Fatih YAŞLI : Üniversitede (Hangi) Özgürlük?

Fatih YAŞLI : Üniversitede (Hangi) Özgürlük?

Fatih YAŞLI : Üniversitede (Hangi) Özgürlük? Liberal-muhafazakâr ittifakın akademideki temsilcileri, türban serbestîsi...

A+A-

Fatih YAŞLI : Üniversitede (Hangi) Özgürlük?Fatih YAŞLI : Üniversitede (Hangi) Özgürlük?
 
Liberal-muhafazakâr ittifakın akademideki temsilcileri, türban serbestîsi ile ilgili tavırlarını, “üniversitede özgürlük” isimli bir metni imzaya açarak gösterdiler. Türban yasağını, ittifakın meşrebine uygun bir şekilde, bireysel bir özgürlük sorunu ve bir insan hakkı ihlali olarak gören metne yaklaşık üç bin akademisyen imza attı ve medya bunu, “üniversite özgürlük istiyor” şeklinde özetleyebileceğimiz bir yaklaşımla haberleştirdi.

Kampanyayı başlatan iki ismin ve ilk imzacıların Gülen tarikatının gazetesinde köşe ya da yorum yazıları yazıyor olmaları, yine ilk imzacıların arasında yeni anayasayı hazırlayan isimlerin bulunması, İhsan Dağı ve Mümtazer Türköne gibi aynı gazetede köşe sahibi olan akademisyenlerin eşlerinin AKP milletvekili olması gibi ayrıntılar ise ısrarlı bir şekilde görmezden gelindi.

Metne imza atanların önemlice bir bölümü erkekti, çoğu taşra üniversitelerindendi ve doçent ya da yardımcı doçent seviyesindeydiler. Bu da imzacıların bileşimine dair önemli bir ipucu veriyordu: Türk-İslam sentezinin ve YÖK’ün birer ürünü olan taşra üniversitelerine, Türk sağının kadrolaşma stratejisine uygun bir şekilde, 80’li yıllardan itibaren asistan olarak alınmışlardı; akademik üretimleri ise iktisadi alanda bir serbest piyasacılıkla, siyasal ve toplumsal alanda milliyetçi-muhafazakâr bir çizgiyi benimsediklerini ortaya koyuyordu.

Dolayısıyla imzacıların, birkaç “solcu” akademisyen haricinde, YÖK’le, üniversitedeki anti-demokratik uygulamalarla, örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerle, ülkücü-faşist terörle, sosyalist olan ya da dindar olmayan öğrencilerin üzerindeki baskılarla bugüne kadar herhangi bir meseleleri olmamıştı, “özgürlükçü akademisyenler”in özgürlükten ne anladığı açıktı: kadınların evlerinden ancak başlarını kapatarak çıkabilmeleri özgürlüğü.

Yeni YÖK başkanının da özgürlüğü aynı şekilde anladığı açıktı; göreve geldiği ilk gün “üniversitede yasaklar kalkacak” açıklamasını yapan Yusuf Ziya Özcan’ın da yasak derken esas olarak türban sorununu kastettiği açıktı. YÖK başkanı iki önemli açıklama daha yaptı: üniversitelerin paralı olması ve asistanların kadrolu elemanlar olarak değil burslu görev yapmaları gerektiğini söyledi.

Bu, AKP’nin ve liberal-muhafazakâr ittifakın üniversite vizyonuna gayet uygundu elbette: emekçi çocuklarının yüzüne kapatılmış, içeri girmeye başaranların ise burs sistemi aracılığıyla köleleştirildiği, genç akademisyenlerin sosyal güvenceden yoksun bir şekilde, her an burslarının kesilme ve işten atılma tehdidiyle çalıştırıldıkları ve bu tehdidi, yapacakları bilimsel faaliyetlerin her aşamasında hissedecekleri bir kurum, gericilikle piyasacılığın el ele verdiği, sistemin bekasına ve meşruiyetine hizmet eden bir mekân.

Üniversitede özgürlük metninin politik olarak taşıdığı anlam böyle. Metne destek veren solcu akademisyenlerin bu anlamı görmezden gelmelerini ise en hafif tabirle politik körlük olarak tanımlamak mümkün ve elbette Marksist yönteme ilişkin bir ilkeyi, bütünlük ilkesini unutmuş olmaları ile. Yoksa türbanı, politik konjonktürün içinden cımbızla çekip aldıktan sonra bir özgürlük meselesi olarak görmenin başka nasıl bir açıklaması olabilir ki?

İmzacı solcu akademisyenlerin bazılarının bir süre sonra, “sadece özgürlük yetmez, laiklik de isteyelim” diyerek yeni bir imza kampanyası başlatmaları ise sahiden de trajikomik görünüyor. “Türban özgür olsun ama 301. maddeyi de kaldırın” şeklinde özetlenebilecek Habermas esinli bu müzakereci yaklaşımı trajikomik kılan ise şu: AKP-MHP koalisyonunun ve gericiliğin Habermas’tan, diyalojik demokrasiden, müzakereden pek haberi yok.

Söz konusu akademisyenler, belki liberal-muhafazakar ittifakın siyasi projesine çeşni niyetine ilave edildiklerini, Gülenci bir operasyonun nesnesi haline getirildiklerini geç de olsa fark etmiş olabilirler ama asıl motivasyon kaynakları, “türbana hayır” şeklinde çok net bir tavır belirleyen, AKP gericiliğine ve piyasacılığına, ılımlı İslam’a, Büyük Ortadoğu Projesi’ne ve emperyalizme karşı mücadeleyi türbanla ilişkilendiren karşı bir imza metninin gördüğü ilgiden başka bir şey değil kanımca. Arkaik gördükleri, yerden yere vurdukları, jakobenlikle, dogmatizmle, Ortodokslukla eleştirdikleri bir sol anlayışın, liberalizme, sivil toplumculuğa, çokkültürlülük, kimlik, hoşgörü gibi kavramlara yüz vermeyen bir sol anlayışın akademide yarattığı etki, “üçüncü cephe”yi, “demokrasi samimiyet ister” cephesini açtırdı bu akademisyenlere.

Oysa samimiyet bekledikleri Türkiye gericiliğinin samimi olmak gibi bir derdi yok, çünkü gericilik, kamusal mülkiyetin köklü tasfiyesiyle, hayatın her alanının piyasalaştırılmasıyla, emekçilerin haklarının gasp edilmesiyle ve tüm bunların üzerinin türbanla kapatılmasıyla meşgul. Çünkü gericilik, türbanın, sızdığı her toplumsal alanın muhalefet potansiyelini ortadan kaldırdığını, cemaat ilişkilerini yaygınlaştırdığını, eşitsizlikleri, yoksulluğu ve sömürüyü meşrulaştırdığını ve katlanılır kıldığını gayet iyi biliyor.

Türkiye’de, anti-kapitalist olmakla, emeğin yanında saf tutmakla, sosyalist olmakla, gericiliğe karşı, muhafazakâr-liberal ittifakın ideolojik hegemonyasına karşı, tarikat ve cemaat yapılanmalarına karşı mücadele etmek geçmişte hiç olmadığı kadar iç içe geçmiş durumda bulunuyor, birine karşı mücadele etmek, ayrıştırılamaz bir şekilde ötekilere karşı da mücadele etmek anlamına geliyor, bunu gerektiriyor. Üniversitede özgürlük talebi de bu mücadelenin ötesinde, liberal bir demagojiyi devam ettirmeyi saymazsak, herhangi bir anlam taşımıyor.

Fatih Yaşlı
www.sendika.org
11 Şubat 2008

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.