"Ermeniler İyi Komşu Olmak Zorundaydı"

"Ermeniler İyi Komşu Olmak Zorundaydı"

Tatyos Bebek’in yolculuğu Türkiye’nin tek Ermeni köyü olan Vakıflı’dan başlıyor, tek Ermeni’nin olmadığı Karabük’te devam ediyor. Yolculuğun...

A+A-

Tatyos Bebek’in yolculuğu Türkiye’nin tek Ermeni köyü olan Vakıflı’dan başlıyor, tek Ermeni’nin olmadığı Karabük’te devam ediyor. Yolculuğun şimdiki durağı İstanbul.

Diş hekimi aynı zamanda Türkiyeli Ermenilerin sorunları üzerine çalışan Düşünce Platformu üyesi. Ermeni okullarında okumayan Bebek, gençliğinden itibaren, Türkiye solu içinde mücadele ediyor, siyaset yapıyor.

Tatyos Bebek, Musa Dağı "masalı"ndan, hep "iyi" olmuş Ermeni komşulara kadar, Türkiye’de Ermeni olmanın satır başlarını anlatıyor.

Nerelisiniz?

Hatay’lıyım, Türkiye’nin tek Ermeni köyü Vakıflı’danım. 1900’lü yılların başlarında “Musa Dağı” denen o bölgede yedi Ermeni köy varmış. 1915’te tehcir kararına bizimkiler karşı çıkmışlar. Devlet güçleri saldırınca dağa kaçmışlar. Dağda yaklaşık 40 gün çarpışarak direnmişler. “Musa Dağı’nda 40 gün” oradan gelen bir hikaye.

Birinci dünya savaşı sürmekte olduğundan Akdeniz’de dolaşan Fransız filosundaki Ermeni bir teğmen bizimkileri görmüş. Tahliye edip Mısır’a Portsaid’e götürmüşler. Kızılhaç çadırlarında 4 yıl kalmışlar. Dedem anlatırdı, o sırada  8 yaşlarındaymış. Savaş bitince, Hatay Sancağı Fransız idaresine geçtiği için yeniden dönüyorlar köylerine. Oralarda kalanlar da oluyor tabii. Hala Mısır’da akrabalarımız var mesela.

Hatay 1938’e kadar Fransızların egemenliğinde kalıyor ve yirmi yıllık zaman içinde kendi kültürünü olabildiğince yayıyor. Bizim köyde okul varmış o zamanlar (artık yok) ve okuyanlar Fransızca, Ermenice, Eski Türkçe öğrenirlermiş. Hatay Sancağı 1939’da halk oylamasıyla Türkiye’ye ilhak oluyor. Bunun üzerine “Türkler yine geliyor” diyen köylüler, ülkeyi terkedip Suriye ve Lübnan’a, oralardan da başka ülkelere gidiyorlar. Bu arada topraklarını bırakıp gitmek istemeyenler oluyor tabii. Onlar da şimdiki Vakıflı köyünde toplanıp yerleşiyorlar. Gidenler için Gülbenkyan’ın öncülüğünde Lübnan sınırları içerisinde büyük bir toprak alınıyor (Anjar) ve oraya yerleşiyorlar, yeni bir Musadağ oluşturuyorlar. O yıllarda çorak olan araziyi bağlık, bahçelik cennet gibi bir yere çeviriyorlar.

 
Tatyos Bebek'in Musa Dağı'nda çarpışan dedeleri. O dönem bölgede 8 bin 532 nüfus, 7 kilise, 2 manastır, 10 okul, 487 ögrenci varmış (Kaynak: Raymond h. Kevorkian 1915 öncesinde Osmanlı İmparatorluğunda Ermeniler)

Siz oradan Karabük’e göçmüşsünüz. 

Babam 2. dünya savaşında okulu bırakmış. Çıraklıktan dişçi olmuş. Hatay ilçesi Kırıkhan’da mesleğini icra etti. Ben ilk ve orta okulu Kırıkhan’da okudum. O zamanlar hala 5-6 Ermeni aile vardı. Kozmopolit bir yerdi, hiç kimlik problemi yaşamadık diyebilirim. Hatırlıyorum, evimizde yüksek bir yerde duran seccade vardı. Ezan okunduğunda radyoyu kapatırdık.

Orta okul bittiğinde babamın iş durumu nedeniyle Karabük’e yerleştik. Sudan çıkmış balık gibi oldum. Hatay’da Ermeniler bilinir ama Karabük’te tek Ermeni aile biziz. Okulda öğretmenler, arkadaşlar ismim Tatyos’un anlamını sorarlardı. Ermeniyim diyemiyorum, çekiniyorum. “Bir besteci Tatyos efendi varmış, dedemler onu çok severmiş, o yüzden koymuşlar” diye geçiştirirdim. Oysa ismimin anlamı Hz. İsa'nın 12 havarisinden biriydi. Çok zor geçti ilk zamanlarım. Önceki yıllarda başarılı bir öğrenci olmama rağmen ilk dönem karnede 6 zayıfım vardı. Tarih derslerinde Ermeniler’den bahsedildiğinde yer yarılsa da altına girsem derdim. Sonra alıştık, ne olduğumuz belli oldu. Ama hiçbir zaman açık yüreklilikle ben Ermeniyim diyemedim.

Üniversiteyi bitirip Karabük’e döndüm ve orada çalışmaya başladım. Asala eylemlerinin yapıldığı zamanlar (bu arada terör ve şiddetin her türüne, kim yaparsa yapsın karşı olduğumu da söyleyeyim) Ermeni olduğumuz için her eylemden sonra sıkıntı yaşardık. İster istemez tedirgin oluyorsunuz. Eve biraz geç kalsak annem merak ederdi. Sonradan öğrendik ki kritik zamanlarda, hiç belli etmeden dostlarımız bizi korumuşlar. Ne olur ne olmaz diye evi göz hapsinde tutmuşlar. Bunu, yıllar sonra öğrendik. Hala aklıma geldiğinde burnumun direği sızlar. Akrabadan ileri dostlarımız oldu Karabük’te. Farklı bir izi vardır bende.

Bu arada, daha sonraları dikkatimi çeken babamın üzerinden bazı tespitlerimi de söylemek istiyorum. Babamın insan ilişkileri mükemmeldi ve çok sevilirdi. Şehrin eşrafıyla da arası iyiydi. Kaymakamlar, Hakimler, Emniyet Müdürüleri arkadaşlarıydı. Hafta sonları birlikte pikniklere giderdik. Her gittiğimizde masrafları babam yapar, hesapları o öderdi. Onlarca insana para yardımı yapardı. Babama sorduğumda ‘bırak oğlum sen’ derdi. Sonraları düşündüm. Hani "benim çok iyi bir Ermeni komşum vardı" denir ya hep. İşte Ermeniler, çevreyle iyi geçinmek, iyi komşu olmak zorundaydılar. Öteki olmamak, hor görünmemek için başka çareleri yoktu. Hemen her yerde, her Ermeni için geçerli bir düsturdu bu diyebilirim.

Sevag Balıkçı 24 Nisan’da askerde öldürüldü. Ermeniler için askerlik ne anlama geliyor?

Dikkat ederseniz Ermeniler, uzun yıllardan beri  özellikle erkek çocuklarına kimlikleri anlaşılmayacak isimler veriyorlar, askerde zorluk çekmesinler diye. Ermeniler için askerlik, zorluk demek, korku demek. Katı hiyerarşi nedeniyle kişisel olarak ayrımcılığa en kolay maruz kalabilecekleri bir görev. Sevag’ı böyle öldürmediler mi, hem de  tam 24 Nisan’da. Sevag, uç bir örnek olsa da başka örnekler verebilirim.  Mesela, Birliğimde bir Ermeni askeri komutan sünnet olmaya zorlamıştı, zor kurtardık. Yurt dışında yıllarca yaşayan ve beş dil bilen birini çavuş yapmadılar bir türlü…

Askerliğimi Doğubeyazıt’ta yaptım, Ermenistan sınırında yani. Yedeksubayım, revirde görev yapıyorum. Başladıktan kısa bir süre sonra, tatbikata çıkacağız dediler. Komutan,"Düşman Ağrı tarafından gelecek, önce geri çekilceğiz. Siz, ona göre bir senaryo yazın" dedi. Ben de, "Komutanım, oradan gelen düşman Ermeniler, Ermenistan sınırını gösteriyorsunuz, bilesiniz ben Ermeniyim" dedim. Asteğmenim "sen merak etme, sen gelmeden senin dosyan geldi" deyince anyayı konyayı anladım. Eee, bizim “kod 2” olduğumuz belli tabii.

Tatyos Bebek ÖDP'den milletvekili adayıyken

İstanbul’a gelince sol bir çevredeydiniz, nasıldı?

Üniversite yıllarında (1969) dünyada yaşanan dalganın da etkisiyle olsa gerek toplumsal sorumluluğumuz ve bilincimizin gelişmesiyle solda yer aldım. Daha sonra meslek örgütünde de yıllarca bu sorumlulukla mücadele verdim. 1999 Milletvekili seçimlerinde ÖDP’den aday bile oldum. İyi ki de öyle yapmışım diyorum. Bu anlamda solda, kişisel olarak sorun yoktu, hala devam eden çok sıkı dostluklarımız oldu. Ancak toplumsal  problemlere bakışta sorun vardı. Bu topraklarda, sol hareketin içerisinde, işçi hareketlerinde 1880’lerdan itibaren  Ermeniler varlar ve ön sıradalar. Ermeniler, öteki görüldükleri, hiçbir zaman asli vatandaş olamadıkları ve sürekli mağduriyete maruz kaldıkları için genel olarak eşitlikten ve özgürlükten yana tavır aldılar. Yani Ermenilerin sola bakışında bir problem yok. Problem, solun Ermenilere bakışıyla ilgili. Sol, ne yazık ki Ermenilerin ve Kürtlerin yaşadıklarını yeterince görmek istemedi, bir politika geliştiremedi.  Şimdi, solda daha özgür düşünceler gelişiyor. Ötekilere bakış değişmeye başladı.

Size gelen hastalarınızın bakışı nasıl?

İşini iyi yapmaya çalışırsan ve güven tesis edersen kazanırsın. Ermeniler iyi usta olur, zanaatçı olur inancı var. Ne çelişkidir, oysa sen tüketmişsin, bir şey kalmamış. Hem öteki, hem de işini iyi yapıyor. Çünkü yıllarca iyi yapmış. Anadolu’da bütün zanatçılar Ermeni, onları biliyorlar, anlatılıyor hala.

Vakıflı'da her ağustosta yapılan Meryem Ana Yortusu'nda Musa Dağı'na çıkan her köyün anısına kilisenin bahçesinde 7 kazan 'herisa' pişirilir

Soykırım ailede anlatılır mıydı?

Yaşlılar, Musa Dağı’nda yaşananları masal gibi anlatırlardı. Köyde çok rahattık (O nedenle olsa gerek köyde kendimi olabildiğince özgür hissederim). Oradan dışarı çıktığımızda yasak başlıyordu. Biz sormazdık büyüklerimiz de anlatmazdı. Bir tabu, saklanması gereken bir şeydi. Otosansür uygulardık adeta, konuşmazdık. Son yıllarda konuşmaya başladık. Agos’la Hrant’ın ve Ak Parti iktidarındaki uygulamaların olumlu etkileri oldu diyebilirim. Şu anda en azından saklamaya çalışmıyorum, fırsat buldukça konuşuyorum. Anlattıklarıma bazen en yakın arkadaşlarım bile çok şaşırıyor. İnsanlar Ermenilerle ilgili fazla şey bilmiyor. Nasıl bilsin ki, devlet sana okulda öyle öğretmiş. Maalesef bilgisiziz. Resmi tarihin dışında bir şey bilmiyor insanlar. Yeni yeni öğreniyorlar.

Yıllarca anlatamamaktan o kadar dolmuşuz ki artık olmadık zamanlarda bile anlatma ihtiyacı duyuyorum. Örneğin, geçen gün traş için kliniğime yakın bir berbere gittim. Çıkarken kartımı verdim, ‘telefon açarım gelmeden’ dedim. Karttaki isme baktı, ‘nerelisin’ dedi. Anladım meseleyi. Hatay’lıyım dedim. "Hııııı" dedi. "Yetmez" dedim, "üstelik bir de Ermeniyim". Berber “üzülme be abi” dedi. Sonra kendi kendime düşündüm "Tatyos, orada Ermeni demenin ne anlamı vardı?" Anlamı yoktu, yeri de değildi. Ama, artık söyleme ihtiyacı duyuyorsun. Tutamıyorsun, ağzından  çıkıveriyor. Konuşamamaktan içinde birikmiş, atamıyorsun. Farklı bir duygu, yaşamayan bilemez.

Musa Dağ Yoğunoluk köyü, Tatyos Bebek'in 1900'lerin başında büyük dedesinin evinden kalanlar

Genel olarak cemaat de mi böyle?

Cemaatte hala bastırılmış duygularıyla yaşayanlar var. Sindirilmişler, baskılanmışlar. Konuşamıyorlar, anlatamıyorlar, korkuyorlar. Hayalleri kalmamış. Mesela, 2011’deki anayasa çalışmalarında Ermeni toplumu olarak biz de bir anayasa metni hazırlayalım dedik. Kilise salonlarında toplantılar yaptık. Çünkü başka yere gelmez, konuşamazlar. Rahat olsunlar diye.

Toplantının başlarında önce hiç konuşmadılar, sonra inanılmaz açıldılar. Hatta bize “1900’lerin başında Taşnaklar İttihat Teraki ile beraberdiler, 2. Meşrutiyet  kararından sonra ne kadar iyi olacaktı. Ama 1915’te bizi kestiler, yerimizden yurdumuzdan ettiler. Şimdi de bu böyle gitmez, güvenmeyin” dediler. İşte hala o insanlar, kendilerini, duygularını ifade edemiyorlar. Bazen politik açıklamalar yapıyoruz, onlarca tebrik telefonu geliyor. Ama eminim ki içlerinden “Bu adamlar başımızı belaya sokacaklar” diye düşünüyorlardır. İçlerinin yağı eriyor üç beş kişi konuşunca ama, korkuyorlar. Ermenilik böyle bir şey.

Anayasa tartışmalarında talepler neydi Ermenilerin?

Temel olarak eşit vatandaşlık istiyoruz. Çünkü vatandaş olduğumuzu hissetmiyoruz. Sürüyle olumlu gelişmelere rağmen sanki hala Millet-i Sadıka gibi bir halimiz var. Bakın hiçbir yasada, anayasada Ermeni binbaşı olmaz denmiyor ama niye bizi yapmıyorlar. Kaymakam, hakim olmak istiyorum, yapmıyorlar. Bu güvenlikçi zihniyetle baktıkça vatandaş olamıyorsun. Vatandaşlık, şimdiki gibi; “TC’ye vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türktür”  tarifiyle olmaz. Anayasa, inanç ve etnik kimliklere kör olmalı, kutsalları olmamalı. “Türkiyeli” dersin, yeter. Bırak insanlar ne isterse öyle olsun. İşte hem yasalar değişecek hem de bu zihniyet. O zaman memleket, memleket olur.

Sizden sonraki kuşakta neler farklı olacak?

Bizim kuşak kabuğunu kırdı. Biz konuşurken içimizde bir hırs ve kızgınlık vardı. Bu dilimize de yansıyordu. Karşılıklı konuştukça, biribirimizi anlamaya başladıkça, büyük toplum geçmişiyle yüzleştikçe bu giderek azalacak. Yara, ancak böyle iyileşecek. Artık, dünya değişiyor. Türkiye de değişecek, değişmek zorunda.

100. yıl ne anlama geliyor?

Acı acıdır. Acının 1. ya da 100. yılı olmaz. Ama 100. yıl bir sembol olsun. Tarihle yüzleşmek adına bir vesile olsun diye önemli. İnkarın sonlanıp, idrakin sağlanmasına bir kapı açmak için 100. yıl önemli.

Kala kala 60 bin kalmış, azaltılmış bir toplumuz. Hala bu topluma güvenlikçi bir zihniyetle bakmanın kimseye yararı yok. Yaşananları birlikte konuşup korkularımızdan arınmak zorundayız. Bu, hepimizi vicdanen rahatlatır ve özgürleştirir. Sonuçta olması gereken; asla acıları nefrete dönüştürmeden, intikam duygularını bir yana bırakıp geçmişle yüzleşerek, bundan sonra birlikte nasıl yaşayacağımızı konuşmaktır.

Devlet, “Arşivlerimizi açtık, işi tarihçilere bırakalım” demenin kolaycılığından vazgeçmeli. Hala oldu, olmadı derdinde. Kaçanıyla, göçeniyle, öleniyle, öldürüleniyle bir buçuk milyondan fazla insan bu topraklarda yok artık. Koca kadim bir kültür yok oldu. Gidenlerin mallarından zenginleşenler oldu, sermaye Türkleşti ama Türkiye kültürel anlamda fakirleşti. Bunu görmek lazım.

Devlet, 24 Nisan’da Çanakkale’de törenler yapacak. Son on yılda yaşanan tüm olumlu gelişmelere rağmen devletin bakış açısı bu hala, yüzleşmekten korkuyor ve unutturmak istiyor. Batı Almanya Başbakanı Willy Brandt, Varşova Gettosu Anıtı’nın önünde diz çökerek Yahudi Soykırımı için özür diledi. Ne oldu, ne kaybetti? Bakın, bu yıl bütün dünyanın gözü Türkiye’nin üzerinde, Çanakkale ile bunu geçiştiremeyiz. Devlet öyle bir şey yapmalı ki, iyi bir başlangıç olsun. Biz de umutlanalım ve ortak hayallerimiz olsun. (NV)

* Yarın Müslümanlaştırılmış Ermeni Nazlı Esina anlatacak.

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.