Fikret BAŞKAYA : Kutsal Devlette Câmi ve Okul
Fikret BAŞKAYA : ‘Kutsal Devlette’ Câmi ve Okul (...) Alevilerin bir bölümü bütçeden pay almak, maaşa bağlanmak...
Fikret BAŞKAYA : ‘Kutsal Devlette’ Câmi ve Okul
(...) Alevilerin bir bölümü bütçeden pay almak, maaşa bağlanmak için çoktan seferber olmuş durumdalar. Aslında zahmet edip sözlüğe bakılırsa, cem’in cami’nin çoğulu olduğu görülecektir. Dolasıyıla, cemevi demekle cami demek arasında bir fark yok. İkisi aynı şey. O zaman ikiyüzlülüğe gerek olmamalıdır. Hâni Alevilik ilericilikti, özgürlükçülüktü, hoş görüydü... Alevilik de son tahlilde diğerleri gibi pre-kapitalist, pre-modern bir ideolojidir. Daha fazlası değil... Boşuna gelin - güveyi olup, kendini aldatmanın bir âlemi var mı? O halde devletin diyanetinde, camisinde yer edinme aymazlığını bırakıp, dinin her türlüsünün devlet aygıtının dışına çıkarılması için mücadele etmek daha anlamlı değil mi? Sorunların çözümü devletten maaş alan ‘alevi imamlardan’ mı geçiyor? Aleviler de cami kapsamına alınmak istenirken, ağızlarını her açtıklarında ‘Türkiye laiktir laik kalacak’ diyenlerin kulakları çınlıyor mudur dersiniz...
Fikret BAŞKAYA : ‘Kutsal Devlette’ Câmi ve Okul
Tevâtür farklı olsa da, Cumhuriyet bir hükümet darbesiyle kuruldu. Bunun anlamı gerçek anlamda bir ‘cumhuriyetin’ [res publica] hiçbir zaman kurulmamış olmasıdır. Bilindiği gibi hükümet darbeleri devleti dönüştürmez, sadece sürekliliğini sağlamayı amaçlar. Değişiklik devleti angaje etmez, adı üstünde hükümet darbesi [coup d’état]. 1923’deki yegâne yenilik bir hükümet darbesiyle padişah’ın tasfiye edilmesiydi. Anayasal bir monarşi olan rejim de 1923’den sonra bir otokrasiye dönüşecekti... Dolayısıyla devletin niteliği ve devlet-toplum ilişkisinde kayda değer bir değişiklik söz konusu değildi. Bazılarının kullanmayı pek sevdiği ‘kopuş’ gerçekleşmedi. Yönetenler ve yönetilenler oldukları yerde kaldılar. Velhasıl tevâtür edilenle gerçek durum arasında bâriz bir uyumsuzluk söz konusuydu. İşte bu ‘uyumsuzluğu’ gizlemenin yolu da, bağnaz bir resmi ideoloji oluşturmaktan geçiyordu ve oluşturdular. Rejim, kendini farklı ve yepyeni birşeymiş gibi sunuyordu ama söz konusu söylemin gerçek hayatta bir karşılığı yoktu. Başka türlü ifade edersek, ‘modernleşen’ toplum değil devletti, “yenilikler” toplumdan çok devleti angaje ediyordu, üstelik pek de ‘yeni’ sayılmazlardı. Böylesi bir ortamda toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan köylü kitlesi için “Eski” ile “Yeni” arasındaki ayrım farkedilir değildi. Toprak ağaları, şıhlar, mütegallibe, vb. yerli yerinde duruyordu. Devlet ricalinin topluma bakışı veya devlet - toplum ilişkisinin yönü ve mâhiyeti hiçbir değişikliğe uğramamıştı. Resmi söylemin aksine reaya yurttaş olabilmiş değildi. “Yeni” olduğu söylenen rejim, kitlelerin yaşamını angaje eden hiç birşey teklif etmiyordu, etmesi de zaten mümkün değildi. Toprak ağalarının ve devletin [hazinenin] elindeki toprakları topraksız ve az topraklı köylüye dağıtmak şurda dursun, ‘hukuk inkilâbı’ denilenle birlikte toprak ağalarının ve mütegallibenin toprakları daha da genişlemişti. Geniş emekçi halk kitlelerinin yaşamında bir değişiklik söz konusu olmazsa, “yeni olduğunu” iddia eden rejimin yeni bir egemen ideoloji oluşturması zorlaşır. Başka bir ifade ile, rejim sağlam bir meşruiyet temelinden yoksun kalır... Devlet sürekli “kendi” halkından korkar, emekçi halk çoğunluğuna karşı sürekli teyakkûz halindedir. O zaman açığı kapatmak için “vatan kurtarma” retoriği devreye sokuldu. Birileri vatanı kurtarmıştı ve halka da orada yaşama hakkı lütfedilmişti. Herhalde birileri vatanı kurtarırken halk da pikniğe gitmişti... Oysa vatandan çok devlet kurtarılmıştı. Eğer vatandan imparatorluğun toprakları kastediliyorduysa, söz konusu olan kurtarmak değil kaybetmekti. Zaten Osmanlı- İttihatçı geleneğinde vatan dendiğinde kastedilen devlettir ve devlet kutsaldır [devletin neden kutsal sayıldığının tahliline burada girmiyorum]. Sosyal bir dönüşümün söz konusu olmadığı koşullarda, “meşruiyet açığını” kapatmanın yolu, ideolojik kerteye yüklenmekten geçiyordu. Onun için TC’de ideolojik belirleyicilik her zaman önemli oldu. Resmi ideolojinin oluşturulmasında ve genç nesillerin bilincine nüfûz etmesinde de okul ve öğretmen başat bir rol oynayacaktı.
“Eğitenlerin de eğitilmeye ihtiyacı vardır” denmiştir...
Cumhuriyet döneminde okul sistemi aydınlamanın ve modernitenin timsâli sayıldı, lâkin bir sorun vardı: Ülkenin tarihinde bir modernite devrimi ve aydınlanma yaşanmamıştı. “Eski Rejim”le bir hesaplaşma veya aynı anlama gelmek üzere bir ideolojik-entellektüel kopuş gerçekleşmemişti. Eğer bir modernite devrimi ve aydınlanma sürecinden geçilmiş olsaydı, devlet kutsanan birşey olmaz ve devlet-toplum ilişkisi de az-çok değişikliğe uğrardı. Otokrasinin hizmetindeki eğitimin hârikalar yaratacağı sanılıyor ve söyleniyordu. Sosyal bir dönüşüm yokluğunda gelenkesel ideolojinin varlığını südürmesi anlaşılır birşeydir. Eğitim yoluyla toplumun değiştirilebileceği söylendi. Önce mektep okul, muallim öğretmen, talebe öğrenci, âyin tören olarak değiştirildi. Muallim öğretmen oldu ama çocuklar onlara ‘hocam’ demeye devam ettiler. Arapçadır denilip atılan muallim’in yerine ‘men’ eki getirilerek “yaratılan” yeni isim tutmadı. Öğretmenler gününde öğretmenine küçük bir hediye veren kız öğrenci karta şöyle yazmıştı: “Öğretmenler günün kutlu olsun hocam” . Eğitim ve okul sistemi geleneksel kutsallığa karşı çıkıyor görünürken, kendi kutsallarını yarattı. Yenilik, modernlik, çağdaşlık, muasır medeniyeti yakalama söylemine aşırı vurgu yapılsa da, söz konusu olan bir tür kutsallığı bir başkasıyla ikâme etmekten ibaretti. Geleneksel kutsallığın yerine ‘modern’ denilen rejimin kutsalları konmuştu ve değişiklik sorunun özünden çok ‘biçimi’ angaje ediyordu. Dolayısıyla kutsallığın sizin ‘laik kutsallığınız’ olmasının bir kıymet-i harbiyesi yoktur... Önemli olan kimin kutsandığı değil, bizzat kutsama fiilinin kendisidir. Aslında söz konusu olan, Mustafa Kemal’in kişiliğinde ve onunla ilgili yaratılan efsane aracılığıyla devletin ve devletlilerin sınıfsal çıkarlarının, ayrıcalıklarının, dokunulmazlıklarının kutsanması ve korunmasıydı. İşte öğretmenin misyonu bu kutsama işine memur edilmekten ibaretti. Velhasıl, rejimin resmi ideolojisinin çocuklar ve gençler tarafından içselleştirilmesini sağlamaktı... Resmi ideoloji geleneksel ideoloji olan dinin karşısına kendi tabularını, kutsallarını, ritüellerini çıkardı. Vatan [devlet] ve vatanı kurtardığı söylenen kişi kutsandı-putlaştırıldı-tabulaştırıldı. Onun yaşadığı dönem rejimin asr-ı saadet dönemi sayıldı. Hz. Muhammed’in Hadis-i şerifi’nin laik cumhuriyetteki karşılığı Mustafa Kemal’in Söylev ve demeçleriydi... Dinî ayinlerin yerini çok sayıda laik tören [ayin] aldı. Kutlu doğum’a karşı mutlu doğum, vb., Çelişik olarak, aşırı modernlik söylemine, bıktırıcı bir kutsama, tabulaştırma, putlaştırma ve kült yaratma süreci eşlik etti... İlkokula başlayan çocukların yıllarca içtikleri and [ettikleri yemin] bile, rejimin moderniteden ne ölçüde nasibini aldığını göstermeye yeter. Duaya besmeleyle başlamanın okuldaki karşılığı ‘öğrenci andı’... Çocuklar her sabah eğitime Mustafa Kemal’in adını anarak başlıyorlar ve “onun gösterdiği yoldan sapmayacaklarına” dair yemin ediyorlar. Her sabah ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım’ı tekrar etmek pedagojik bakımdan sakıncalı olsa da, eğitim sisteminde pedagojik kaygılara yer yoktur. Daha da önemlisi, çocukların tamamı etnik köken olarak Türk olmayabilir ve değildir. Dolayısıyla söz konusu yeminin, etnik olarak Türk olmayanlar [Kürtler, Çerkezler, Araplar, vb.] için bir işkenceye dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu durumun vehâmetini kavramak için onbinlerce Türk asıllı çocuğun yaşadığı Almanya’da öğrencilerin her sabah benzer bir yemin etmek zorunda olduklarını düşünün: Almanım, çalışkanım, becerikliyim, akıllıyım, vb. Bunun ne tür bir saçmalık olduğunu, güne bir yalanla başlamanın ne demeye geldiğini söylemeye gerek var mı? Kaldı ki, “Ey büyük Atatürk, açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime and içerim” diyerek sınıfa giren çocuk için, artık düşünmeye de gerek yok. Zira ‘ulu önder’ onun yerine düşünmüş ve gidilecek yolu ve istikâmeti de göstermiş olduğuna göre... Elbette küçücük çocukların bu duruma itiraz etmeleri beklenemez. Böyle bir itiraz ancak pedagojik kaygılar taşıması gereken öğretmenlerden gelebilirdi ama öğretmene yüklenen misyon belliyken böyle birşeyi tasavvur etmek bile yersizdir... Yegane misyonu, çocukların bilincini köreltmek, bu amaçla boğucu resmi ideolojiyi beyinlere enjekte etmek olan eğiticilerden böyle birşey beklemek iyimserlik olurdu... Aslında okullar okuldan çok kışlaya benziyor ve genel bir çerçevede Türkiye’deki okulları yarı-askeri kurumlar saymak abartma olmaz. Kışla da zaten rejimin tabularının kafalara sokulduğu bir yer olarak, sadece askerî eğitim yapılan bir yer değil. Okulların kışladan farkı, ‘askerî’ eğitimin ‘düşük yoğunluklu’ olması ve öğrencilerin akşamları evlerine dönmesinden ibaret. Dolayısıyla okullarda da askerî mantığın geçerli olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. Zaten okullarda yapılan esas itibariyle öğretimden çok eğitim veya aynı anlama gelmek üzere tâlim ve terbiye, ... Sayısız “laik tabular” ve bezdirici törenlerle bilinci ve düşünme yeteneği köreltilen bir neslin, kitap okuma konusunda isteksiz oluşu, okumayı bir külfet olarak görmesi neden şaşırtıcı olsun? Devletin kitap yakma geleneği de biliniyorken... Okullarda verilen eğitim [tâlim ve terbiye] devletin istediği gibi düşünen [mümkünse düşünmeyen] insanlar yetiştirmek üzere kurgulanmış durumda. Okullar bir tür ‘sömürü düzenine uygun kafa imalathâneleri...’ Eğitim, baştan sona gençlerdeki tecessüsü, düşünme yeteneğini, sorgulamayı ve yaratıcı potansiyeli köreltmeyi amaçlıyor... Ancak o zaman soru sorulmaz, şeylerin gerçeği araştırılmaz, eleştiri yapılmaz, itiraz edilmez, eleştirel bilinç gelişmez, farklı, yeni ve orijinal olana tahammül edilmez... Fakat eğitilenleri soru soramaz duruma getirmek için, işe eğitenlerden başlamak gerekiyordu.
Cami mi? büyükler için devlet okulu mu?
Daha önce de defaaten yazdığım gibi, TC’de din-devlet ilişkisi Osmanlı İmparatorluğu’ndakinin devamıydı. Osmanlılar’daki sistem de Bizans’takinin benzeriydi. Fakat gerçek dünyada reel bir karşılığı olmayan abartılı laiklik söylemi, bu durumun anlaşılmasını zorlaştırdı. Türkiye’deki rejimin laik sayılabilmesinin asgari koşulu, dinin devlet aygıtının dışına çıkarılması ve vicdan özgürlüğünün güvence altına alınmasıydı. Bir rejim, ancak dinin hiç bir politik işlev üstlenmediği, devlete bulaşmadığı, devletin de dinle ilişkisinin kesildiği, din alanına müdahale etmediği durumda, laik tanımını hak edebilir. Rejim böyle bir şeye cesaret edecek kadar güçlü değildi. O zaman geriye dini araçlaştırmak, manipüle etmek kalıyordu. Bu amaçla din, duruma göre baskı altına alındı veya belirli amaçlar için araçlaştırıldı [sola ve genel olarak aydınlanmaya karşı kullanmak, vb...]. İrtica, bir “iç düşman” olarak iktidarın kendini yeniden üretmesinin bir ‘aracı’, onun varlık nedenlerinden biriydi. Yönetici elit ancak ‘kurtarıcılık retoriğiyle’ kendini yeniden ürebildiği için, konjonktüre göre halkı irticadan, komünizmden, bölücülükten kurtarmaya devam ediyor... Aslında her seferinde ‘kurtarılandan’ değil de ‘kotarılandan’ söz etmek daha uygundur. Devlet genç neslin önemli bir bölümünü okullar aracılığıyla kapsıyordu ama geniş yetişkinler kitlesi kapsama alanının dışında kalmıştı. Onlara ulaşmanın yolu da Diyanet, İmam Hatip Okulları, Kur’an Kursları, radyo-televizyon proğramları, Haç’a gidişin devlet tarafından organizasyonundan, vb. geçiyordu. Fakat üstesinden gelinmesi zor bir çelişki söz konusuydu. Devlet dine karıştıkça, din de devlete karışmak durumundaydı ve bu çelişki giderek karışanlara karışılır, kullananlar kullanılır biçimini alacaktı. Devlet dini araçlaştırıp kullanmak isterken, din de devlet aygıtına nüfuz edecekti... Aslında bunda şaşılacak birşey yoktur: Karışma fiili her zaman doğası gereği karşılıklıdır, adı üstünde karışmak iki tarafı angaje eder... 1930’lu yılların: “herşey devlet için ve devlet içinde” sloganı câmiyi de kapsıyordu elbette. Bu amaçla caminin de devletin ideolojik aygıtlarından biri haline getirilmesi gerekiyordu. İmam, öğretmenin camideki benzeridir, maaşını devlet öder o da bir devlet okulu olan İmam Hatip Okulu’ndan mezundur. İl müftüsü de il milli eğitim müdürünün karşılığıdır. İmamın okuduğu hutbe, verdiği vaaz merkezden yollanır, misyonu resmi ideolojiyle harmanlanmış “devlet dininin” bekçiliğini yapmaktır. Buna “Atatürk İlke ve İnkılâplarına bağlı din” demek de mümkündür... Aslında rejim Genel Kurmay - Diyânet ikilisine dayanıyor ama başta hukukçular taifesi olmak üzere, rejimin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olduğunu “sananlar” hayli çok... Cami de aynı okullar gibi Ulu Önderin, vatanın, devletin, militarizmin ve savaşseverliğin kutsandığı bir kurum. Şimdilerde bu duruma bir tuhaflık daha eklenmek üzere... Caminin kapsama alanını daha da genişletilmek üzere Aleviler sahnede... Alevileri de Cem Evi söylemiyle sürece dahil etmek için son dönemde yoğun bir çaba gözleniyor. Bu amaçla adı cem evi olan yeni camiler ve yeni İmamların devreye sokulması planlanıyor. Alevilerin bir bölümü bütçeden pay almak, maaşa bağlanmak için çoktan seferber olmuş durumdalar. Aslında zahmet edip sözlüğe bakılırsa, cem’in cami’nin çoğulu olduğu görülecektir. Dolasıyıla, cemevi demekle cami demek arasında bir fark yok. İkisi aynı şey. O zaman ikiyüzlülüğe gerek olmamalıdır. Hâni Alevilik ilericilikti, özgürlükçülüktü, hoş görüydü... Alevilik de son tahlilde diğerleri gibi pre-kapitalist, pre-modern bir ideolojidir. Daha fazlası değil... Boşuna gelin - güveyi olup, kendini aldatmanın bir âlemi var mı? O halde devletin diyanetinde, camisinde yer edinme aymazlığını bırakıp, dinin her türlüsünün devlet aygıtının dışına çıkarılması için mücadele etmek daha anlamlı değil mi? Sorunların çözümü devletten maaş alan ‘alevi imamlardan’ mı geçiyor? Aleviler de cami kapsamına alınmak istenirken, ağızlarını her açtıklarında ‘Türkiye laiktir laik kalacak’ diyenlerin kulakları çınlıyor mudur dersiniz...
Fikret Başkaya
30 Kasım 2007
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.