Alevilikte Sır...
Alevilikte Sır...Yusuf AYDIN / PSAKD Adana Şubesi(...)Bakın şu tesadüfe. Pir Sultanın öz evlatlarından, Pir Sultanoğullarından, Pistanavül...
Alevilikte Sır...
Yusuf AYDIN / PSAKD Adana Şubesi
(...)Bakın şu tesadüfe. Pir Sultanın öz evlatlarından, Pir Sultanoğullarından, Pistanavül (Pistaneğil) takımından bir genç avukat, Pir Sultanın yolundan yürüyüp, bugün Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri genel başkanı olarak, bu yüzyılda mücadelesine devam ediyor...
Bir şey neden gizlenir? Neden saklanıp üzeri örtülür? Neden. Eğer bir toplumun inançlarına, geleneklerine, yasalarına aykırı ise. O toplumda yasak, ayıp, günah sayılıyor ise yani hala tabu ise, söyleyene o toplumdan ve o topluma hâkim yönetimden vs. bir zarar geleceği düşünülüyor ise onu söyleyen yapan kişiler yada gruplar, o toplumdan gizleyerek kendi içlerinde sınırlayarak yaşatırlar. Sırlarlar.
Aleviler binlerce yıldır, İslam’dan önce de İslam’dan sonrada, kendi inançlarını, kültürel zenginliklerini, yaşam biçimlerini, örf adetlerini, kendilerinin hâkim olduğu, kendilerinin yönetip iktidar oldukları bir devlette yaşamamışlar. [Şah İsmail, Hatayi hariç] Bu güne kadar Aleviler kendi inanç anlayışlarına tamamen ters, örf adetlerine, kültürel ve yaşam tarzlarına, dünyaya, tanrıya bakış açılarına zıt devlet ve imparatorluklar içersinde yaşamışlar. Büyük Selçuklu devletinden, Osmanlı'ya kadar, bu böyle olmuş. Bundan dolayı da bütün iktidarlara muhalif olmuşlar. Bu muhalif olmalarının bedelini en ağır şekilde ödemişler. Babalılardan, Şeyh Bedrettin’den, Pir Sultan'dan bugüne kadar hep Alevi isyanları ile tarihe yazılmıştır. Celali isyanları diye geçen Selçuklu ve Osmanlı'daki isyanlarının neredeyse tümü Alevi isyanlarıdır.
Cumhuriyetten sonra da sıkıntılar katliamlar Alevilerin üzerindeki baskı ve asimilasyon politikaları değişik biçimlerde devam etmektedir.
Ne acıdır ki aleviler. Bu sığıntı yaşamlarında egemen toplum içinde inançlarını gizlemek zorunda kalmışlar neye inandıklarını, nasıl inandıklarını, tanrıyı nasıl tarif edip tanrı tasavvurlarını söyleyememişler. Cemlerini gece ve gizli yapmışlar, semahlarını her yerde değil de gizli yaptıkları cemlerinde dönmüşler. Sazlarını saklamışlar çünkü yasaklanmış, şiirlerini, deyişlerini söyleyememişler. Kendi öz dillerine uygun şiir tarzlarını gizlemişler çünkü egemen devlet onların hiç anlamadıkları bilmedikleri, kendi dil ve edebiyatlarına uymayan bir tarzı zorlamış. Bu egemen devletin kendi anlayışına uygun öngörüsü. Bilimde Arapça, edebiyatta Farsça’yı zorunlu kılmışlar. O günün yönetimi halkın kendi öz dilindeki edebiyatı şiirleri aşağılamış yok saymış, sarayda bunlara yer dahi vermemişler. Anadolu’nun en büyük ozanları alevi ve Türkmen’dir öz Türkçe şiirler yazmışlardır. Bu ozanlar devletten uzak, dağlarda derelerde, orman içlerinde inatla kendi türlerinde, Türkçe hece vezni ile şiirler yazmışlardır.
Türküleri, sazları yasaklanan aleviler kendilerini de saklamışlar. Ama hayata renkli bakan aleviler, kendilerini ne kadar saklasalar da rengarenk urbaları, nakışlı çorapları, kuşakları, saltaları vs kendilerini,kim olduklarını Kızılbaşlıklarını ilk bakışta ele vermektedir. Küçükken annemle Şarkışla’ya giderdik. Annem sadece şehre giderken başını örtmek için büyükçe bir örtü örterdi ona çar denirdi tam olarak adını hatırlamıyorum. Annem bunu köyde kesinlikle kullanmazdı, o çar herkeste de olmazdı, şehre giden kadınlar kimde varsa ödünç alınır, gelince geri verilirdi. Annemin onu örtmesini hiç istemezdim, bana "oğlum olmaz, bizi taşlarlar, ayıplarlar, mecburuz" derdi. Ben pek anlamazdım nedenini. Annem köyde başını bile pek örtmezdi ama şehre giderken çok dikkat ederdi ağzını bile kapatarak benim nefret ettiğim bir hale bürünürdü.
Bir toplum, bireyler, kendi içinde zevkle yaşadığı, ona taptığı, kutsadığı, inancını, kültürünü, her türlü anlayış ve yaşam biçimini gizlemek zorunda kalmış. Başka bir anlayış ve inançla da yaşamak istemeyip onu kendi içinde dışarıya kapalı bir şekilde yaşaması kendi içinde yeni bir teori, usul, devlet içinde devlet yaratmak ki bu yasama, yargı, yürütmenin yerine konulacak acayip örgütlenmeler yaratmış. Merkezi bir örgütlenme [Hacıbektaş] buna bağlı kollar [ocaklar] dedeler, bir takım oto kontrol sistemleri [taliplik, musahiplik] her türlü inanç ve düşüncelerini dışarıya karşı kapatmış. Buna sır demiş, sırlamak sır içinde sır etmiş. Müthiş şeyler geliştirmiş. Bunlar sözlerine, şiirlerine hikayelerine, deyişlerine de yansımış.
Bu sır binlerce yıldan beri böyle devam edip bu günlere kadar gelmiş. İslam’ın bütün iktidarlarında. Emevi, Abbasi dönemlerinde hem Şii hem de Sünnilerden kendilerini sırlamışlar.
İsmailiye mezhebi ne mensup olanları hem Şii, hem de Sünniler din dışı sayarak gördükleri yerde imha etmişler. Onlarda kendilerini insanların kolay yaşayamayacakları en keskin, en yüksek, sarp dağların tepelerinde (Alamut), vadilerde, platolarda, ormanlarda yaşamaya başlamışlar. Bu sırlı yaşamlarında kendilerini her yönde geliştirmişler. edebiyatta, düşünsel anlayışlarında, dillerinde, hatta yaşam şeklini bile değiştirmek zorunda kalmışlar Bu zor yaşamlarını sürdürmenin bir yolu olmuş. Burada bir not düşmek isterim Bektaşi örgütlülüğünün, İsmailiye örgütlülüğüne o biçime çok benzediğini vs. bu konunun çok araştırılıp irdelenmesinden yanayım.
Şimdi biz gelelim esas hikâyemize.
16. yy. da Anadoluda ezilenlerin önderi olan Pir Sultan Abdal Osmanlı'nın yanlış politikalarına ve zulmüne karşı mücadele eder. Sivas valisi Hızır Paşa tarafından yakalanıp astırılır. Sadece Pir Sultanı asmakla kalmaz Osmanlı. Pir Sultanın bütün muhiplerini, köyünü, yoldaşlarını, onu sevenleri kılıçtan geçirir. Canını kurtaranlar dağlara, ormanlara, derelere kaçarlar. Aç susuz can derdine düşerler. Hayvanlar gibi ot yayılırlar. Pir Sultanın esas evlatlarından olan, ailesinden bir grup, kaç yıl, yüzyıl köşe bucak kaçar, en sonunda, Şarkışla Emlek yöresine gelir, Emlek yöresi Alevilerin her dönem sığınak yeri olmuştur. Bütün çevre köyler, Türkmen Alevileridir. Pir Sultan evlatlarından olan bu aile, Emlek köylerinden Ortaköy yakınlarında bir çayıra gelir, orada çadır kurarlar. Çevre köylüler bunlar Pir Sultanın akrabaları diye o insanlara yardım ederler. Her konakladıkları yere ev yapmazlar, ağaç bile dikmezler, Osmanlı bizi fark edip görmesin diye. Bu çayıra yöre köyleri Pir Sultan adını verirler. Gel zaman git zaman. Pir Sultan adının duyulduğu her yere, Osmanlının zulmü de gelir. Yöre köyleri Pir Sultanoğulları zarar görmesinler diye Pir Sultanın adını ve o çayırın adını değiştirirler, sırlarlar. Çayıra “Pistan Çayırı” derler. Çevre alevi köyleri, "pistanın" Pir Sultan olduğunu bilirler. Bir de Pir Sultanın adını söyleyenin başına, türlü belalar geldiğinden Pir Sultan adı da sırlanır. Artık kendi içlerinde anladıkları, Osmanlının ve Pir Sultanı sevmeyenlerin anlamayacakları değişik adlar bulunur. Pir Sultan oğullarından bir grup ayrılır, Pistan Çayırına yakın bir köye, Alaçayır Köyü'ne yerleşirler. Hala bu aileye Banaz oğulları denmektedir. Pir Sultan denilmez. Prof.Dr. Pertev Naili Boratav "Pir Sultan" adlı yapıtında bu aileden bahseder. 1932 yada 35 de Pir Sultan'ı ve şiirlerini araştırıp, derlemek için, Alaçayır Köyü'ne gittiğini ve Pir Sultan evlatlarından Banazoğullarından Veli Ağa ve Hamit Ağadan -bunlar hem dede, hem de kardeştir- şimdi ki söyleyip okuduğumuz Pir Sultan'ın yüzde yetmiş şiir ve türkülerini onlardan alıp derlediğini yazar.
Başka bir ailede, daha doğuya, Kızılırmak'ı geçip, Alaçayır Köyünün tam karşısı Kaymak Köyü'ne gelip yerleşirler. Önce şimdiki köyün tepelerine dere içlerine yerleşip oralarda barınırlar. Kendilerini güvende hissedip, rahat bir ortamın oluştuğuna karar verdiklerinde, şimdiki köyün yerine, Kaymak Köyü'ne inerler. Bu aile kendilerine Pir Sultan oğulları, Pir Sultan evlatları der. Ama Osmanlı'nın zulmünden kendilerini korumak için başka kod, gizli, adlar kullanmak zorunda kalırlar ve kendilerine, Pistanavil oğulları, Pistanavil takımı, adını verirler. Ve ailenin büyükleri Pir Sultan adını ailede söylenilmesini yasaklar. Bu yasak ailenin geleceği için hayati önem taşır ve Pir Sultan adının artık onlara zarardan, zulümden başka bir yararı yoktur. Ne kendileri ne de komşuları onları tanıyan bilenler Pir Sultanı hiç söylemezler. Artık adları Pistanavil[vül] olarak bilinir. Uzun bir zaman geçer artık tamamen Pir Sultan unutulmuştur. Artık ailenin gençleri, sonraki kuşak, ne aileden nede başka birilerinden Pir Sultanın öz evlatlarından olduklarını kesinlikle bilmezler. Söylenmeye, söylenmeye de unutulmuştur. O sırlanmış, gizli bir sırdır ki, sır içinde sırdır.
Bakın şu tesadüfe. Pir Sultanın öz evlatlarından, Pir Sultanoğullarından, Pistanavül (Pistaneğil) takımından bir genç avukat, Pir Sultanın yolundan yürüyüp, bugün Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri genel başkanı olarak, bu yüzyılda mücadelesine devam ediyor.
Bu hikayeyi ilk kez 1980'lerde Kaymaklı dede, Hüseyin Acırloğlu'[1] ndan duymuştum. Çok ilgimi çekmişti, kime sorsam bunu doğrulayan bir şey bulamadım. Ama gerçekten kimse bilmiyordu ne de ailesi. Annemin babası da, Pistanevil (pistaneğil) takımındandı, annem de Acırlıoğlu dededen duymuştu. Acırlıoğlu dede her gün bize gelir, elinde bir kitap, yada bir kağıtta yazılı bir deyişle, babama okutturur, kendisi can kulağıyla dinlerdi. Ta ki o deyişi ezberleyene kadar. Babamın işi olduğunda, ot biçmeye vs. gittiğinde bana söylerdi. Artık ben okurdum, dedenin deyişlerini, müthiş bir zeka ve hafızası vardı, birde cesareti. Babama "ya baba biz dedeye bu kadar okuyoruz zaman harcıyoruz, dedeye okumayı öğretsek daha iyi olmaz mı" dedim. Babam "artık zor yapamayız, böyle devam edelim" dedi. Acırlıoğlu dede annemin dayısı, hem dede hem de büyüğümüz yaşlı biri olduğundan, ne kadar sıkılsam da, saygıdan katlanırdım. İlk önceleri çok sıkıcı gelmişti ama ilginç şeyler duyup öğrenmeye başladığımda bende istiyordum. Ben ve bütün abla kardeşler bizde dayı derdik. Dayımız olmadığından.
Dede gelmeyince, ben onlara giderdim. Ve dede ölene kadar iyi bir dostluğumuz oldu, o beni çok severdi bende onu.
Çocukluğumdan beri ailemizin kökenini merak edip dururdum, nereden gelmişiz? biz kimiz, acaba? Oralarda, yani buraya göç ettiğimiz yerlerde, uzak akrabalarımız varmıdır? diye. Ebemin, aile büyüklerinin Aydın'dan geldiğimizi, Aydınoğulları'ndan olduğumuzu söylerlerdi. Hepsi bu kadar! Daha fazlasını hiç kimse bilmiyordu, bütün çabam boşunaydı. İlk geldiklerinde köye develerle gelmişler. Babam biz küçükken hepimizi toplayıp dedelerimizin ilk gelip kondukları yere götürmüştü. Hatçölen [Hatçenin öldü yer]. Ben hayatım boyunca bi daha gidemedim, çok da cazip gelmemişti. Babam şuralar çadır yerlerimizmiş diye birkaç taş göstermişti. Sonra köy ortası denilen [göl yeri] köyün üstünde herkesten uzak denin içlerine yerleşmişler. Aşağılardan develerle un öğütüp getirirlerken devenin biri uçurumdan [yar] yuvarlanıp ölmüş, o uçurumun adı halen Deve Uçuran diye bilinir.
Orta okulu okumak için Adana'ya geldiğimde, 1975 -76'da, Tv de Kökler dizisini izlemiştim. Orada Kunta Kinte zincirleme nereden geldiklerini bütün ailenin, kaç kuşak geçse de, dedelerinin adlarını birbirlerine aktara aktara hepsi biliniyordu. Neden bizim ailemizin, dedemin dedesinden ötesini hiç kimse bilmiyordu. Bunun nedenini bi türlü anlayamıyordum ve bütün aileye kızıyordum ne kadar duyarsızlarmış diye.
Şimdi Pir Sultanın ve ailesinin hikayesini, Aleviliğin tarihsel geçmişini. Bu sırrın, bu bilinmezliğin, bilinmemesinin nedenlerini anlayıp öğrendikçe. Bende dedelerime hak veriyor, doğru yaptıklarına inanıyorum. Onlar da hangi korkularla, hangi nedenlerle, geçmişlerini unutturup sır ettiklerini, hangi isyanlardan, kavgalardan, katliamlardan kaçıp kurtulduklarını düşünerek, onları daha iyi anlıyorum. Ve bütün Alevilerin böyle hikayeleri ve sırlarla sırlanmış geçmişlerinin olduğunu düşünüyorum
Annemin babası bir gün çocuklarını başına toplayıp demiş ki "Sizlere bir sır söyleyeceğim, bu çok önemli, sır saklamasını öğrenin, sakın hiç kimseye söylemeyin, ama siz bilin ve içinizde sırlayın" diyerek kısık bir sesle sırrını sır ederek çocuklarına söylemiş. Bende bu sırrı, kendime sır edip kimseye söylemeden, sırlayıp kendime saklıyorum.
KAYNAK : Alevihaber.com - 21 Mayıs 2009
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.