Ellerimiz
EllerimizFehmi SALIK“Dost bî-pervâ, felek bî-rahm, devran bî-sükûnDerd çok, hem-derd yok, düşman kavi, tâli...
Ellerimiz
Fehmi SALIK
“Dost bî-pervâ, felek bî-rahm, devran bî-sükûn
Derd çok, hem-derd yok, düşman kavi, tâli zebun…”
-Fuzûli-
Bilgiçlik olmasın; yukarıdaki iki dizenin açımlaması kısaca şöyle:
"Dost, pervasız; felek acımasız; zamanın da dur durağı yok; düşman güçlü; talih düşkün…”
Tam da günümüzü tanımlayan bir söylem.
Önce bir özeleştiri yapayım: Bu tür epigrafili (yazıtbilim) yazılardan kendimi kurtaramıyorum bir türlü. Bunun nedeni şu: Bizden çok önceleri bu yalan dünyanın kahrını çekenler; hüznünü, sevincini paylaşanlar; değişik alanlarda yaşadıkları deneyim sonucu, kalıcı, doyurucu, yol gösterici sözler, şiirler, görüşler kazımışlardır tarihin sayfalarına. Yazılarımın girişine koyduğum bu alıntılar, hemen hemen yazdığımın bir özeti gibi oluyor; yazımı besliyor; yazımı destekliyor. Ya da ben, yüzyıllar önce geleceğe doğru tutulmuş bu aynalarda günümüzde olup bitenleri görmüş gibi oluyorum. Yazdıklarım yüzünden kendimi bir yargıcılar kurulunun önünde sorgulanır buluyorum. Yalnız olmadığımı kanıtlamak istiyorum. “İşte bakın” diyorum; “yıllar önce büyük şair Fuzûli de böyle söylememiş miydi?” Yargıcılar kurulu, teslim olmak zorunda kalıyor. Yani belleğim ve belgeliğim, bir tür savunmanlığımı yapıyor.
Şimdi “Alevilerin Yedi Ulu Ozanları”ndan biri olan Fuzûli’nin yukarıdaki şu iki dizesi, sayfalarca yazılmış yazılara bedel değil midir? Ya da bu iki dize üstüne sayfalarca yazı yazılamaz mı?
Bu büyük şaire sadece Aleviler değil, yazın alanında kalem oynatmış yazarlar/ozanlar; aklı başında duyarlı Sünniler de hayran kalmışlardır. Divan Edebiyatı dalında doktora yapmış İskender Pala adlı bir akademisyenin “Babil’de Ölüm, İstanbul’da Aşk” adlı romanının kahramanı, Fuzûli’nin “Leyla vü Mecnun” yapıtıdır. İskender Pala, Sünni’dir.
Şiirlerde olduğu gibi atasözleri, özdeyişler, anıtlaşmış yapıtlardan aktarılmış alıntılar da eğer yerinde ve iyi seçilmişlerse, dediğim gibi, yazdıklarımızın birer kanıtı olur; ya da biz onları yeniden açımlamış oluruz. Bu yüzdendir işte bu tür bir yöntemden kendimi kurtaramıyorum bir türlü. Aslında bu gidiş iyi de oluyor bir bakıma; hiç olmazsa geçmişte yaşamış ve bugün unutulmak üzere olan kimi değerleri de anımsamış oluyoruz.
Gelelim yazının başlığına şimdi:
ELLERİMİZ
Bana göre en büyük yaratıcı doğadır.
Şu canlılara bakın bir.
İnsanoğlu, her ne denli kendini yaratanı aşmak için olağanüstü bir çaba harcıyorsa da, bunca yıldır kendini yaratanı geçememiştir henüz. Canlıların en gelişmişi olan insanın beden yapısına iyi bakın. Böylesi bir düzenekler bütünü, yeryüzünde görülmedi henüz.
Kuşku yok ki bedeni, baş yönetiyor; ayaklar da bedenin hamallığını yapıyor. Gövde, bu iki yardımcısının varlığıyla dik durabiliyor ve çalışırlığını sürdürebiliyor. Bedenin bir yardımcısı daha vardır ki bu da onun bekçiliğini yapan kollar ve bunların bağlantısı olan “eller”dir. Yaşamımızı oluşturan kitapta ellere ayrılan sayfa sayısı, olabildiğince çoktur. Bu kitaptan “eller konusu”yla ilgili bir iki sayfayı sizinle paylaşmak istiyorum:
Ellerimiz kimilerinde cellât olur ip çeker; kimilerinde sevginin, barışın yüreklere akışını sağlamak için tükenmez kalem tutar.
Ellerimiz, simgelerin dili olur kimi zaman: Onları oluşturan parmaklardan her elde üçü kapanır; ikisi “V”leşir; ilericiliğin, devrimciliğin, utkunun işareti olur; kimi zaman yine parmaklardan üçü kapanır; eller “kurt başı”na döner; o zaman da “faşizm”in sembolü olur. Kimi zaman parmaklardan dördü kapanır; başparmak kazıklaşır; geriye dönüş komutunu verir. Kimi zaman da tüm parmaklar, boylarını gösterircesine açılır; el, “sille”ye döner; sözüm ona, “söz milletindir” sloganı olarak bayraklaşır. Elin en görkemlisi de parmakların tümünün kapanıp yumruklaşmasıdır. Bu da yalancının, talancının, ikiyüzlünün, hırsızın, uğursuzun er ya da geç, başlarına inmek için havada bekler hep…
Ellerin görevi sayılamayacak kadar çok.
Kimi ellerin parmakları başak toplar; pamuk toplar; zeytin toplar; toprağı eşeler; çalıyı/çırpıyı devşirir; kışa yakacak olarak biriktirir. Kimi eller de banknot sayar; dolar desteler; lüks arabaların direksiyonunu çevirir; doğalgaz musluklarına, havuzlu villa kapılarının altın renk tokmaklarına parmaklarının izini bırakır.
Kimi ellerin parmakları, adam öldüren bir katilin yaşını küçültüp onu çocuklaştıran karara; kimi ellerin parmakları da henüz on sekizine basmamış körpe bir fidanın, bir an önce darağacına gidebilmesinin yolunu açan karara imza atan kalemleri tutar.
Kimi eller, kimilerinin yüzlerini karartmak için; kimi eller de kimilerinin yüzlerini aklaştırmak için görev yapmıştır bugüne değin; bu bir doğa yasasıdır; böyle de sürüp gidecektir.
Ben burada sözü, biraz da değerli şairlerimize vermek istiyorum:
Cahit Külebi’nin “Hikâye” adlı o güzelim şiiri, aşağıda görüldüğü gibi bal tadında başlar:
“Senin dudakların pembe/ Ellerin beyaz/ Al tut ellerimi bebek/ Tut biraz…”
Orhan Veli’nin seslenişi de şöyledir:
“Sarhoş oldum da/ Seni hatırladım yine/ Sol elim/ Acemi elim/ Zavallı elim…”
Peki ya Ahmed Arif, ne diyordu o güzel dizelerde:
“…Bir elimde kana batmış hamaylim/ Bir elim derman eyler…”
Büyük şair Hasan Hüseyin, “Kızılırmak”tan seslenmişti bizlere:
“O tedirgin ellerin bakışları hâlâ sofralarımda/ hâlâ çizik çizik kanar kaygusu o ekmeksiz akşamlarımın/ yok artık dost yüzlü ağaçlarım, gurbet kanatlı gemilerim yok/ gömüldü gitti kervanlarım o çıtır çıtır ağustos gecelerinde…”
Her okuduğumda yüreğimden bir kıymık kopar gibi olan Hüseyin Deniz’in, anasına yazdığı “Ekmeksiz Sofralarındaki Gözlerin” adlı şiirinin şu bölümüne ne demeli:
“…Akşamları sıcak çorba verirler asker ocağında/ Senin ekmeksiz sofralarındaki gözlerin gelir aklıma içemem/ Kapkara ellerime bir yakışıyor ki elbiseler/ Hasan oğlu Mehmet diyorlar ana, adım azap değil/ Ellerimi kendim için, ayaklarımı kendim için harcıyorum/ Bir güzel ki/ Senin ekmeksiz sofralarındaki gözlerin olmasa/ Senin başaklar gibi başın el kapılarında/ Mektupların gelmese de olur, gözlerin bende ya…”
Nihat Behram’ın, şu dizelerine bakalım bir de:
“…ellerin avucumda iki ateş damlası/ tutuşmuş rüyaların, sesin duyulmaz/ kendi kollarımızdan başka/ saranımız yok bizim…”
Sürdürür dizelerini Nihat Behram:
“…Vay kanlı da kanlı cellât elleri/ Cellât ellerinde halkın gülleri…”
Nevzat Çelik, “Ellerin müebbet” adlı şiirinde ne de güzel tanımlar anasının ellerini:
“Ellerim, ellerim, ellerim derdin anne/ tuz buz olurdu evimizin tek aynasında sesin/ binse sesim, bir akça kuşun kanadına gitse/ boy boy çamaşır leğenlerinde kaç müebbet/ buluşuyor ellerim, senin küçücük ellerinle…”
Yakında yayımlanmasını beklediğim (inanmıyorum ya) “Poşetim Sancı Dolu” adlı yapıtımdan bu konuyla bağlantılı olduğuna inandığım kısa bir bölümü, buraya aktarmak istiyorum:
“İpiri ellerimiz bunca bunca/ Derisi güneş yanığı dipdiri/ Koroca uzanır kalkar koparmağa/ Düşünceye vurulmak istenen zinciri…
Ellerimize düşer ölülerimiz/ Yüzleri al al aydınlık/ Bilinçle, inançla, istekçedir/ Ölüme bilet kesilen yolculuk…
Özgürlüğün şavkını alkışlar ellerimiz/ Domur domur terdir avuçlarımızdaki nasır/ Ölüm tüketemez bizi, yeşeren bebelerimiz/ O güzel bağımsızlığın doruğuna yansır…
Dünyaca tektir bu destanın adı/ Filistin’de, Kamboçya’da, Bolivya’da/ Ellerimiz bir, ellerimiz açık insanlığın şafağına/ Türkülerce, şiirlerce büyürüz/ Dilimiz, rengimiz ayrı olsa da…
Yalana tokuz artık, yer yok karnımızda/ Gecelerin günahı değil boşalan damarlardan/ Faşizmin alçakça akıttığı kızıl kandır/ Değişmedikçe ellerimiz, ellerimiz yakanızda…”
Yazımı taparcasına sevdiğim Hasan Hüseyin’in, şu dizeleriyle sonlandırmak istiyorum:
“…dostum, dostum, güzel dostum/ bu ne beter çizgidir bu/ bu ne çıldırtan denge/ yaprak döker bir yanımız/ bir yanımız bahar bahçe…”
Fehmi SALIK
n
Alevihaber.com - 28 Ekim 2010
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.