî lehçesi, Hatay ve Çukurova’da Arapça kullanırlar, diyor. Anadil olarak ve ritüel dili olarak da ilginç tesbitlerde bulunuyor.

Burada dikkat edilecek başka enterasan bir husus da şöyle. Kızılbaşları elde tutma bağlamında diyor ki; “Alevileri safımızda tutmak için bunları kazanmak en kestirme yoldur. Kültürlü şehir Bektaşileri de içinde olmak üzere kütle halinde bütün Aleviler, şeyhlere hatta seyitlere, pir, dede ve “bab”lara yani bilimsel deyimle bablara yani kapılara/ ocaklara bağlıdırlar. Binaenaleyh, Alevileri safımızda tutmak için bunları kazanmak en kestirme yoldur.” (Bektaşilikte de en önemli dini rütbenin “baba”lık olduğunu unutmayalım ve söz konusu olan “babalık”ın da Yaresanlıktan geldiğini tekrar hatırlatmış olalım.MB) Tankut, devam ediyor: “Bu bablar Malatya, Elazığ, Tokat, Dersim, Merzifon ve Suriye’de Lazkiye gibi 5-10 yerdeki Ocak’lardan çıkar.”

Şimdi burada dikkati çeken husus şudur: Bu sayılan bölgelerin tamamına yakını, yani Malatya, Elazığ, Tokat, Dersim, Merzifon, Suriye / Lazkiye diyor ki, bunlar ağırlıkla Kızılbaş Kürt bölgeleridir.

Tankut, devam ediyor: “Bu Bab’lar 5-10 yerdeki Ocak’lardan çıkar ve sayıları elliyi geçmez 10 yerdeki ocaklardan çıkar sayıları elliyi geçmez . Her bab’ın 500 ‘e yakın yerde vekilleri vardır.” Sonuçta bütün “bab”ların, bu ocaklardan çıktığından söz ediyor, bunların yayılım alanlarını veriyor. Verdiği yerlerdeki pirlerin , dedelerin tamamının bu bab’lara bağlı olduğunu söylüyor. Dolayısyla Alevi toplulumunu CHP‘ye tâbi kılmak için öncelikle babalara, dedelere, pirlere el atmak gerektiğini, bunları elde etmek gerektiğini söylüyor ve enterasan belirlemelerde bulunuyor.

Dersim’den İçtoroslar’a “Hakikatçı Alevilik”

Ağır Ceza Reisliği yapmış Hüseyin Özcan adında emekli hakim bir arkadaş, bir kitap yazmış. Bizim, literatürde “Hakikatçi Alevilik” olarak nitelendirdiğimiz Alevilik akımıyla ilgili bir çalışma. Kitabının adını “Aleviliğin Çağdaş Yorumu /Purotluk” koymuş. fiimdi bu kitaba bakan, Purotluğu tamamen Alevilikten ayrı bir inanç sistemi olarak görebilir. Oysa biz biliyoruz ki, “Purotluk” olarak burada nitelendirilen şey Hakikatçi Aleviliktir.

Bu noktada, daha önce sözünü ettiğim Prof.Hasan Reşit Tankut ‘un 20. yüzyılın başlarındaki bir belirlemesine, tespitine yer vermek istiyorum. Hasan Reşit Tankut, daha Erzincan / Refahiye’de Maiyet Memuru olarak -maiyet memurluğu, kaymakamlığın bir öncelidir, yani yardımcı kaymakamlık gibi bir şey – görev yaparken, o tarihte oradaki bir Kızılbaş Kürt köyünde geceliyor ki, biz başka bir gizli raporunda, bunun bir Kızılbaş Kürt piri olduğunu öğreniyoruz. Aralarında şöyle bir konuşma geçiyor. Hasan Reşit Tankut, siz diyor, “kendinizi Hristiyan Ermeniler’e mi daha yakın buluyorsunuz, yoksa Müslüman Türklere mi daha yakın buluyorsunuz?” Soru da şuradan kaynaklanıyor… Birinci Dünya Savaşı yıllarında bir plebisit yapılması söz konusuydu, Ermeniler’e dönük olarak. O çerçevede bir soru soruluyor.

Şimdi köylü bir pir de olsa, son tahlilde bir Kızılbaş Kürt köylünün şu belirlemesi enteresandır. Diyor ki; “ Alevilerle Hristiyan Ermeniler arasındaki fark soğan zarı kadardır. Ermeni Hristiyanlar Tanrı’yı Baba- Oğul ve Ruh olarak anar; biz bu üçlemeyi Hak- Muhammed- Ali biçiminde söyleriz. Onların 12 Havarisi vardır, bizim 12 İmamımız… İbadet ve oruçların vakit ve şekliyle bayramlar her iki millette de aşağı yukarı aynıdır. Onlar da kadınlı -erkekli ibadet yaparlar, biz de öyle; onlar da demli- lokmalı ibadet yaparlar, biz de öyle; onlar da müzikli ibadet yaparlar, biz de öyle; onlar da rakslı yani semahlı ibadet yaparlar, biz de öyle.” Sonra devam ediyor, kadın- erkek eşitliği, kadına verilen saygı -değer bağlamında; “onlar tek kadınla evlenir ve kadın boşamazlar, biz de öyle; onlar sakal -bıyık kestirmez, kıl düşürmezler, biz de öyle” diyor. Oysa Müslümanlıkta sünnet vardır, sakalın, bıyığın sünnet edilmesi vardır. “Onlar gusul etmezler diyor, biz de öyle”. Yani biz, bir kadın erkeğin ilişkisiyle bedenin kirlendiğine, ruhun kirlendiğine inanmayız” diyor. Dolayısıyla “onlar gusul etmezler, biz de öyle” diyor.

Bilindiği gibi, Müslümanların yönelttiği büyük suçlamalardan biri de budur. Dersimli Pir devam ediyor: “Onlar göğüslerinde haç çıkartmak yoluyla şahadet getirirler, biz açık avcumuzu bağrımıza basmak suretiyle…” Çünkü Alevilikte insanı kutsama, insana tapma- tapınma esastır; gaybi bir güce değil… Kızılbaş- Kürt pirinin 20. yüzyıl başlarındaki şu sözü çok önemli: “Biz sonradan Hz. Ali efendimize uyduğumuz için adımız Alevi oldu, yoksa aramızda bir fark yoktur…”

Alevi kavramı İttihat Terakki’den sonra yaygınlaştı

Şimdi bunu biraz açmak gerekiyor… Elbette, Alevilik Hristiyanlık değil, Hristiyanlık da Alevilik değildir. Fakat burada söz konusu olan tarih içinde birbirine yakın yaşamış, içiçe yaşamış iki etnik topluluğun birbiriyle olan benzerlikleridir. Bunların dilleri farklıdır. Biri Ermenice’dir biri Kürtçe ya da Türkçe’dir belli bölgelerde. Fakat inanç olgusu, din olgusu daha farklı bir olaydır. Bunlar pekâlâ birbirlerini etkileyebilir, birbirlerine yakınlaşabilir ve dönüşebilirler. Fakat burada özelikle vurgulanan belirleme şu: Sözkonusu Dersimli Pir, bunu söylemekle biz Hristiyanız falan demiyor. Başka bir yerde, “biz çok eskiden beri vardık; sonradan Hz. Ali efendimize uyduğumuz için adımız Alevi oldu; yoksa başka bir farkımız yoktur” diyor. Bunu niye söyülüyor?

Ali’nin ortaya çıkışı milattan 600 yıl sonradır. Oysa Alevi söyleminin bizim coğrafyamızda literatürümüze girmesi neredeyse İttihat Terakki’yle yaşıttır. Ondan önce bizim yazılı literatürümüzde ya da sözlü literatürümüzde Aleviyye ya da Aleviyyun diye bir kavram yoktur. Zaten Alevilik karşılığı olan Aleviyye ya da Aleviler karşılığı olan Alevinyyun, Arapça söylemlerdir ve Arabistan yarımadasında Ali yandaşlığına ya da Ali yandaşlarına verilen isimdir. Yani doğrudan İslam içi çekişme, iktidar kavgası sonucunda Ali ‘ye yandaşlık edenler Aleviyyun; Ali yandaşlığına da Aleviyye adı verilmiştir. Bizde böyle birşey söz konusu değildir. Bizde bunun ortaya çıkışı, dediğim gibi nerdeyse İttihat -Terakki hareketiyle yaşıttır.

Bunun sebebini de biz biliyoruz: İttihat Terakkinin tek tip toplum yaratma amacı, stratejisi çerçevesinde, “Aleviliğin ayrı bir din, ayrı bir inanç, ayrı bir kültür olmadığı, bunun Türk Müslümanlığı olduğu” şeklinde bir tez ileri sürüldü ve bu tez ikame edilmeye çalışıldı. Aynen, Kürtler’in de ayrı bir halk olmadığı, bunların dağ Türkü olduğu, kart- kurt seslerinden dolayı bunların adının Kürde dönüştüğü; bunların ayrı bir millet, bir halk olmadığı, bunların dağ Türkü olduğu yolundaki bilimdışı tezi gibi, aynı tez Aleviler’e de böylece uygulanmış oldu.

Bu noktada ben, yine bizim yöremizden hakikatçi Alevilik akımından önderlerinden Momki Kosa sanıyla bilinen bir Hakikatçı- Dervişle, Alman bilim adamı Hugo Grothe’nin, 20. yy’ın başlarında yaptığı bir görüşmede tespit etmiş olduğu bir anektota yer vermek istiyorum. Alman bilim adamı Hugo Grothe, 1906 yılında bizim yöreyi yani İçtoroslar yöresini geziyor.

Komşu köyümüz Kırkısrak’ta Hakikatçi Aleviliğin önderlerinden biri olan Köse Momo’yla (Momki Kosa) bir görüşme yapıyor. Alman bilimadamı, Kızılbaşlık’la İslamiyeti karşılaştıran sorular soruyor… Diyor ki: “Kızılbaşlar kime inanır?” Bizimki cevap veriyor: “Hak, Ali ve Hüseyin’e…”

Dikkat edilirse burada “Muhammed” kavramı çıkıyor. “Bunlarla yetinmeyenler Abbas ile İmamlara da başvurabilirler…” Bu biraz Hristiyanlıktaki “baba- oğul ve kutsal ruh” nitelemesinin geçmişte “Meryem- oğul ve kutsal ruh” olmasına benziyor. Fakat daha sonra süreç içerisinde bunun yerine “baba”lığın konması, Meryem’in çıkması gibi; İçtoroslar yöresinde de, bu daha da yerine oturtulmak amacıyla “Hak- Ali ve Hüseyin” teslisiyle (üçlemesiyle) veriliyor. “Bunlarla yetinmeyenler Abbas ile İmamlara başvurabilirler” diyor. Soru: “Hocanız ve caminiz var mı?” Cevap:” Bu yaşıma kadar hoca görmedim. Canı dua etmek isteyen evinde etsin, birgün birisi köye bir cami yapalım diye bir teklifte bulundu ama öyle bir şeyi yaparsak ancak içine eşekler doluşur” yanıtını aldı. Niçin, çünkü kullanılmayan ibadet yeri ya da başka bir fonksiyonla kullanılmayan bir yer, sonuçta hayvanların barınağına dönüşecektir…

“Sünnet eder misiniz?” diye soruyor. Bilindiği gibi Tanrı’nın emirleri farz; Muhammed’in emirleri ,istekleri sünnet olarak kabul edilir Müslümanlıkta. Bu çerçevede, erkeklerin sünnet edilmesi de İslamiyetin önemli bir ölçütü, bir göstergesi gibi algılanır ve Kızılbaşların sünnet olmadıkları iddiasıyla Kızılbaşlara bu konuda da bir dizi töhmetler yapılır. Bu sebeple soruyor ve “sünnet eder misiniz?” diyor. Bizimki cevap veriyor: “Evet ama bu bir gelenektir zaten”. Dikkat edilirse “bu bir gelenektir” diyor, “bu dinimizin gereğidir, inancımızın gereğidir“ demiyor. “Bu bir gelenektir zaten. Gerçi bu adamda fazla bir şey değiştirmiyor, sanki horozun gerdanından ya da köpeğin kulağından bir parça kesmişsin, aynı şey…” diyor.

Dikkat edilirse bir kutsiyet atfedilmiyor kesinlikle. “Ramazan’ı tutar mısınız?” diye soruyor, Alman bilimadamı ve gezgin. Öyle ya İslamiyet’in çok önem verdiği, yılda bir ay tuttukları bir Ramazan orucu var. Bizimki bunu şahsileştiriyor ve mizahi anlamda şu cevabı veriyor: “Ha, o benim dostum, o gelince ben onu tutmam, istediği gibi yoluna devam eder gider…” Yani ben Ramazan orucunu tutmam. Benim Kızılbaş olarak orucum farklıdır.

Nedir bu oruç: Kızılbaş Kürtler’de daha çok Hızır orucu vardır. Buna ayrıca Alevi toplumunun genelinde bir de 12 İmam orucu eklenmiştir. “Sizde düğün nişan nasıl yapılır” diye bir soru var. Ona da son derece makul bir cevap veriliyor. Sonra, “sizde tek eşlilik mi, çok eşlilik mi hakim?” diye soruyor. Cevap şöyle: “Töremize göre tek kadın alırız” diyor. Kadın erkek eşitliği dolayısıyla.Ondan sonra,” En önemli görevleriniz nelerdir?” diye bir soru geliyor. Cevap şöyle:” En önemlisi misafirperverlik, verdiği hizmet için misafirinden para alan birisine iyi gözle bakılmaz. Köy halkı onu cezalandırabilir ya da köyden kovabilir .İnsanlar çıkar gözetmeksizin birbirleriyle yardımlaşmak için doğarlar…”

Özellikle burası çok önemli. “Hani sizin kitabınız ne?” diye-sanki bütün dinler kitabî olmak zorundaymış gibi- Kızılbaşlar’a yöneltilen ya da bazı bilinçsiz Alevilerin, yönelttiği bir soru var. Grothe soruyor: “Öğretilerinizi yazan ve yayılmasını sağlayan bir kitabınız var mı?” Yani semavi addedilen kitap soruluyor. Komşu köylümüz Momki Kosa şöyle cevap veriyor: ”Bende yok, zaten okumasını da bilmem…”Yani bilsin ya da bilmesin böyle cevaplandırıyor. “Yaradana ve insanoğluna karşı yükümlülükleri emreden kitap, erdemli insanın kendi içindedir…” Bu çok önemli, işte bunu kavramadan, buradaki kitap ve Tanrı olgusunu kavramdan, Aleviliği anlamak mümkün değil…

Dersim- İçtoroslar hattında Kızılbaş-Hıristiyan etkileşimi

İşte, böyle bir anlayıştan gelen Kızılbaş Kürtler özellikle 19.yy da dünyanın giderek küçülmesi, Osmanlı’nın batıya açılması, Osmanlı’nın batılılaşma çabaları, modernleşme çabaları çerçevesinde ilk defa Batılı misyon şefleriyle, Batılı misyonlarla ondan sonra gezginlerle ve misyonerlerle görüştüler, tanık oldular. O güne kadar bu toplumun yaramaz çocukları, sahipsiz çocukları iken ilk defa Batılı misyonlarla, gezginlerle, araştırmacılarla, misyonerlerle karşı karşıya geliyorlar ve bu karşılıklı görüşme algılama ilk defa Batılıların Kızılbaşlığı ki, Kızılbaş Aleviliği diyoruz biz bugün buna, daha iyi algılamalarına yol açıyor, vesile oluyor.

Bu konuda bir sürü raporlar hazırlanıyor, yayınlanıyor. Fakat özellikle buna önayak olan Amerika’daki Protestan Kilisesinin bu faaliyetleri çerçevesinde, bir yandan Gayrimüslim unsurlar, Hristiyan Ermeni, Keldani, Süryani gibi unsurlarla yakın diyaloglar kurulurken, bir yandan da Kızılbaş Kürtler’le yakın diyaloglar kurulması, Sarayı çok rahatsız ediyor. Bu kişiler izinli geldikleri ve faaliyet yürüttükleri halde, bu durum yönetimi rahatsız ediyor ve hem çevreden, hem de bizzatihi devlet yöneticilerinden çeşitli şikayetlere vesile oluyor. Nitekim, 19.yy’ın ikinci yarısından itibaren, özellikle son çeyreğinde bu konuda yani Kızılbaşların Hristiyanlaştıklarını içeren çeşitli şikayet yazıları yazıldığına tanık oluyoruz. İşin aslına bakılırsa, bu, aslında o tarihe kadar dışarıya vurulmayan, bilince çıkmayan duyguların, düşüncelerin dışa vurumuydu…

Bu tabiî ki Sarayı rahatsız ediyor. Özellikle, Hamidiye Alaylarının kurulması çerçevesinde Sünni Kürtler’le önemli ölçüde yakın diyalog kurulması karşısında, Kızılbaş Kürtler’in bu mevcut konumu Sarayı rahatsız ediyor. Bu nedenle, Protestan Kilisesinin faaliyetleri yasaklandığı gibi, bu akıma öncülük eden -ki biz buna Hakikatçi Alevi akımı diyoruz- muhtelif kişiler tutuklanıyor ve gerek Anadolu içlerinde başka yörelere, gerekse Balkan ülkelerine kadar sürülüyor. (Daha 15. yüzyıldan itibaren Balkanlar’a ya da fethedilen adalara Kızılbaş sürgünleri yapıldığı biliniyor). Nitekim Purotluk kitabında anlatılan Erzincan/ Dersimli hakikatçı şahsiyetler, 19. yüzyılın ortalarında Bulgaristan’a sürülmüşlerdir…

Mehmet Bayrak

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.