Belgesel Korkusu: Documentaphobia
"Documentafobia” terimi bana ait değil, Matthew Bernstein adlı ABD’li bir akademisyenin eski bir yazısının başlığında geçiyor. Vaktinde Michael Moore’un...
"Documentafobia” terimi bana ait değil, Matthew Bernstein adlı ABD’li bir akademisyenin eski bir yazısının başlığında geçiyor. Vaktinde Michael Moore’un 1989 tarihli filmi “Roger ve Ben” (Roger and Me) üzerine dönen teorik tartışmalara ilişkin yazdığı makalede, eleştirmenlerin hibrid-belgesel türüne ikircikli yaklaşımını nitelemek için kullandığı bir terim.
Ne yazık ki biz, “belgesel korkusu” terimini bu sofistike anlamıyla kullanamıyoruz bu topraklarda. Çünkü burası Türkiye; belgeselden öcü görmüş gibi korkanların yönettiği bir ülke. (Belgesel derken çiçek böcek videolarını kast etmediğimi anlamışsınızdır elbette.)
Nedir bu korkunun altında yatan şey? Koskoca bir devlet/hükümet bir filmden neden korkar? “Documentaphobia” ile baş etmek mümkün müdür? Sinemamızın 100. Yılı şenliklerinin son halkası olarak İstanbul Film Festivali’nde yaşadığımız yeni sansür keyfi/keyfi sansür (*), doğrusu umutsuz bir vakayla karşı karşıya olduğunu hissettiriyor insana; ama hem korkunun ecele faydası yok, hem de –iyi haber- hastalığın tedavisi imkânsız değil.
Belgeselsizlik özlemi
Bir an için gözünüzde canlandırın: Belgeselin olmadığı bir Türkiye nasıl olurdu? Böyle bir ülkenin tarihinde Dersim katliamı diye bir şey yokmuş gibi olurdu. Diyarbakır Cezaevi Türkçe dil eğitimi veren tam teşekküllü bir dershane ismi olarak tarihe geçerdi. Maraş, Çorum, Lice şirin birer beldemiz olarak tanınırdı. Faili meçhuller bölücü birer iddiadan ibaret sayılır, Cumartesi Anneleri sabah şekerleri programındaki şakşakçı teyzelere dönüşebilirdi. Memlekette Kürt sorunu diye bir şeyin lafı bile olmaz, Kürtçe diye bir dili konuşmaya kimsenin ihtiyacı kalmazdı. Daha dün gibi hatırladığımız Gezi isyanı, -ne isyanı? darbe girişimi!- faiz lobisi ile Kabataş çetesinin ortaklığı ve paralel evrenden gelenlerin desteğiyle kotarılan bir Samanyolu TV ortak-prodüksiyonu olarak belleklere kazınırdı. Bir anda 301 maden işçisinin toprak altına gömülmesi ‘fıtrat’ diye kayda geçer, kan parası neyse ödenir, sonra dönüp işimize bakardık. Aynı cennet memlekette gerilla diye bir şey de olmaz, hayat ülkenin doğusunda vatanperver Rambolarla teröristlerin kozlarını paylaştığı sonu gelmez bir Amerikan filmi, batısında ise bir reklam filmi gibi akıp giderdi.
Bu masal diyarını siz de sevdiniz mi? Devletlûler, saraylarının penceresinden bakınca işte böyle bir Disneyland görmek istiyor. Dev ekrandan bize de bunu göstermeye gayret ediyorlar. (Eminim fark ettiniz, yukarıda tarif edilen ülkede belgesel yok, fakat ‘TRT/atv belgeseli’ diye bir şey var!)
Ama heyhat, güneş balçıkla sıvanmıyor. Tarihin ilkokul kitaplarında anlatıldığı gibi yaşanmadığını bilen ve bunu anlatmak isteyenlerin de ağzı torba değil. Üstelik, siyasilerimizin sıkça kullandığı özlü sözün dediği gibi, gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu var.
Gerçeklerin bu huyu en çok belgesel türünde nükseder. Esaslı bir belgesel, resmi tarihin halı altına süpürdüklerini bulup ortalığa saçar; zülfü yâre dokunur, gözleri açar, ezber bozar. Belgesel statüko tanımaz, el pençe divan durmaz, toz kondurur, huzursuz eder. Bazen içinizi ısıtır, güçlü hissettirir, mücadele gücü aşılar. İzleyeni kendi kimliğiyle, bildiği veya bilmediği şeylerle yüzleştirir; kolektif bilincin tavan aralarını, görünürün ardındaki fotoğrafı, bazen görmek istemediğimiz şeyleri göstermeye çalışır.
O nedenle bizi tabuların, korkuların, inkârların gölgesinde yaşatanların belgeselden hazzetmesi beklenemez. Belgesel korkusu, ‘eisoptrophobia’ (ayna korkusu, daha doğrusu kendini aynada görme korkusu) gibidir biraz. 100 yıl öncesinde olup bitenleri hâlâ açıkça konuşamadığımız bir siyasi iklimde, bazılarımızın yüzümüze tutulan aynadan endişe duyması anlaşılır bir şey, ama sağlıklı bir refleks olmadığı kesin.
Sansürümüz çeşit çeşit
Ulusal tabularımız söz konusu olduğunda egemen medyanın bir rıza üretme fabrikası gibi çalışması, anaakım gazetelerin resmi olanından hallice, TV’lerin sahibinin sesine ayarlı olması yetmiyor muktedirlere. Sessizlik duvarında ufak tefek gedikler açan küçük bütçeli belgesellerin varlığı bile ölesiye ürkütüyor onları. Öyle bir film yapma cüretini gösterenler, itibarsızlaştırmadan yasaklamaya varan ibretlik cezalara maruz kalıyor.
Öte yandan her yeni vakada yeni bir şey öğreniyor insan. Antalya’da festival sayesinde Türk Ceza Kanunu’nun maddeleri ile tanışmış, sansürcülerin gündemi “sinemada küfür” tartışmasına tahvil etme konusundaki maharetine tanık olup hayran kalmıştık. Daha geçenlerde Filmmor’da perdede film oynarken zabıtaların ‘mekânın gösterim ruhsatı yok’ diye salonu basabileceğini öğrendik. Yerel iktidarların belgesel gösterimlerine müdahelesi konusundaki deneyim zenginliğimizi (filmi ortasında durdurmak, yönetmeni şehirden kovmak, vb.) saymıyorum bile. Şimdi de, çekmeceden çıkarıp burnumuza dayadıkları eser kayıt-tescil belgesi diye bir şeyi tartışarak mesai dolduruyoruz. Kısaca hayatımız öğrenmekle geçiyor.
“Bakur”un başına gelenleri izliyoruz Pazar gününden beri. Sadece iktidar cephesinin değil, ulusalcı kesimin de belgesel korkusu bütün semptomlarıyla tavan yapmış durumda. Yarın öbür gün Cumhurbaşkanı’nın nutuklarına bile konu olabilir. Filmi henüz izlemedim, herkes gibi elbette bir yolunu bulup izleyeceğim, keza yapımcıları bir yolunu bulup herkese gösterecek. (Sansürün de böyle ters tepmek gibi kötü bir huyu var işte.) Bir filmin gösterim tarihinin arifesinde sinemanın kapısına polis dayanmışsa, o filmi izlemek artık boynunuzun borcu olur. Sinema Genel Müdürlüğü’nün ne zamandan beri emniyet teşkilatı ile birlikte çalıştığını, bu kayıt-tescil belgesi denen şeyi denetleme işini onlara ne zaman devrettiğini sormak da.
Fakat izlemediğimiz fim hakkında, Kültür Bakanlığı sayesinden epey bilgilenmiş sayılırız. Muhtemelen Antalya’daki dayanışma eksikliğinden cesaret alıp belgesel olduğu için kolay lokma saydığı bu filmi tanrılara kurban olarak seçen Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü, olay kontrolden çıkıp elinde patlayınca “konuyla alakamız yok” diyen bir açıklamayla işin içinden sıyrılmaya çalışıyor. Ne var ki, açıklamaya şu cümleyi sıkıştırmaktan kendini alamıyor: “Ayrıca filmle ilgili yapılan haberlerde ‘PKK belgeseli’ nitelemesinin kullanılmasının da işaret ettiği gibi ortada terör örgütü propagandasının söz konusu olması hiçbir şekilde temel demokratik değerlerle ve düşünce özgürlüğünün evrensel kriterleriyle bağdaşmayan bir durumdur.”
Şimdi anladınız mı, Bakanlığın geçen yıldan beri gerek İstanbul’dan gerekse Antalya ve Adana başta olmak üzere hiçbir festivalden talep etmediği “kayıt-tescil belgesi”nde bu sefer ısrar etmesinin hikmetini? Daha tescil başvurusu gelmeden “düşünce özgürlüğünün evrensel kriterleriyle bağdaşmadığına” kanaat getirip ‘propaganda filmi’ diye tescil ettiği “Bakur”u veto etme hakkını kullanmak içinmiş meğer.
Sinemaya destek, belgesele köstek
Henüz seyirci önüne çıkmamış bir sinema eserini (havuz medyasının yazdıklarına dayanarak) “terör örgütü propagandası” diye fişleyen, 12 Eylül rejiminin Milli Güvenlik Konseyi bildirilerinin diliyle konuşan bir “Kültür” Bakanlığımız var, ne güzel! Bantı geriye sarıp “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü...” evresine dönüş, yine 100. Yıla yakışır bir nostalji rüzgârı...
Az önce bir arkadaşımdan, Bakanlık yetkililerinin sansüre karşı ortak bildiriyi imzalayan bazı meslek örgütlerini arayıp belgeselden görüntüler ve o görüntüdeki ‘teröristler’e dair bazı istihbarat bilgileri paylaştığı bilgisini aldım, bir yaşıma daha bastım. Öğrenmenin yaşı yok! Sinemacılarla değil ama Genel Kurmay’la imrenilecek bir işbirliği sergileyen Sinema Genel Müdürlüğü’müzün hamaratlığıyla ne kadar övünsek az!
Ee, hani sansürle ilginiz yoktu? Heron teknolojisinden destek alan bu olağanüstü çabanız, eser sahibinin telif haklarını korumak için mi?
Yeri gelmişken, kendilerine kayıt-tescil belgesini dayatan Bakanlık’a belgeselcilerin şunu sorma hakkı yok mu: Bu filmlerin seyirciye ulaşması, yani o kayıt-tescil/eser işletme belgesinin gerçek anlamda işe yaraması için bir şey yapılıyor mu? Memlekette üretilen, kimisi dünya festivallerinde Türkiye’yi temsil eden belgesellerin ülke içinde gösterime girip seyirciye ulaşması arzu ediliyor mu? Evetse, bunun gerçekleşmesi için bugüne kadar bir çaba harcandı mı?
Elbette hayır. Onun yerine, belgesel projelerine destek miktarı alabildiğine tırpalandı. Belgesel ve kısa filmde proje başvuruları eskiden yılda iki kez yapılabiliyorken, yılda bire indirildi. Öncesinde de, destek miktarı artarken bile belgeselin payına devede kulak rakamlar düştü. (Kültür ve Turizm Bakanlığı sitesindeki rakamlara göre; 2012’de destek miktarı, animasyon film yapım projelerinde yüzde 1463, kısa film yapım projelerinde yüzde 319 arttırılırken, belgesel film yapım projelerinde sadece yüzde 26 oranında artmış.)
Bu arada destek alan belgesellerin içeriğine yapılan müdahaleler, yönetmenlere dayatılan akla ziyan talepler ayyuka çıktı. Bakanlığın gündemimize sokuverdiği kayıt-tescil belgesi tartışmalarından vakit kalırsa, bunları de konuşacağımız günler gelir umarım.
Festivalin ve sinemacıların sorumluluğu
Festival yönetiminin içinde yaşadığımız korku iklimine rağmen, normal bir ülkede bir festivalin yapması gereken şeyi yapıp “Bakur”u programa seçme cesaretini göstermesi, ayrıca Antalya Altın Portakal yönetiminin belgeselcileri ötekileştiren, neredeyse düşman belleyen tutumunun ardından İstanbul Film Festivali’nin bu sene bir Ulusal Belgesel Yarışması açmış olması Türkiye’de belgesel yapan herkesin kesinlikle takdir edeceği adımlar. Kış ortası kendinizi sokakta bulup da birilerinin size evini açması gibi bir şey. Festival ekibinin “Bakur”un gösteriminin engellenmesinden itibaren sinemacıların yanında ve sansürün karşısında bir duruş sergilediği de inkar edilemez.
Yine de şu kadarını söylememe izin verin: İKSV, programa seçilmiş ve festivalce talep edilen tüm koşulları yerine getirmiş filmleri her ne pahasına olursa olsun gösterme sorumluluğunu üstlenmek yerine, polisin ve Bakanlığın baskısına boyun eğip aradan çekilmiş ve sinemacılara “Bakanlıkla aranızda halledin” diyerek topu taça atmıştır. Eğer böylesine büyük bir kurum bu kadar açık bir şantaja direnme gücünü kendinde bulamıyorsa, bence hepimiz dükkanı kapatıp Bodrum’a taşınalım! Yok eğer, programdan çıkarma kararında ana sponsorların veya tepedeki patronların da dahli varsa, en hayırlısı festivalin bir an önce dükkanı kapatması. En azından festivaller tarihindeki saygın yerini korumuş olur.
Her musibette bir hayır varmış: Sinema camiası nihayet işin vehametini kavramış, sansüre karşı bir araya gelmiş gibi görünüyor. Hatırlarsanız, Antalya Altın Portakal’da Ulusal Uzun Metraj Yarışması’ndaki meslektaşlar belgeselcileri yarı yolda bırakmış, gönül almak babında ödül töreninde bildiri okuyup sansür hakkında bir belgesel yapmaya karar vermişlerdi. Sanıyorum şimdi, çekecekleri belgeseli gösterecek yer bulamayacaklarını idrak ettiler. (Bu arada Antalya’da onurlu duruş sergileyenleri ‘portakal kadar aklıyla’ festivali sabote etmekle itham eden bazı saygıdeğer yönetmenlerin, bu sefer sansüre karşı ‘lale gibi dik’ bir duruş sergilemesi de az göz yaşartıcı değil.)
Bütün bunlar yaşanırken, haftalar öncesi geçirdiği kalp spazmı nedeniyle hastanede komada yatan, ama her şeyi duyan, anlatılanları algılayan, esprilere gülen bir arkadaşımız, Çayan Demirel’imiz var. Dilerim ki, bu ortak tepki ve direniş dalgasının sonucunda ondan gizlemeye çalışacağımız bir manzara değil, onu uykusundan uyandıracak bir haber çıksın. Yoksa hepimizin topluca komaya girmesi işten değil.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.