Bu bir 'masal' değildir!..
Bu bir 'masal' değildir!..Kemal BÜLBÜL Babam, ışıklar içinde olsun, tam bir Aleviydi. Dilinde, davranışlarında, insan ilişkilerinde...
Bu bir 'masal' değildir!..
Kemal BÜLBÜL
Babam, ışıklar içinde olsun, tam bir Aleviydi. Dilinde, davranışlarında, insan ilişkilerinde Alevi kimliğini açıkça görebilirdiniz. Hiç unutmam ve hatırladıkça da içimi buruk bir hüzün kaplar! Henüz küçümencik bir çocukken, İmam Hüseyin orucu tuttuğum ilk günün akşamı oruç açımından önce babam beni sırtına alıp gezdirmiş, sonra kucaklayıp sevmiş ve çok mutlu olmuştu! Biz orucu “Muharrem ayı” veya “On İki İmam” adıyla değil, İmam Hüseyin Orucu ve Xızır Orucu adıyla tutardık. Babam “Ya Hüseyin, Şah Hüseyin” derdi. Xızır’ı, Kerbela’yı, Şahı Merdan Ali’yi (Babamın Hz. Ali dediğini hiç duymadım.) 14 Masumu Pak’ı, 72 şehidi, Zeynel Abidin, Ali Ekber, Ali Asgar... Çocukluğumda derinlemesine olmasa da hepsini bilirdim. Anacanım (ışıklar içinde olsun) Hakka Yürümeden onu Hacıbektaş’a götürmüştüm. Dergahı görünce titreyerek ağlamaya başladı! Daha cümle kapısından yere diz çöküp Hünkar’ın sırlandığı meydan evine kadar emekleyerek gitti. Hele sırrın zahirini gördüğü anı anlatamam. O ne vecd ve cezbeydi!... “Ya Hünkar Hacıbektaş Veli!” diyerek sandukanın örtüsüne yüz sürüyor, göz pınarlarından ılık bir ırmak akıyordu.
Köyde yaşarken Anacanım evin önüne ateşi yakıp sacı kurar ve ekmek pişirirdi. Gelip geçen biri olduğunda “Komşu gel bir Fatma Ana sıcağı al!” der ve ekmek vermeden bırakmazdı. Dedim ya biz hazret, peygamber gibi kavramları bilmezdik. Havva Ana, Meryem Ana, Fatma Ana, Zelxa Ana/ Zeliha (Anzılha, Nemrut’un kızı, Xelil İbrahim’in cananı. Anacanımın da adıydı. Dedem özellikle bu adı vermiş anacanıma.) Musa, İsa, Muhammed, Davud, Yakub, Yusuf... Bilir ve candan içeri severdik. Anacanım ve babamın “Hak Muhammed Ali” dilinden düşürmezdi. Anacanım tenha kış gecelerinde Nemrut ile Xelil İbrahim’in (Nemrut diyemez, Namırut derdi.) hikayesini, Yusuf’un kuyuya atılıp, babası Yakub’un ağlamaktan gözlerini kaybetmesini, Züleyha’nın Yusuf’a yaptığı işveleri, Harun Reşit ve Behlül Dane’yi Kürtçe anlatır, hikaye bitmez ertesi gece de devam ederdi. Şimdi düşünüyorum da sinema filmleri, dizi filmler o tadı, anlatımdaki gizemi ve tasviri yakalayamaz desem çok da iddialı olmaz.
Deyişler, erenler, evliyalar zaten Yol’un vazgeçilmeziydi. Deyiş dinlenirken “edep/erkan” olunurdu. Ben ezanı ilk defa on yaşında geldiğim Malatya’da duydum. Evimiz Arguvan’a yakın bir Türkmen köyündeydi. Ne köyde ne de yürüme yarım saat ötedeki Arguvan’da cami yoktu. 12 Eylül askeri darbesinden sonra Arguvan’a cami yapılmış. Evimiz hemen hiç misafirsiz kalmazdı. Türkmen komşularımız dışarıdan “Kürt Musa misafirin var” diye seslenmedikleri gün pek nadirdi! Misafirlerin hepsi çok değerliydi, saygı ve hürmetle ağırlanırdı. Ama iki tür misafir vardı ki onlar gelince akan sular dururdu. Birisi Dede, diğeri de Sünni köylerden gelen misafirlerdi. İmkanlara göre ya bir baş hayvan kesilir ya da Anacanım özel yemekler yapardı. En özel yemekleri de içli köfte veya “Kullor”du. Way lımıne... bu kullordan daha lezzetli bir yiyecek yoktu biz çocuklar için. Anacanım önce yufkaları açar, tepsiye kat kat dizer, aralarına küçük tike etler, kıyılmış soğan vb. dizer ve sacı tepsinin üstüne kapatıp üzerine bir ateş yakardı. Hafif tereyağı da eklenen kullor pişene kadarki çocuk sabrımızın ölçüsü kamil insanın imanı değerindeydi.
Dede veya Sünni köylerinden misafirlerimiz geldiğinde minderle yetinilmez, yere döşek indirilir ve sırtlarına halı yastık verilirdi. Babam asla misafirden yukarıda oturmaz, biz ise kapıya yakın bir yere otururduk. Babam, Sünni misafirlerimize “Kriwo” derdi. Onlar da aynı ile mukabele ederler, Sünniler de Kürt olduğu için Kürtçe muhabbet derin bir saygı ve hoşnutluk içinde saatlerce devam ederdi. Sünni misafirlerimiz evimizde namaz kılar, ne onlar bizden ne de biz onlardan rahatsız olmazdık. “Alevinin elinden yenilmez!” saçmalığını şehirdeki “Sünnilerden” duydum!
Evimize gelen bir Dedeyi unutamam!.. Bembeyaz, uzun sakalı, ışık saçan gözleri ve hep gülümseyen yüzü vardı. Anacanım ve babam dedenin elini öptüler. Biz de sırayla dedeye niyaz olduk. Bir Türkmen’di sanırım, Dede Kargın Ocağı Dedesi’ydi. Bizim Pir Ocağımız Sinemili, Mürşit Ocağımız Avuçan Ocağı’dır. Dede, babama bir şey söyleyeceği zaman “Musa Kurban” diye başlardı söze. Bizde bir gece kaldı. Sonraki günlerde bir sabah gütmeye götürdüğüm kuzuların sayısının arttığını gördüm. Babam “Dedenin kuzularını da güze kadar güdeceksiniz” dedi. Güzün kuzular epey büyümüştü. Dede yanında bir adamla kuzularını almak için geldi. Kuzu başına da bir teneke buğday getirmişti. Babama “Musa kurban, kuzulardan biri çocukların olsun” dedi. Babam kabul etmek istemedi. Ama Dede kuzulardan birini bırakıp bir güzel duvazlar etti, diğerlerini aldı ve gitti!.. Biliyorum, Dede kuzularını özellikle bize güttürmüştü. Çünkü o köyde en çok ihtiyacı olan aile bizdik. Tarlamız, arazimiz yoktu ve Dede emeğe karşılık bir şeyler vermek istiyordu.
Dede Türkmen, biz Kürt Alevi ve misafirlerimiz Kürt Sünni!.. Ama asla riyakarlık, dedikodu, ötekileştirme yoktu. Hepimiz insandık. Dedenin himmeti ve adaleti, babamın ve Sünni köylülerin inançlarını gerçekten idrak etmiş olmaları insanca yaşamanın güvencesi olmuştu.
Kerameti kendinden menkul, Dedeliği iki duvaz imam, bir gülbenge sığdırmaya çalışıp “Kürt’ten Alevi olmaz!” diyen, marifet ve hakikat kapısına tanık olmamış kimi “dedelere”, geleneksel devlet anlayışının inkarcı, katliamcı politikaları ile Sünni toplumunu karıştırıp Sünnilere kin güden kimi “Alevilere” ve “Alevilerin elinden yenmez!” diyerek Aleviliği “Sapkınlık” sanan kimi “Softa Sünnilere” duyurulur!..
Özgür Gündem - 29.07.2011
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.