Batınî öğretinin iki ana kolunun birleştiği Coğrafya
Batınî öğretinin iki ana kolunun birleştiği Coğrafya
70 bin yıllık batık bir uygarlığın bizlere kalıtı olan ezoterik (Batıni) öğretinin tarih içinde farklı güzergahlar izleyen iki ana kolunun birleştiği, güçlendiği, ulu ırmağın iki kolunun birbirine karışarak daha gür ve coşkulu aktığı bir kavşak noktası…
Aynı zamanda onlarca kültür ve uygarlığın da kavşak noktası, ancak biz Batıni öğreti ve onun Anadolu’da yolları kesişen iki ana kolu üzerinde duralım.
Ezoterik öğretinin bize kadar ulaştığı zincirde MU-Atlantis-Mısır (hermesçilik)-Anadolu (ve Mezopotamya) halkaları biliniyor.
Kazım Mirşan, Haluk Tarcan gibi araştırmacıların yaptığı çalışmalar ise Ön-Türk uygularlığının da Mu ile bağlantı olasılığını güçlendiriyor.
Bir kolun da Asya üzerinden, Turfan çöllerinden, Uygur diyarından gelişip Afganistan, Türkmenistan, İran ve Mezopotamya üzerinden Anadolu’ya ulaşarak diğer kolla birleştiği, böylece yolun bir, diri ve iri olduğu anlaşılıyor.
Biz günümüz Aleviliğinin “Şamanizm üstü İslam” olduğu tezlerine hep karşı çıktık, çıkmaya devam ediyoruz. Ancak yukarıda adı geçen araştırmacıların 12 bin yıldan daha eski bir tarihte başlattıkları Biroybil, Atoybil gibi Ön Türk uygarlıklarındaki inanç çerçevesinin zaten Şamanizm olmadığını da ortaya koyuyor.
Erdoğan Çınar’ın araştırmalarından, Anadolu’da çeşitli diller konuşan Alevilerinin etnik yapısının Luvi ağırlıklı olduğunu anlıyoruz. Ancak tarihsel süreç içinde aynı öğretiyi benimseyen farklı soydan toplulukların da genetik olarak kaynaştığı bölgelerin olması olası ve bunlar arasında öğreti birliğinin etkisiyle ortak kültürel değerler ve mantalite geliştiğini düşünebiliriz.
Ancak Şener, Zelyut gibi araştırmacıların savunduğu “Alevilik=Türkmen dini=Türk İslamı” tezini kabul etmek mümkün değil. Son yıllarda özellikle Türk dilli Alevilerin hepsini “Türkmen” saymak moda oldu. Hatta bununla da yetinilmeyerek, Kürtçe ve Dımıli konuşan Aleviler’in de aslında Kürtleşmiş Türkler olduğu gibi asimilasyoncu resmi ideolojiye hizmet eden bir tez savunulur oldu.
Batıni öğretinin binlerce yıl önce gelişen Mu-Atlantis-Mısır kolu ile Mu-Asya-Ön Türk, Uygur kolunun, zıt yönlerden gelip Anadolu’da buluşup, birleştiği, burada var olduğu anlaşılıyor.
Urum (Anadolu) Erenleri ile Horasan Erleri’nin önder kabul edip biat ettiği Pir Hace Bektaş, bu birleşmenin sembolü bence.
O Horasan’dan (Güneşin yeri) gelip, Anadolu’da “İdris”in (Hermes-Thot-Enok?) evine mihman (konuk) oldu. Dergahını kurduğu yer, Çınar’a göre kadim bir Batıni merkezi idi. Gelişiyle “Yıkılan duvarı doğrulttu”. Bugünkü adı Hacıbektaş Kasabası olan Sulucakarahöyük, daha önce dıştan Hıristiyan olarak bilinen ve Hacı Haralampos önderliğindeki Batıni erlerin dergahıydı.
Hace Bektaş gelmeden önce, günümüzde soylarını Muhammed’e çıkarmaya çalışan Alevi ocakları bu topraklarda zaten vardı. Hatta bunlar henüz İslam diye bir din yokken de var idiler. Osmanlı’nın, 16. yüzyılda Safevilere meyleden bu toplumu kendi kontrolünde tutmak için Balım Sultan aracılığıyla “Bektaşi Tarikatı”nı organize etmesiyle, Osmanlılar ve Safeviler arasındaki paylaşım kavgası kızıştı. Bu Ocakların bir kısmı, Hace Bektaş’a dayandırılan bu tarikata bağlanırken, bir kısmı da Erdebil’e bağlandı. İslamlaşma, Şiileşme, siyasallaşma bu süreçte arttı. Ancak kuruluşunda Batıni yapıdaki topluluklara dayalı olan, Yavuz döneminde tamamen Sünnileşen Osmanlı ve Şah İsmail’den itibaren oğulları döneminde tamamen Şiileşen Safevilere karşın, Anadolu’daki toplum Batıni özelliklerini korudu. Şii-İslami motiflerden oluşan bir dış giysinin altında Batıni öz yaşatıldı.
Ancak o ana kökten çıkan dallardan biri olan Asya kolu sadece Ön Türk uygarlığıyla ilgili değildi elbette. Yukarıda bahsettiğim araştırmacıların bulguları, bir Uzak Asya ülkesi olan Kamboçya’da semahın var olduğunu, adının da “samah” olduğunu ortaya koyuyor. Bu da Aleviliği Türklüğe indirgeme çabalarını boşa çıkarıyor.
Naacal tabletlerinin bir Tibet tapınağında saklanması ve üzerindeki yazıların dilinin, tapınağın rahibi (bu batılıların verdiği ad, pir de diyebilirsin) Rishi tarafından, İngiliz Albay Churcward’a öğretilmesi de dikkatten kaçmamalı.
Mu’nun Asya kolundan gelen çizgi, çeşitli sentezler, bağdaştırmalar ve etkileşimlerle Asya toplumlarında ortaya çıkan öğretiler şeklinde yaşamaya devam ediyor. Bugün günümüz Aleviliğiyle İslam arasında kuramadığımız benzerlikler, Hint öğretilerinde özellikle tenasüh (ruh göçü), şekil-don değiştirme, aynı anda farklı yerde gözükme, zaman ve mekandan bağımsız gezinme, levitasyon (yerden yükselme, havada durma), telekinezi (nesneleri düşünce gücüyle hareket ettirme), telepati (uzaktakiyle zihinsel iletişim) gibi şekillerde karşımıza çıkıyor.
Nusayri Aleviler olarak bilinen Arapça konuşan Alevilerin etnik anlamda Arap değil, Tıpki Mısırlılar, Dürziler, Suriyelilerin önemli bir bölümü, Tuaregler ve diğer Kuzey Afrika halkları gibi “mütearribe” (Araplaşmış) olduğunu düşünüyorum. Arapça konuşan Alevilerin özellikle Abbasiler döneminde dillerinin Arapçaya dönüşmesine ve İslami motiflerin önemli ölçüde inançlarına sirayet etmesine rağmen, Batıni temellerini koruduklarını düşünüyorum.
Soy-etnik köken konusuna, tarihi anlamak, özellikle de inanç gruplarının tarihsel gelişim sürecini kavrayabilmede bize yardımcı olabilecek bir unsur olarak bakmalıyız. Anadolu’daki Alevilerin Türkçe ya da Kürtçe, Nusayri Alevilerin Arapça konuşmasının, “72 millete bir nazarla bakan” bir anlayışta başka bir esprisi yoktur.
Saba Melikesi Belkıs efsanesiyle öyküsü günümüze kadar gelen uygarlığı da araştırmak gerekiyor. Bunların da Mu bağlantısı olması güçlü olasılık. Bu uygarlığa ait Yemen yazıtları, Anadolu’da Friglerin kaya kabartmaları, İtalya’daki Etrüsklere ait kalıntılar, İskandinav ülkelerindeki taş yazıtlarında kullanılan alfabe (Futhark) ile Orhun abidelerindeki hep “runik” karakterdedir. Bunlar ortak bir kökene dayanıyor.
Mirşan ve Tarcan, bugünkü Hazar Denizi, Aral Gölü ve Karadeniz’in geçmişte tek ve büyük bir deniz olduğu, daha sonra yaşanan suların çekilmesiyle üçe bölünüp bugünkü hallerine geldiklerini savunuyor. Bu araştırmacılar, daha önce var olan tek ve büyük denizin etrafında kurulan uygarlığı, Ön Türk uygarlığı olarak adlandırıyor. Burada Bir-oy-bil ve At-oy-bil devletlerinin kurulduğu, Göktürk diye bir devletin ise olmadığı, Bilge Kağan, İstemi Kağan’la anılan devlet yapısının ise adı geçen devletlerin devamı olduğu görüşündeler. Göktürk adını “Ökük türük” (Tanrısal tür-Rabbani cins) ifadesinin yanlış okunmasına bağlıyorlar.
Sözü edilen uygarlıklara ilişkin bu kişilerin sunduğu “damga”lar (yazı unsurları, işaretler) Naacal tabletlerindeki figürlerle uyuşuyor. Bunların büyük bölümü halı ve kilim deseni olarak günümüzde de yaşıyor. Yukarıda anlattığım yazıtlarda kullanılan alfabelerin kökeninin bu damgalar (tamga) dayandığını savlıyorlar ki sundukları kanıtlar son derece güçlü.
Bu eski uygarlıkları araştırarak, burada gördükleri sembolleri alıp kullanan Nazilerin gamalı haçı da bu uygarlıklara ilişkin kalıntılarda yer alıyor. Hıristiyanların kullandığı haç da öyle.
Hatta bu araştırmacılar Mısır hiyeroglifinin kaynağının da buradan geldiği görüşünde.
Ben sözü edilen “Ön Türk uygarlığı”nı da Mu ile bağlantılı görüyorum. Kolonilerden biri olması güçlü olasılık. Zaten Churchward’da Mu’nun kolonilerinden birini Türklerle bağlantılı biçimde Uygur (ya da Uigur) devleti olarak sayıyor. (Günümüzdeki Uygur Türkleriyle ilgisi yok)
Bu uygarlıklara ait inanç unsurları da tıpkı Naacal tabletlerinde anlatılan dinsel çerçeve gibi ve günümüz Alevi öğretisiyle birebir örtüşüyor.
Örneğin bu uygarlıkta ruhun ölümsüzlüğüne inanılıyor. Beden ölüp, doğaya karışırken, ruhun devri daim yaptığı ve sonunda Tanrı’ya döneceği inancı var. Ölen insanın Tanrıya uçtuğu, onunla birleştiğine inanılıyor, öyle olması isteniyor. Anadolu Aleviliğindeki “Hakka yürüme” kavramını belki bu araştırmacılar bilmediği için bu şekilde ifade etmiyorlar. Bu bedenden ayrılıp Tanrı’ya gitme olayına “Ozmak” deniyor. Bugünkü Türkçe’de var olan Ozan sözcüğü de bununla bağlantılı.
Söz konusu araştırmacılar, Alevi köylerinde ölenin mezara gömülmesi sırasında ilk olarak başlarına dikilen tahtalara kazınan sekillerin, Ön Türk tamgalarındaki “Ozmak” sembolü olduğunu bildiriyor. Yani bu kişi “Oz-du”, Tanrı’ya gitti (Hakka yürüdü) anlamına geliyor.
Anadolu Aleviliğinde Ozanlar (belki de dünyadan henüz ayrılmadan ruhani boyutta Tanrı ile buluştuğu kabul edilen kişiler olarak) bu öğretinin temel taşıyıcılarından biridir. Bu öğreti onlar sayesinde gelmiştir.
E. Çınar, 13. yüzyılda “Işık”lar (Bugünkü Anadolu Alevilerinin ataları) denilen Batıni toplumun baskı ve kırımlardan kendilerini korumak için bir kelime oyunuyla bu sözcüğü “aşık”a dönüştürdüğünü belirtiyor. Ellerindeki sazlarıyla köy köy dolaşan “aşık”ların bu öğretiyi yaşattığı canlı tuttuğu anlaşılıyor. Günümüzde de aynı şekilde bu aşıklar (Zakir), cemlerde en az Dede kadar önemli ve gerekli bir unsurdur. Yoksa cem olmaz. Aleviler, sazı bir eğlence aracı olarak değil, öğretinin yaşatılmasında temel bir araç olarak görürler. Çünkü o sözün, nefesin, inancın, düşüncenin ve yola ait tüm unsurların taşıyıcısıdır. Sonraki dönemde İslami referansla buna “Telli Kuran” denmiş.
Umarım yukarıda yazdıklarımı okuyup da beni yeterince tanımayanlar, benim Türkçülük yaptığımı sanmaz. Ön Türk uygarlığına ilişkin yazılanlar 12-14 bin yıl öncesine aittir. Bu uygarlığa kaynaklık ettiğini düşündüğüm Mu uygarlığının ise 70 bin yıl öncesinde var olduğu biliniyor.
Bütün bunları, öğretinin kökenini, iğneyle kuyu kazarcasına araştırmak, ortaya çıkarmak için yararlanılan bilgi ve kaynaklar olarak değerlendirmeliyiz. Çünkü bütün bunlar bizi ortak bir geçmişe götürüyor.
Naki Bakır
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.