Cumhuriyet Alevilerin Karşılıksız Aşkı mı?
Cumhuriyet Alevilerin Karşılıksız Aşkı mı?BİRGÜN GAZETESİ YAZI DİZİSİ : CUMHURİYET 85 YAŞINDA Doğal müttefik mi?Gündelik kültürde...
Cumhuriyet Alevilerin Karşılıksız Aşkı mı?
BİRGÜN GAZETESİ YAZI DİZİSİ : CUMHURİYET 85 YAŞINDA
Doğal müttefik mi?
Gündelik kültürde Aleviler Cumhuriyet ve Kemalizmin doğal müttefiki olarak kabul edilirler. Sıradan insanın neden böyle bir yargısı olduğu ve bu yargının kaynağında ne olduğu da karışıktır. Sanki Cumhuriyet’in kurulmasıyla Aleviler ve Alevilik ‘devletin’ baskısından kurtulmuş ya da Aleviler inançlarını özgürce yaşamaya başlamışlar gibi bir yanılsama yaygındır. Üstelik bu yanılsama Aleviler arasında da geniş kabul görür.
Oysa ne resmi uygulamalar ne de gündelik hayattaki ‘bu ülkenin yüzde 99’u Müslümandır’ mitinin içine gizlenen ‘ama Sünni ve Hanefi ha ona göre!’ söylemi Aleviler ya da Aleviliğin Cumhuriyetle özgürleşmek bir yana Dedelik ve Cemevi kurumu yasaklanmış ve Cem ritüeli ‘sapkınlık’ üzerinden yeraltına itilerek bir ‘gizli kötülük’ olarak tanımlanmıştır.
Cumhuriyet, tüm kurumları ve maaşlı imamlarıyla, suyu-elektriği bedava camileriyle Sünni Hanefi İslamı yaygınlaştırma ve tek egemen haline getirmeye çalışmıştır.
Dizinin bu bölümünde Ankara Üniversitesi SBF’den Doç. Dr. Ayhan Yalçınkaya Aleviler ve Aleviliğin Cumhuriyet’le ilişkisi ya da ilişkisizliğini eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutmakta.
***
Cumhuriyet Alevilerin Karşılıksız Aşkı mı?
Alevilerin trajedisiyle Cumhuriyet’in trajedisi, eğer bu bir trajediyse, üst üste bindi: Yeni bir siyasal bünye gereksinimi. Cumhuriyet, kendine dönüşenden kendini farklılaştırabilmek adına, Alevilerse Alevi olarak var olabilmek adına....
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Alevilik sorunu vardır. Bunu saptamak kuşkusuz bir hüner gerektirmiyor. En azından, bu ülkede Alevilerin Alevilik sorunu bir yana, sosyalistlerin, milliyetçilerin, İslamcıların, kendine ulusalcı adını yakıştıranların da bir Alevilik sorunu ve dahası tümünün, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Alevilik sorununa ilişkin bir sorunu” varsa, bu saptama, iyi niyetli bir okumanın uç sınırlarında, giderek orta malı bir saptamaya dönüşme riskini içinde taşır. Başlangıç olarak bu saptamanın, bütün iyi niyetimle Alevi sorununu yapısal olarak kavramaya dönük bir adım olduğunu kabul etmeye elbette hazırım. Bu “hazır oluş” benzer bir ilişkilendirmeyle, Cumhuriyet’in bir Kürt Sorunu olmadığını, Kürt Sorunu’nun 1980 Askeri-Faşist Diktatörlüğü’nün Diyarbakır zindanlarında ‘üretildiğini’ savunurcasına, “Cumhuriyet’in Alevilik sorunu olmadığını, bu sorunun özellikle DP ile birlikte başlayan ve 1980 darbesiyle taçlanan bir sürecin zorlamalarla yaratılmış, zorlamaya dayanmışlığı ölçeğinde ‘yapay’ bir ürünü olduğunu düşünenlerle aramdaki sınır çizgisini oluşturuyor. Kuşkusuz herkes kendini zindanına layık görür. Ama aynı zamanda sorunun bu biçimde ifade edilişi, sözüm ona yapısal bir saptamayla işe girişenlerin, aynı “yapısallıkla malül” -bu yapıdan ne anlaşılıyorsa- onun siyasal zihniyet haritasının bir parçası olduğunu gözden kaçırmamak için sağlam bir zemin de sunuyor. Belki sonda söylenecek şeyi başta söylemek en iyisi: Kendisine özsel bir anlam atfetmiyorsak Aleviliğin ve Alevilerin bir “Alevilik” sorunu olması, dümdüz anlamıyla Alevilerin sorunudur. Alevi hareketinin aktörleri, özellikle 1990’lı yıllar boyunca bu sorunu, kendileri dışındaki aktörler nezdinde bir “Alevi sorununa” dönüştürme savaşı yürütmüşlerdir ve hala da bu mücadele devam etmektedir. Ama eğer hala, diğer tüm aktörler gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin de bir ‘Alevilik sorunu’ndan söz edilebiliyorsa, çok da yol kat edilebilmiş değildir. Bu anlamda, Aleviliği kendine sorun olarak tanımlayan ve birbirinden son derece farklı stratejilerle bu sorunu çözmeye kalkışanlar, en başta Aleviliğin Alevilerin sorunu olduğunu yadsımakla ve bu doğrultuda kendi önüne çözmek istediği Alevilik sorununu koymakla işe başlamaktadırlar. Geçen yıl sahnelenen ve bir trajedi olarak başlayıp bir komediye dönüşen, siyasal olarak AKP’nin, ideolojik olarak İslamcılığın süt annesi kimi liberal çevrelerce “devrim” diye selamlanan “Alevi Açılımı” bunun tipik bir örneğidir. Ola ki bunda da bir ‘hayır’ vardır; öyle ya, ‘iman inkarla başlar!’ Ama bunu ‘hayırlı’ olarak kabul etmenin önünde yine de büyük bir engel duruyor; iman edenin inkar ettiğini de inkar etmesi!
TÜRBAN VE ALEVİLER AYNI KEFEDE Mİ?
Sözüm ona Alevilik sorununa yapısal bir giriş yapacağı savıyla söze girenlerin hemen çoğu, Cumhuriyet’in –ne demekse- “katı bir laiklikle” Alevisi Sünnisiyle “cumhur”u “kenara” ittiğinden, çünkü Cumhuriyet’in demokrasi yoksunluğuyla malül olduğundan söz etmeye başlıyor. Buna göre, DP dönemiyle birlikte demokratikleşme yönünde adımlara koşut, siyasetten dışlanarak ötekileştirilen cumhur siyasete girmeye başlamış, giderek merkeze yakınlaşmış ve söz istemiştir. İşte türban talebi gibi Alevilerin talebi de bu yakınlaşmanın sonucuymuş! Türban sorunuyla Alevilik sorununu sözüm ona özgürlükçülük ekseninde koşutlaştıran bu vicdansızlık, bir yandan Alevileri İslamcı idelojilerin ve hegemonya mücadelesi veren Sünni-Hanefi müslümanlığın payandası haline getirmeye çalışırken, diğer yandan en az “katı laiklik” ve hele de “laikçilik” kadar soysuz bir kavramsallaştırmayı, “özgürlükçü laikliği” dayatıyor.
Oysa laiklik tarihsel bir tecürebinin adıysa eğer, kendini biricik evrensel olarak kuran ve dayatan belirli bir dinsel biçimin özgürlüğünü güvence altına almanın adı değil, tam tersine bu evrenselliğin dışında kalanın, kalmak isteyenin, bunu kabul etmeyenin öncelikle hayatta kalma özgürlüğünün güvencesidir. Devlet, tarih sahnesine çıktığından beri yaşam hakkının en büyük tehdit kaynağı o olduğuna göre, laik bir devlet, dinsiz de olsanız, sizin yaşam hakkınızı güvence altına alan bir devlettir. Yani, en açık anlamıyla, dayatıldığı gibi, laiklik din özgürlüğü değil, öncelikle dinsizlik özgürlüğüdür; siyasal bünyenin bir parçası olmak için dinsel aidiyetin dayatılmayacağının güvencesidir. Eğer özgürlükçü laiklik uydurmacasından hareketle, Alevilerin Cumhuriyet’e olan aşkının karşılıksız olduğunu, Cumhuriyet’in zaten öncelikle Alevileri özgürlükten mahkûm ettiğinden bahisle Aleviliğe ders vermeye kalkışan varsa, önce kendi dinini devletten özgürleştirecek olan Alevi taleplerine, Diyanet İşleri Başkanlığı ve zorunlu din derslerinin kaldırılması gibi, hak ve destek vermek zorundadır. Yok, eğer özgürlükçü laiklikten söz edildikte ABD tipi bir laiklik algısı öne sürülüyorsa, aynı şey: Madem ki özgürlük, hele de bireysel özgürlük en önemli erdemdir, öyleyse iktisadileştirilerek özelleştirilecek ve bu alandaki düzenlemelerin nesnesi kılınacakların başında yine Türkiye’deki din örgütlenmesi gelmektedir!
Çoğun Alevi hareketinin kimi aktörlerinin de sandığı gibi, demokrasinin yokluğundan laikliğin yokluğu çıkarılamaz ama laikliğin yokluğundan –uydurulmuş haliyle katılığından değil- demokrasinin olanaksızlığı kolaylıkla çıkarılabilir. Cumhuriyet elbette demokratik değildi ama kesin olarak, ‘kendi halince’ laikti; eğer laikliğin özsel olmadığını, tarihsel gelişme sürecinin içinde farklı evrelerden geçtiğini kabul edeceksek. Cumhuriyetin demokratik olmayışı da artık sokağa düşmüş bir “özgürlük eksikliğiyle” değil, eşitlik eksikliğiyle ifade edilebilir. Buradan bakıldığında sorun ‘hassaten ve münhasıran’ M.Kemal ve kurucu kadroların sorunu değil, burjuvazinin sorunu, burjuva ulus- devlet anlayışına içkin bir sorundur. Cumhuriyet, kendi tanıdığı ve tanımladığı haliyle Sünni-Hanefi müslümanlığı bir yandan yurttaşlığın harç malzemelerinin en önemlisi olarak kullanırken, öbür yandan modern burjuva devlet olmanın “doğal” bir parçası olan homojenleştirme girişiminin önündeki engelleri denetleyebilmek için DİB, İlahiyat Fakülteleri, İmam-Hatipler ve zorunlu din dersleri gibi araçlara da başvurmayı hiç ihmal etmedi. Bu yanıyla kendini yeni bir “evrensellik” olarak inşa etmeye girişen devlet, Hanefi müslümanlığın evrensellik ve biriciklik savını –dinsel olarak değil, siyasal olarak- bastırırken, aynı anda onu kendisine bağımlı kılarak araçsallaştırdı ki buna uygun bir tarihsel kalıta zaten sahipti. Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme ve nihayet çözülüş süreci içinde modern bir ideoloji olarak biçimlenen ve kendine alan açmaya çalışan İslamcı ideoloji Kurtuluş Savaşı’yla birlikte milliyetçilik karşısında ağır bir yenilgiye uğramıştı ve elbette onu bekleyen yazgı yenilenlerin yazgısı olacaktı.
Ancak, Cumhuriyet, -üzerinde yükseldiği coğrafyanın ‘üretici gücüyle’ koşullu olarak- modern olmasını istediği yeni bir siyasal topluluk oluştururken, harç olarak kullandığı Hanefiliğin temel ilkelerine, dinsel biriciklik savına, onu var eden temel figürlere, camiye ve imama dokunmadı; denetimi altına alarak –yine sokağa düşmüş bir ifadeyle- “merkeze” taşıdı. Alevilerin ise kendilerini kuran en temel kurumlarına ve en temel ritüellerine el atıldı. Dedelik ve babalık hukuken yasaklanarak Cem ritüeli fiilen olanaksız kılınmaya girişildi. Yetmezmiş gibi, özellikle kimi bölgelerdeki Aleviler, çeşitli dolayımlarla, neredeyse yığınlar halinde kült merkezlerinden uzağa sürüldüler. Bugün bu coğrafyanın neredeyse her bölgesinde Dersimli bir aileyle karşılaşılması raslantı değildir.
Fakat Alevilerin, en azından Türk Alevilerin yine de Cumhuriyet’e destek verdiğini, onun modernleşme projesine can-ı gönülden sahip çıktığını kabul ediyorsak eğer, (ki bu sav tarihsel olarak yanlış, bilimsel olarak hatalı, ideolojik olarak işlevseldir) bunun en az üç nedeni vardır ve bunun en az ikisi de adları değişse de devlete ilişkindir. İlk neden Alevilerin kendi iç gelişim süreçleriyle ilgilidir. Dedelik ve babalık kurumunun, bu iki dinsel kurumun giderek soysuzlaşması ve bunları ayakta tutanların yerine getirdikleri işlevi bir görevden, bir hakka dönüştürmesidir. İkincisi, tam da bunu kolaylaştırıcı nedenlerden biri olarak özellikle Osmanlı’nın Yeniçeri kırımından sonra Alevi toplulukları soysuzlaştırmak üzere bol miktarda sahte dedelik şeceresi dağıtması; yani Aleviliğin kendi örgütsel bünyesini tahrip etmeye girişmesidir ki bu tümüyle modern devlete özgü bir girişimdir. Bu bile Osmanlı’nın artık geleneksel bir devlet olmaktan çıktığını, modern refleksler üretebilir hale geldiğini işaretlemek için yeterlidir; ama Aleviliğin bünyesine yönelik bu müdahale yarım kalsa da Aleviler Cumhuriyet’le karşılaştıklarında çoktan bir siyasal bünye olarak çözülmeye başlamışlardı. Bünye çözüldükçe direniş odakları dağılmış ve dolayısıyla ister ‘merkezden’, isterse ‘çevreden’ kaynaklansın geleneksel-tarihsel Sünni-Hanefi düşmanlığının avlanma alanında kalakalmışlardı. İşte tam burada Cumhuriyet “sahaya indi.” Artık avlanacaklarsa yalnızca o avlayabilirdi. Devletin laik olduğunu beyan ediyor, artık dinin siyasal olarak geçerli bir “evrensel” olmayacağını söylüyor ve yurttaşlarıyla ilişkisinde dini referans olarak almayacağını ileri sürüyordu.
Aleviler bir göze muhtaçken, iki göz birden vaad ediliyordu. Ama bu iki gözün yerleştirileceği beden inşa edileceği vaad edilen yeni bir bedendi; Aleviler bunu anlayamasa da. İlgili dönemde Alevilerin modern burjuva bir devletin inşa sürecini doğru okumalarını beklemek hem haksızlık, hem saflık olacaktır. Buradan hareketle Alevilere saldırmaksa en basitinden kötü niyetlilik değilse, Aleviliğe ilişkin bir cehaletten kaynaklanıyor olmalıdır.
NE DEVLETE BEL BAĞLA NE DE...
Cumhuriyet’in “merkeze” taşıdığı Sünni-Hanefilik, tarihsel tecrübesi gereği, yeni konumuna hiç yabancılık çekmedi. En azından Türk sünniliği tarihi boyunca zaten bir devlet ideolojisi olarak biçimlenmişti. Bu yüzden Sünnilik Cumhuriyetin modernleşme projesinin iç gerilimlerini kolaylıkla okudu ve buna ayak uydurdu. Öyle ki Sünniliğin anti-modern görünen tavrı bile moderndi. Yani eğer varsa Hanefiliğin trajedisi, adeta inançları iktidarda, kendisi dışarda olanın trajedisiydi; Aleviler ise fikren, zikren ve bedenen yok hükmünde sayılıp adeta Sünni-Hanefiliğin batıl inançlar koluymuş gibi işlem gördü! Dolayısıyla bu bünye dağıtılmalı, devletin tanıdığı müslümanlık içinde yeniden inşa edilmeliydi. Bu süreç Cumhuriyet’in milliyetçi ideolojiyi perçinlemek için, bir İttihatçı kalıt olan, “öpöz Türkler olarak Aleviler” icadıyla iç içe deneyimlendi ki hala deneyimlenmeye devam ediliyor. Oysa, tersine cumhuriyetin modernleşme projesine dört elle sarıldığı kabul edilen Alevilerin, Alevi olarak bunu okuma ve yeniden üretme yetisi yoktu; tarih boyunca buna ilişkin bir tecrübeleri olmadığı gibi, olan tecrübe de tersini güçlendiriyordu: “Ne devlete bel bağla, ne varlığa güven gez!” Ayrıca öğretisel düzeyde, Alevilik dediğimiz şey, gizli saklı da olsa, kırıntılarla da olsa, kendini devindirmeye çalışıyordu ama artık Cumhuriyet’in coğrafyasında. İşte böylece Alevilerin Alevilik sorunu başladı. Bu sorun yepyeni bir siyasal bünyenin inşası sorunudur; Alevi aktörler bunu hala ve hâlâ farketmişe benzemeseler de. Sünniliğin ise bünye sorunu hiç olmadı. Buna ilişkin tarihsel bir tecrübesi de hiç olmadı. Onun içine yerleşeceği ağaç hep hazır ve nazırdı.
ORTAK TRAJEDİ
Cumhuriyet burjuva karakteri gereği, dini belirli bir ölçüde baskılayarak açtığı alana, yine araçsallaştırdığı haliyle dini içererek kendisi yerleşmeye çalıştı. Bu alana, yapısı gereği, dinsizliği, farklı dinleri, dinler içindeki heterodoks yaklaşımları, farklı etnileri sokmamaya çalıştı ve paylaşmayı asla düşünmedi. Bu alanı paylaşmadığı gibi, kendi gereksinimleri doğrultusunda, biriciklik savında olan Sünni müslümanlığı farklı müslümanlık, farklı dinlilik ve farklı dinsizlik biçimleriyle baş başa da bırakmadı. Bu belki doğaldı da. Genç cumhuriyetin, kendi özündeki kurtla, etnik ve dinsel kurtla baş edebileceğine güveni tamdı. Ama asıl büyük kurdu, kendisine yakınlığı gereği, ıskalamıştı: Üzerinde yükseldiği coğrafya üretici gücün koşulladığı ölçüde, eşitsizlikçilik kurdunun, dinsel-evrensele dönüşerek bizzat kurmaya çalıştığı yeni bünyenin kendisi haline gelebileceğini ihmal etmişti ve bu oldu. 12 Eylül darbesi tam “civcivin kabuğuna tık” demesiydi. Bu anda Alevilerin trajedisiyle Cumhuriyet’in trajedisi, eğer bu bir trajediyse, üst üste bindi: Yeni bir siyasal bünye gereksinimi. Cumhuriyet, kendine dönüşenden kendini farklılaştırabilmek adına, Alevilerse Alevi olarak var olabilmek adına. Günümüzde demokrat, özgürlükçü, liberal kesilen İslamcılar tam da bunu doğru okudular ve bu bünyenin inşasına engel olmak için, kendi isterlerine uygun bir Alevilik yaratmak üzere devreye girdiler, yani Alevilik nezdinde, Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in gereğince tamamlayamadığı bir projeye el attılar. Alevi hareketinin aktörleri bunu farketmediği ve buna dönük direnç noktaları inşa edemediği sürece, bir süre daha Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Alevilik sorunu olacaktır. Öyle anlaşılıyor ki Kürt sorunundan farklı olarak, Cumhuriyetin Alevilik sorunu Alevi sorununa evriltilemediği ölçüde, Alevilik sorununu çözen Cumhuriyet, zaten Alevi sorununu da çözmüş olacaktır; AKP’nin Kürt sorununu yükselen şövenizmle kol kola girerek “Kürtlük” sorununa dönüştürüp onu da farklı bir evrensellik savıyla aşmaya çalıştığı gibi!
Sonuç olarak her düzeyde, Aleviliği Cumhuriyetle, pozitivist solla, Kemalizm’le hesaplaşmaya çağıranların önce kendi “devletlu ve devletli” konumlarını, imanlılar ise iman ettiklerinin devletin salhanesinden geçmişliğini sorgulamaları beklenir. Devletin ve dinin aynı ‘boşluktan’ köklendiğini, aynı boşluk için kavga verdiğini, aynı boşluğu sahiplenmeye çalıştığını, aynı boşluğa yerleştiğini görmezden gelmeyip, aynı posta iki sultanın sığmamaklığından halkın hükümdarın dininden olmaklığıyla dinlerinin hükümdarın dini olduğunu farketmeleri beklenir. Aksi halde Aleviliği Cumhuriyet’le hesaplaşmaya çağıracakların listesine değil girmek, bilmem kaçıncı yedek listede bile esameleri okunmayacaktır.
DOÇ.DR. Ayhan Yalçınkaya
Ankara Ünversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
BİRGÜN - 03 Kasım 2008
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.