Değişimin öncüsü: Alevilik
Değişimin öncüsü: Alevilik Geleceğe etki etmek isteyen tek tanrılı dinler (İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik) değişim sürecindeki toplumsal...
Değişimin öncüsü: Alevilik
Geleceğe etki etmek isteyen tek tanrılı dinler (İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik) değişim sürecindeki toplumsal yaşamın etkisiyle dönemsel olarak farklı “algı”lamalara yol açmıştır.
RUHİ ÖZTEKİN / RADİKAL
Din, henüz kendi düzeyine erişmemiş ya da daha önce kendini yitirmiş olan insanın öz-bilinci ve öz duyumudur. Fakat insan, dünyanın dışında herhangi bir yere çekilmiş soyut bir varlık değildir, aksine insan, insanın dünyasıdır, devletidir ve toplumudur. Bu devlet, bu toplum ise, tersine çevrilmiş dünya bilinci olan dini yaratırlar, çünkü onların kendileri tersine çevrilmiş bir dünyadır.
Genelde Marx’ın, dini bir kenara attığına inanılır, fakat bu doğru değildir. Çünkü Marx, dinin, “kalpsiz bir dünyanın kalbi” olduğunu, ayrıca günlük gerçekliğin acımasızlığından kaçıp sığınılan bir liman olduğunu belirtir. Marx’ın görüşüne göre, geleneksel biçimiyle din ortadan yok olacaktır, yok olmalıdır da; fakat bu durum, dinde olumlu değerlerin insanlığın gelişimine büyük ölçüde yön veren idealler olabildiği için böyle olacaktır, yoksa dinin getirdiği idealler ile değerler yanlış anlaşıldığı için değil. Çünkü, kendi yarattığımız, Tanrılardan korkmamalıyız. Görüldüğü gibi yaratılan yanılsama dünyası, dini inançların gerçek içeriğini de göz önüne sermektedir. İlahi kural ve yaptırımların oluşturduğu dini çerçevenin esas amacı mevcut düzene ilişkin tartışmaları kontrol altında tutmaktır. Çünkü yüce manevi değerlerin altını kazıdığımız zaman, egemenlik ilişkilerini, ayrıcalıkları, koruma çabasını ve sömürüyü bulmaktayız. Yani Tanrı adına işlenen bütün suçlar meşru kabul edilirken, inananlar başlarına gelenlere rağmen Tanrının korumasının ve desteğinin arkalarında olduğunu düşünürler.
Egemen sınıf veya onun temsilcileri statükoya yönelik her başkaldırıyı ilahi adalete yönelik bir tehdit olarak yorumlarken, sömürülen kitlelerin mevcut koşulları itiraz etmeden kabul etmeleri halinde manevi huzura kavuşacaklarını veya sonraki hayatlarında ödüllendirileceklerini söyleyerek, şunu elde etmektedirler: “Halkı manevi yollarla dizginlemek gerektiği zaman, din yığınlar üstünde, ilk ve başlıca etkileme aracı olmuş ve hâlâ da olmaya devam etmektedir.” Yani, Tanrının herkesi “ebediyen”, doğası gereği, en mükemmel biçimde kutsayacağı düşünülür. Egemenlerin kanunlarına başkaldırmak, Tanrı’ya karşı günah işlemek anlamına da gelmektedir. Bu açıdan Hıristiyan din adamlarının tezi de, sömürülen, ezilen insanların, kölelerin günah işleme olanağının daha az olması ruhlarının ebediyen korunmasını sağladığı da varsayılıyordu.
Weber “kapitalizmin ruhunun bir parçası olan tutumların dinden türediğidir.” Rasyonelleşmenin sonuçlarından biri de dini açıklamaların ve inançların toplumsal önemini kaybetmeye başlamasıdır. Bu durumda Weber ise yeni düşüncelere uygun olarak değişen ve gelişen olaylarla birlikte “dünyanın büyüsünün bozulduğunu” ve doğa-üstünün artık önemini koruyamayacağını söyler. Çünkü önceleri mucize ve doğa-üstü güçlerle açıklanan harikulade olaylar, günümüzde ise bilimsel açıklamalara muhatap olduğunu görüyoruz ve hakim görüş ise, tüm olayların bu rasyonel sistem vasıtasıyla açıklanabilir olduğu şeklindedir. Ancak bürokratik organizasyonların ve rasyonalizmin de kaçınılmaz olduğunu söyler görünmesine rağmen, Weber ise, kendi hayatlarını dini inançlar olmaksızın anlamlandırmaya çalışan bireylerin amaçsızlaşacağını da ifade etmektedir.
Durkheim’a göre, tören ve ayin grup üyelerini birbirine bağlamada çok önemli bir işlev görmekle beraber, bunların, sadece tapınma sırasında değil, doğum, evlenme ve ölüm gibi belli başlı toplumsal geçişlerin yaşandığı dönüm noktalarında da karşımıza çıktığını belirtir. Doğum, evlenme ve ölüm, genelde her toplumda çeşitli tören ve ayinlerle karşılanan olaylardır. Bu duruma baktığımızda, bu ayinler halen günümüzde de, çeşitli toplumlarda, farklı olarak yapılsa da, yine hemen her toplumda bu tür olayların çeşitli ayin ve törenlerle karşılandığını biliyoruz. Bu tür ayin ve törenlerin ilkel toplumlardan, günümüze kadar çeşitli değişimlere uğrayarak geldiğini, yani ilkel toplumlarda yapılan ayin ve törenler, günümüze kadar gelmişler, fakat çeşitli değişimlere de uğramıştır. İlkel toplumlardan, günümüze kadar gelen bu değişime insanların kendileri uyum sağladığını söyleyebiliriz.
Dinin bireyler ve guruplar üzerindeki etlisi farklılık gösterir, bu farklılık kültürel unsurların farklılığıdır. Birey ve guruplar üzerinde mezhep olarak görünür. Yani dini algının farklılaşması sonucu mezhepler ortaya çıkar. Bu mezhepler geleneksel anlayışlarını hâkim olan dini anlayışla bütünleştirilmesidir. Bir taraftan dinin emrettiği ibadet yerine getirilmeye çalışılırken, diğer taraftan din ile uyuşmayan, uzlaşmayan geleneksel, kültürel yapı korunmaya çalışılır. Alevilik de İslam dini içerisinde geleneksel kültürel yapının korunması algısı sonucu ortaya çıkmıştır. Yani kültürel gelenek kendisini değişime uğratarak hakim olan din içerisinde yaşamaktadır.
Aleviliğin, Allah-Muhammed-Ali kutsallığını kalbinde taşıyan, Hz. Ali’nin adaletinden ayrılmayan temelinde insan sevgisi bulunan, her dine, mezhebe, inanca saygı duyan ve hoşgörü ile bakan, dil, din, ırk, renk farkı gözetmeyen, eline, diline sahip olma ilkelerini kendine şart koşan ve gelmek isteyen inançlı insanları çatısı altına alarak manevi susuzluklarını gideren, insanları yaşadıkları toplumdan kendi istekleriyle kendi kendilerini yargılamalarını sağlayan, laik, demokrat, eşitlikçi, katılımcı, paylaşımcı düşünceyi savunan bir inanç sistemidir. Alevilik İslam’ın katı kurallarını dışlar. Bu yanıyla bir İslam mezhebi olan Sünnilikten ayrılır. “Aleviliğin Tanrı anlayışı da Sünni İslam’a göre temelden farklıdır. Sünni İslam’ın yaratıcı görüp hiçbir yere sığdıramadığı Tanrı’yı Alevilik, ‘Tanrı-doğa-insan’ birliğine bütünselliğine indirgeyerek yeryüzüne indirir, somutlaştırır ve toplum yaşamına sokar.”
Marx’ın dediği gibi dinin toplumsal düzeyde, toplumsal düzenlemeleri haklı çıkaran ve meşrulaştıran bir muhafazakâr güç olarak işlev gördüğüdür. Çünkü din bireysel düzeyde de insanın gerçek potansiyelinin gizlenmesine neden olur. Böylece dünyanın gerçek mahiyetini ve insanın onu belirleme, şekillendirme, somutlaştırma kabiliyetini de örtmektedir. Çünkü “her şeye kadir bir tanrı olduğuna inanmakla, insanın gerçek doğası ve onun gerçek varlığını gizlemektedir.” Bu çerçevede baktığımızda din, gerçek bilinçliliğin gelişmesini, insanın toplumsal dünyasını oluşturacak ve kontrol edecek gücünü gerçekleştirmesini engellediğini söyleyebiliriz. Bu nedenle insanın sahte mutluluğu olan dinin ortadan kaldırılması, onun gerçek mutluluğu için bir gerekliliktir. Alevilik de Tanrı’yı yeryüzüne indirerek somutlaştırıp, toplum yaşantısına sokarak, İslam’ın katı kurallarından ayırmaktadır.
Bütün dinler, insan düşüncesindeki düşsel yansımasıdır. Toplumsal düzensizliğin, özellikle yoksulluğun gerçek nedenlerini ezilen yığınlardan gizlenmesidir. Bu karakterine rağmen Hıristiyanlık egemen sınıflar tarafından kabul görmemiş, toplumsal gelişmede, ezilen insanların maneviyatını güçlendirerek, düzenin baskısına pasif de olsa direnmelerini sağlayan önemli bir etken olmuştur. Toplumda ilerici bir işlev süreci olmuştur. Çünkü egemenler yüzeysel de olsa bu süreci kabullenmiş Hıristiyanlığı din olarak kabullenmek zorunda kalmıştır. Hıristiyanlık tarihsel süreç içerisinde zaferini kazanmış, yasa dışı konumdan çıkmış legalleşip imparatorluğun resmi dini haline gelmiştir.
Alevilerin de tıpkı Hıristiyanlığa benzer aşamalardan geçtiğini görüyoruz. Alevilik, yoksulluk, ezilme ve sömürü neticesinde ortaya çıkmıştır. Hz. Ali zalime ve insanlığa zulüm etmeye karşıdır. Bu karşıtlığı da kendine amaç ve ülkü edinmiştir. Böylece zulme karşı kutsal aydınlığın taşıyıcısı olmak istemiştir. Alevilik; emekçi yığınların, yoksulların ve ezilen yığınların kaynağını teşkil etmiş ve dinin skolastik kalıplarını reddeden bir ideolojidir. Nerede bir haksızlık, zulüm ve sömürü varsa onda ortaya çıkmıştır. Bu nedenle egemenlerin çıkarlarıyla ters düşmüştür. Bunun sonucunda da devletlerin kuruluşuna büyük çaba sarf etmesine karşın, çıkarlarıyla çakıştığı için sürekli dışlanmış, sömürülmüş ve zulme uğramıştır. Sürekli ezilmeleri, toplumdan dışlanmaları ise gelişmesine, kendini göstermesine engel teşkil etmiştir. Fakat son dönemlerde az da olsa kendini kabullendirmiş ve tanıtmıştır.
Alevilik belirli aşamalardan, zorluklardan geçmesi, sürekli dışlanması sebebiyle Aleviliğin farklı yapılanmasına, inançsal ve siyasal boyutta değişik tutumlar içerisine girmesine yol açmıştır. Günümüzde demokrasileri, cumhuriyet düzenleri Aleviliğe çok şey borçludur. Buna rağmen Alevilerin toplumda ezilmeleri ve dışlanmalarının önüne geçilememiştir. Egemenlerin çıkarlarıyla çatıştığı için sürekli dışlanmıştır. Kimilerinin ise bu düzene ayak uydurup, egemen güçlerin himayesine girdiğini söyleyebiliriz.
Din, bu dünyadaki mevcut koşullara müdahale etmeyi bir yana bırakmayı öğretmekle, mutluluk ve ödülleri ise bir sonraki hayata ertelemektedir. Böylece dikkatlerin bu dünyadaki eşitsizlikler ve adaletsizlikler üzerine yoğunlaşması önlenmekte, insanların ise öteki dünya vadiyle avutulduğunu görmekteyiz. Çünkü din güçlü bir ideolojik öğeye sahiptir. Dinsel inanışların, servet ve güç dağılımındaki eşitsizlikleri de makul göstermeye yaradığıdır.
Dinler, toplumsal yaşamı şekillendirmek ve anlam kazandırmak için vardır. Bu anlam sürecinde bireyler üzerinde farklı etkiye sahiptir. Bu farklılıklar, din ile ortak paydada buluşturulmaya ve çatışmaların uzlaştırılmasına çalışılır. Çatışmalar sonlandırılmadıkça toplumsal refah, huzur ve güven sağlanamayacaktır. Ancak din olgusu, gerek farklı dini anlayışlardan gerek farklı dini felsefelerden beslenmesi ve birey üzerindeki etkisini sadece “inanç” ve “iman” temelinde olmamaktadır.İnanç, imandan öte patolojik bir durumdur. Birey, toplumdaki hedefleri, amaçları doğrultusunda, bu inanç argümanını şekillendirir ve farklı anlamlar yükleyerek imandan ayrı tutar. Çünkü “iman etmek” var olan ilahi kudretin tüm argümanlarını doğru, kesin, mutlak ve değişmez olarak görür. Özellikle tek tanrılı dinlerde (Hıristiyanlık, İslam, Yahudilik) bu “dogma” olarak karşımıza çıkar. Dogmalar; önceden belirlenmiş mutlak doğruyu ve gerçekliği tanımladıkları için bu tanımlamanın dışına çıkılmasını imkânsız kılmaktadır. Toplumsal yaşam alanlarında “baskın” olduğundan bireyin farklı algısını ve farklılığını imkânsız kılar.
Günümüze kadarki bütün dini inanışlar, mitler, mitoslar veya kutsal olan her şey belli bir tarihi toplumsalın ürünüdür. Yani bütün dinler, önceki kültür birikiminin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü toplum ve onun yarattığı kültür anlayışları olmasaydı din de olmayacaktı. Yani insanların “korku”ları olmasaydı cehennemde olmayacaktı. Bu “korku” anlayışı bütün dini şekillenmelerde mevcuttur.
İslam dini de geçmiş yaşantının “bunalım”ları sonucu ortaya çıkmıştır. Arap dünyasına “düzen” getirme anlayışından hareketle “evrensellik” güdümüne girmiştir. Bu evrensellik ve “son din” olmasının altındaki etkiyi “kurtuluşun son çaresi” olarak sosyal yaşamı düzenleme isteğidir. Böylelikle hem ortaya çıktığı tarihe hem de geleceğe etkide bulunma isteğindedir. Yani, sadece bugünün değil yarının da tek kurtuluş çaresidir. Ancak geleceğe hitap etmek, geleceği düzenlemek, kültür birikimiyle mümkündür.
Geleceğe etki etmek isteyen tek tanrılı dinler (İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik) değişim sürecindeki toplumsal yaşamın etkisiyle dönemsel olarak farklı “algı”lamalara yol açmıştır. Özellikle, “evrensellik iddiası” farklı kültürlerle karşılaşınca değişmiş ve o toplumların yaşamlarında, felsefelerinde, kültürlerinde ve bilimlerinde farklılık göstermiştir. Böylelikle mezhepler, tarikatlar vb. ortaya çıkmıştır. Mezheplerin ortaya çıkması, dinin farklı algısı ve toplumsal yaşama (kültüre) uydurulması, ona adapte edilmesidir. Bu adaptasyon sonucu baskın olan gelenek, töre, adet, mevcut dini etkiyi azaltmış ve dogma, mutlak doğru olmasını engellemiştir. Baskın olan gelenek bazen din olarak sosyal yaşamı etkilemiştir. Özellikle çok tanrılı dinlerde bunu görmek mümkündür. Yani gelenek (kültür) kendisini yüce değer olarak kutsallaştırmıştır. Bu kutsallık yöneticinin, kralın ve firavunun tanrı kudretine sahip, tanrının yeryüzündeki temsilcisi ya da görünümü olmuştur.
Kültürel yaşamın, etkili olduğu toplumlarda; “ilahi din” olgusunu ya “örtü” olarak kullanmış ya da dinin kısmi anlamda etki etmesine izin vermiştir. Dinin örtü olarak kullanılması dışarıdan gelebilecek etkileri (cihad, gaza gibi) azaltmak ve tehlikelerin önceden yok edilmesinden kaynaklanmasıdır. Bu “yok olma korkusu” geleneğin, kültürün ve özgünlüğün yok edilme korkusudur. Alevilik, “Ali’den yana” olma anlayışı İslam’ın farklı algılanması, geleneğin devam ettirilmesi ve kendine özgülüğün yok olmaması olarak İslam’ın mezhebi olmuştur. Bu mezhep farklı kaynak ve kültürlerden beslenerek ve onlardan etkilenip; değişim ve dönüşümlere uğrayarak günümüze kadar gelen bir yaşam tarzı, bir kültür, bir felsefe ve “inanç” sistemidir. Ancak, bu kültürel yapı, içerisinde bulunduğu, İslami anlayıştan baskı, zulüm ve ölümlere maruz kalmıştır. Bu da Aleviliğin kısmi olarak “tutucu” olmasına yol açmıştır. Ve geleneksel yapısını bu tutucu yönüyle korumuştur. Yaşadığı toplum içerisinde varlığını sağlamıştır. Ancak bir taraftan tarihsel olarak getirdiği zenginlik diğer taraftan değişim ve dönüşüme açık yönü, Aleviliğin yaşam felsefesi olarak algılanmasına yol açmıştır.
Bu nedenle Aleviliğin İslam toplumlarında (Doğu), aydınlanmayı sağlayacak ve aklın aydınlatılmasında öncü olacağı inancındayız. Nasıl ki Weber’e göre Protestanlık mezhebi kapitalist değişimi sağlamış ise, Aleviliğin de kapitalizm dışı bir değişim yaratacağı, insanların (inananlar) doğaya ve dünyaya bakışlarını değiştireceğine inanıyoruz. Bu inanç özellikle “Doğu dinlerinin değişimin önünde engel olduğu” ve “dinin afyon etkisi yarattığı” tezini de yok edecektir.
RADİKAL - 29.06.2009
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.